Gecelerden bir gece.... Rüyalar İmparatorluğu’nun ödül ve ceza dağıttığı anlardan bir an.
Genç bir yürek odasının penceresine vuran ay ışığına doğru yol almış. Yol daracık, gece soğuk. Yolda, karşısına dev bir ayna çıkmış. Aynaya bakmış; hiçbir şey görememiş. Çılgına dönmüş. “Yüzümü kaybettim! Yüzümü kaybettim!” diye çığlıklar atarak bütün gücüyle aynaya abanmış. Bin parçaya bölünmüş ayna, gökyüzünden bin tane yıldız kaymış. Genç yürek hıçkırıklar içinde koşmaya başlamış. Koşmuş, koşmuş, koşmuş... Sonunda ayakları dayanamayıp yere yığılmış. Uzanıp ayaklarını kaldırmaya çalışmış ama olmamış. Düştüğü yerde oturmak zorunda kalmış. Sus pus halde bir süre öylece donmuş. Ne bakmış, ne aramış, ne de bulmuş. Zaman nehrin akıntısına kapılıp gitmiş. Bu gidişin ardından, çok uzaklardan bir ses işitmiş. Kulak kabartmış; bir kanat sesiymiş. Ses devam edince “Ha gayret!” demiş; dizleri sızlamış, “Az daha!” demiş; bedeni titremiş. Yavaş yavaş ayağa kalkmış. Küçük ve dikkatli adımlarla sesin geldiği yöne doğru ilerlemeye başlamış. Karanlıktan yol alıp geceye varmış. Yol alırken burnuna çok tanıdık bir koku gelmiş. Evet, bu aydınlığın kokusuymuş. Sanki gece yerini güne bırakıyormuş. Hava yavaş yavaş aydınlanmaya, âdeta güneş doğmaya başlamış. Bakmış ki uzun bir yol, uzaklarda bir bahçe. Kulağının dibine düşen bir kanat sesi. Yol aldıkça yüzünün aydınlandığını, içine kanat seslerinin dolduğunu fark etmiş. Yaklaşmış, yaklaştıkça kendisine kavuşmuş. Yanaşmış, ötede koskocaman bir ayna bulmuş. Dikkat kesilmiş; aynada yeni doğmuş bir gün. Geriye bakmış karanlık, ileriye bakmış aydınlık. “Nasıl olur?” diye sormuş. “Aynada gündüz, arkamda gece.”
Sorusu yanıtsız kalmış. Uzanmış, ayna dalgalanmış. Uzanmış, aynanın ötesine ulaşmış. Ötesinde bahçe, bahçenin girişinde bir kapı, kapının üzerinde “Gir içeri” yazısı. Yürümüş. Bahçeden içeri girmiş. Her yerini yasemin kokusu sarmış. Bir de bakmış ki, ileride yere oturmuş bir genç, elindeki ipliğe yasemin diziyormuş. Yaklaşmış, yüzü öyle aydınlıkmış ki bir anda gözleri kamaşmış. Kamaşan gözlerini oğuşturmuş. Oğuşturdukça gözleri yanmış, acımış.
Acıyan gözlerini açtığında ise gördüklerine inanamamış. Kendini yatağında bulmuş. Şaşkınlıkla sağa sola bakınmış kimseyi görememiş. Yatağından doğrulup kalkmış. Üzerinde geceliği, ayakları yalın dışarıya çıkmış. Gökyüzünde ay, gökyüzünde samanyolu pırıl pırıl. Birkaç adımla evin bahçesine ulaşmış, çömelip yere oturmuş. Ellerini, avuçlarını toprakla doldurmuş, onu okşayıp usulca sormuş:
-Renginle neden örtündü gözlerim?
-Aşk ülkesinin kapısını araladın, ondandır.
Ayağa kalkmış. Uzanıp yasemin koparmış ağacından, sonra sormuş:
-Nasıl doldu rüyalarım kokunla?
-Yeşerdi aşk kokumla, ondandır.
Başını kaldırıp gökyüzüne bakmış. Gökyüzü ışıl ışıl. Gün ağarmaya başlamış; güneş kızıl. Ellerinde toprağın yumuşaklığı, içinde yasemin sarhoşluğu başlamış doğaya anlatmaya:
Dün gece rüyamda çok güzel bir oğlan gördüm. Saçları kömür karası, uzun. Ceylan gözleri ışıklarla dolu. Uzanıp dokunasım geldi yüzüne. Dokunamadım, korktum yüzündeki tebessüm gider diye. Uzanıp tutasım geldi yasemin dizen ellerini. Tutamadım, korktum ellerindeki yasemin solar diye. Keşke o uzatsaydı yüzüme ellerini. Keşke boynuma taksaydı dizdiği yaseminleri. Uyandım. Uyanırken ellerini gördüm. Ellerinde yaseminler; arasında bir kuşun sesi...
*
Siyah saçlı, ceylan bakışlı genç, kızıl ellerini genç kızın yüreğine dokundurduğu geceden sonra an’lar an’ları takip etmiş, günler günleri kovalamış. Her şey tik tak, tik tak işlemeye devam etmiş ama zamana inat donakalan bir bakış kalmış. Kız olmuş derviş; dervişin gözü rüya... Rüya gözlerini verirken Ceylan bakışlıya, birini geri alamadan genci kaybetmiş. Genç, bir görünmüş, bir kaybolmuş. Kaybolurken gözlerden birini de gönlüne atmış.
Derviş, bir gözünü kaybedeli çöl misali yollara düşedursun, biz gelelim Ceylan bakışlı gence.
