“Taraf olmayan bertaraf olur” diye bir laf var. Gerçekten de öyledir. İnsan doğası gereği taraf seçmek zorundadır. Bu pek de iradî olmaz çoğu zaman. İnsanın aldığı kültür ve hayatı boyunca yaşadıkları, onu ister istemez bir tarafa çeker. Tarafsızlığın da bir tür taraftarlık olduğuna katılmamakla birlikte, taraf olmanın sosyalliğin getirdiği bir varoluş biçimi –belki bir handikap- olduğunun altını çizmek isterim. Bunun yerine tavırsızlığın da bir tavır olabileceğini bazı durumlar için kabul etsem de, taraftarı olunan düşüncenin yarattığı bir olgu olarak görüyorum.
Ben de, zaten bir taraf seçmiş olmanın rahatlığıyla ve hemen herkes gibi biraz da önyargısıyla oturdum koltuğuma. Öncelikle ben, sinemanın tarafındaydım. Bu yüzden, az sonra ister istemez değineceğim inançsal tartışmalardan arındırmıştım kendimi.
Herhangi bir sanat eserini değerlendirmeye başlamadan önce onun yaratıcısını anlamak durumundasınız. Ki, ancak böylelikle yapılan işe deyip deymediği üzerine getireceğiniz eleştiriyi sağlam bir temele oturtursunuz. Sonuç olarak eser, yaratıcısının çocuğudur.
Cesur Yürek filmi, gösteriminin üzerinden onca yıl geçmişken bile hâlâ içimde bir tür coşkuyla duruyorken, Mel Gibson’a karşı sıkı bir önyargıya sahiptim filmi izlemeye başladığımda. Cesur Yürek, salt vermiş olduğu mesaj yönünden değil, sinematografik değeriyle de en iyi filmler arasındadır.
İsa’nın Çile’sini bağlar mı? İki açıdan bağlamalıydı. Birincisi Mel Gibson kendini aşmalıydı. İkincisi ve en önemlisi, yönetmene her iki filmi de çektiren ana etkenin; koyu Katolikliğinin belirleyiciliğiydi.
Cesur Yürek’te anlatılan İskoçlar ve İrlandalılar Katoliktir. Kendilerini tarih içerisindeki temel talepleri ne olursa olsun bu şekilde ifade ederler. İngilizler ise Protestandır.
Kimse konu seçiminde Gibson’a karışamayacağına göre O, her sanatçı gibi yüreğindekiyle beynindeki birleştirmekte serbesttir. Cesur Yürek, bu tip bir yaratıdır.
Tıpkı İsa’nın Çilesi gibi...
Hikayenin sonunda ne olacağını bildiği zaman izleyici, yönetmenin işi gerçekten zordur. Hele hele daha önce defalarca işlenen bir hikaye daha çetrefilli bir iştir. Ancak daha ilk sahnede, bambaşka bir “İsa filmi” olduğunu anlıyorsunuz. Sonuçta bir insan olan “Mesih”, son kez korkularıyla yüzleşmektedir. O kadar ustaca yaratılmış ki bu kısım, yere çökmüş vaziyette titreyerek “kendi kendine” konuşan kişinin aslında İsa olduğunu anlayamıyorsunuz.
Gibson, gayet inandırıcı bir Kudüs yaratmış. O dönemin Kudüs’ünü bilmeseniz de, “hadi canım” dedirtecek abartı yok. Kostümler ha keza.
Cesur Yürek’teki görüntü kalitesinin izleyenlerinin aklından çıkamayacak kadar mükemmel olduğunu söylemeye gerek yok. Yalnız o filmde yönetmen, İskoçya’yı merkezine aldığından tekniğin mümkün kıldığı kadar uğraşmıştı çarpıcılık hususunda. Üstelik özgürlük mücadelesini anlatan bir filmin aydınlık çekilmesi kaçınılmazdı. İsa’nın Çilesi ise daha karanlık bir görüntüye sahip. Ne de olsa bir peygamberin çektikleri anlatılmalı. Durum böyle olunca yönetmen, bu kısımla çok da fazla uğraşmamış.
Film boyunca işkencenin bütün gerçeklerini görebilirsiniz. Savunmasız bir insan ve ona zulmeden, insanlıktan çıkmış işkenceciler tıpkı gerçek hayattaki halleriyle resmedilmiş. İşkence hâla var dünyada. İşkence için kullanılan araçlar değişse de kurbanla işkenceci arasındaki ilişki aynen filmde anlatıldığı gibidir. İşin vahşet kısmı da bence burada talidir. Gibson bu film özgülünde bu konuda da seçenek sahibi değil. Bugün bile insanlar “kıç falakası”ndan geçiriliyorsa, iki bin yıl önce belki daha ağır yöntemler kullanılmış olabilir. İnsanların günahları için işkence görmeyi göze alan Mesih’in hikayesini üstü örtülü gösterebilecek sinema teknikleri kullanılarak çekilmesi amacına uygun kaçmazdı.
Anlatıma gelince... Mel Gibson işi çok fazla drama dökmemiş. Diyalogları olması gerektiği yerde kullanmış. Oyunculuğa aşırı önem vermiş. Yönetmeni tanıyanlar, kendisinin oynadığı birçok filmden de çıkaracaklardır; bu adamın en değerli gördüğü nesne bakışlardır. Cehennem Silahı da, Cesur Yürek de birer örnek olarak gösterilebilir. Öyle ki Cesur Yürek’te sırf bakışları merkeze almak adına kimi sahneler heba edilmiş, ama yönetmen de amacına ulaşmıştı. İsa, yoğun işkenceler altında ölümüne yürürken yalnızca dostluğuna erişebilecekleriyle göz teması kuruyor. Burada oyunculuk o kadar iyi ki ve açılar öyle titizce seçilmiş ki, beyaz perdenin karşısındakileri dahi etkileyebiliyor bakışlar. İsa “cennetin kapısında” hatırlayacaklarına bakmıyor yalnızca. Mesela annesiyle de bakışıyor. Meryem de O’na güç veriyor. Oğlunun işkencedeki savunmasızlığına şahit olan bir kadın, ancak bu kadar acı çekebilir, bu kadar onurlu olabilir. Biz bunun örneğini bugünün Türkiye’sinde görüyoruz. Mel Gibson’ın bakışlara yoğunlaşmasının bir sebebi varmış demek ki. Ve bu konuda kendini gerçekten aşmış.
Flaşbeklerde klasik tarzı kullanan yönetmen, başka birisinin elinde karman çorman olacak kurguyu hiç zedelememiş. Teknik olarak bindirmeli geçiş yetmiş. Zaten toplasanız en kötü ihtimalle adeti beştir bunların. Yalnız, bir annenin çocuğuna olan sevgisinin anlatıldığı sahne için birkaç defa daha gidilir filmi izlemeye. İsa ağır işkence altında çarmıhını taşıyarak yürümeye çalışırken yere düşecektir. Yönetmen ustalıkla flaşbek yapar çocukluğuna döner. Bir çocuk İsa’nın düşüşünü görürüz, bir de Mesih’in. Burada Meryem’in ne yaptığını söylemeyeceğim. Şu kadarı yetecektir: Eğer yalnız olsaydım gözlerimi serbest bırakırdım, rahat rahat yaş döksünler diye.
Filmi görmeyenler olduğundan daha ayrıntılı bir eleştiri getiremiyorum. Yoksa zaaflı yanları da var. Bahsedilmesi haksızlık değilse de bu küçük ayrıntıların izlemeyenler için sır olarak kalmasından yanayım. Yalnız söyleyebileceğim bir ayrıntı var. O da şeytanla ilgili. Şeytanda da en çok bakışlara yoğunlaşılmışsa da daha çok çerez gibi kalmış o sahneler. Meryem’in ve İsa’yı sevenlerin bakışları nasıl yürek burkuyor, İsa’nınkiler nasıl huzur ve “direnme gücü” veriyorsa, şeytan da o kadar bıkkınlık ve nefret uyandırmalıydı, filmin kendi mantığı içerisinde.
İçerik yönündeki tartışmalara gelince. Bence işgüzarlıkla saygısızlık arasında gidip gelen gereksiz bir şey. İşgüzarlık; çünkü hikaye tamamen kurgu da olabilirdi. Saygısızlık; çünkü inançları bu şekilde olan milyonlarca insan var dünya üzerinde. Biraz sert kaçacak ama; farklı düşünenler sıkıysa kendileri çeksinler bir İsa filmi.
Filmi, bilimsel tarih anlayışı içerisinde değerlendirdiğimizde, Yahudilerin önderi konumunda olanlarla İsa arasındaki çelişkilerin tam da olması gerektiği gibi anlatıldığını görüyoruz. Oradaki zulmün sahipleri bir bütün olarak Yahudiler değil, onların statükocu önderleridir. Tarihin belirli bir aşamasında, toplumsal bir değişime dönüşen her hareket, eski sistemden çıkarı olanların sert direnişleriyle karşılaşır. Sonuçta İsa kısmen toplumsal bir değişim hareketi yaratmıştı. Kendisine inanlar da Yahudi değil miydi? Ama yoksullar ve dışlanmışlar. Filmin ilk yarısı Kudüs kentinin merkezinde geçmektedir. Burada İsa’ya taşlar atılır, küfredilir, halk tarafından. Ama çok değil, kent merkezinden biraz uzaklaşıldığında, kentten çıkıp çarmıha gerileceği yere varıncaya kadar, O’nun arkasından ağlayan, O’na dokunmaya çalışan binlerce Yahudi vardır. Filmin Yahudi düşmanlığı yaydığını söyleyenlerin Filistin meselesindeki tavırlarını merak ediyorum.
Ufak tefek kusurları dışında İsa’ya yaraşır bir film olmuş. Kimse merak etmesin, herhangi bir misyonu da yok, bir inancın sanatsal ifadesi olmaktan başka. Mesela ben hâlâ Hıristiyan olmadım. Lakin eser, Fellini’li, Tarantino’lu arşivimde Cesur Yürek’in yanındaki yeri çoktan almış durumda.
İsa'nın Çilesi
Tutku, bizdeki adıyla İsa'nın Çilesi, bir çok tartışmaya yol açtı. Biz iyisi mi eserin kendisine bir bakalım.