İşte yeni bir masal duruyor karşımızda; boylu poslu, şöyle endamlı… Anlatmak lâzım bu tatlı masalı. Küçücük yaşı, kocaman yüreğiyle aradığını bulamamış olan Ceylan bakışlı genç, Kız Kulesi’nin kenarına gidip oturur bir gün. Günlerden bir, gecelerden sıfır, hafif bir rüzgâr eser, ve bilinmezlerden can’ın sevdasını taşır yüreğine. Narcissus misali denizdeki yansımasına bakar ve gülümser. Başka bir yansıma belirir karşısında. Alımlı, kızıla bulanmış bir Rüya kız. Tatlı tebessümlü, ateş dilli, ateş saçlı bir kız. Ceylan bakışlı, derin bir iç çekişle gördüğü yansımaya dokunamayacağını haykırır. Genç kız gülümser suyun yansımasından, genç oğlan gülümser yansımanın dışından. Gel, der genç kız. Gel ve yıkan suyumda. Bak, sen aslı’nda bensin; ben de sen aslı’nda.
Oğlan anlar anlamasına da tutup atamaz kendini koca denizin ortasına. Derin bir iç çekiş daha savurur gönülden kopan. Ve sorar:
-Söyle bana hangisi gerçek, hangisi rüya?
-Kabul et gerçekler rüya olsun, rüyalar gerçek. Bırak kendini kollarıma…
Tatlı esen rüzgâr, rüyanın sesini de savurur Ceylan bakışlının kulaklarına. Duydukları öyle hoş, öyle cezbedici gelir ki dalar derin bir uykuya. Rüyasında onu görür. Saçları güneş kızılı, uzun. Elâ gözleri ışıl ışıl. Uzanıp dokunası gelir yüzüne, ellerine. Oysa dokunamaz, bu güzel rüyadan uyanacağından korkar. Genç kız, rüya gözlerinden birini çıkarıp ellerine verir. Şaşırır oğlan, nasıl bu kadar kolay verdi böyle değerli bir şeyi, diye. Avuçlarını açar. Kızıl ışık, gözlerini 90 derecelik bir floresan gibi kamaştırır. Gözlerini kapar ama kaçamak bir tebessüm, çalar gözün sihrini. Göz bir türlü genç kıza geri dönmez. Genç kız uzanır, sonra tereddütle geri çekilir. Oğlan da tam uzanacağı sırada bir kuş sesi duyulur. Keşke o uzatsaydı yüzüne ellerini. Uyanırken uzatır gibiydi. Ellerinde bir kuşun sesi …
Şu upuzun denizin kıyısında, şu alabildiğine geniş gökyüzünün karşısında mahcup, heyecanlı, toy ve daha pek çok duygu yoğunluğuyla yoksunluğu yaşar Ceylan bakışlı. Tek farkı kuş sesi. Yanı başında güneş ve ay, parlayan tüyleri ve dost gözleriyle toprak toprak bakar genç oğlana. Genç oğlanın ellerinde göz, kuşun kanadında ses… Dilinde ses… Bir süre döner gencin etrafında, sonra uçup gider bilinmeze.
Genç haykırır arkasından:
-Söyle bana, bu ne?
Yanıtı gizlenir kanat seslerine. Denizin şırıldayan melodisine bir de…
Genç, kendini biraz Mevlevî, biraz da deli hisseder –ki Mevlevî’ye dönmüştür Ceylan bakışlı, nedeni aşk ve keder- Ve hem şaşkın hem gülen bir yüzle bakar elindeki göze. Hayatında ilk defa bir insanın gönül gözünü tutar. Biraz çekingen, biraz telâşlı, biraz meraklı bir gözle sadece bakar. Anlar ki, rüyasında gördüğü kızda kendini görmüştür. Anlar ki, denizdeki yansıma kendi yansımasıdır. Anlar ki, genç kızdan ayrılırken ondan bütün olarak kopmaya da dayanamaz, kendinden kopmak istemediği kadar. Kimsenin ona bakmasına dayanamaz, onun kimseye bakmasına dayanamadığı kadar. Kararını verir; rüya gerçeğe dönerken, başkasına bakmamalı bu göz. Bir cananda kalmalı yaşayabilmek için, bir de kendinde…
Ceylan bakışlı Mevlevî, elinin arasındaki can’ı ne yapacağını bilmez halde düşsün yollara, biz gelelim Rüya gözlü dervişe.
Derviş, gittikçe dervişleşir. Çileler yavaş yavaş çekilmeye başlar. Bir gözü kör, bir gözü aydınlıktır artık dervişin. Bir yanı eksik, bir yanı tam. Bir yanı gerçek, bir yanı yalan. Bazen aklına gelir eksikliği utanır, bazen aklına gelir tamlığı çoğalır. Her çoğaldığında bir Mevlevîlik sarar içini. Bir ilahî duyar gibi, uzaklardan duyulan bir kuş sesi, yüreciğini pır pır kanatlandırır. Semâ eden elleri, gönlüne, bir göğü, bir toprağı sardırır; dünyevî hayattan inzivaya çekilmesine vesile olur. Olur da; yine de bir tarafı eksik, tam olduğu kadar diğeri. Aklında o gözler. Tek gözünde o gönül. Aradığının aşk olduğunu bile bile, kendinde tam olanın aşk olduğunu göre göre. Tam bir eksik, eksik bir tam. Arar durur gönülden içeri…
Anlar, kuş seslerinin neden duyulduğunu. Bilir, bu eksikliğin ancak özgür kalınca tamamlanacağını. Bilir bilmesine de, diğer tam, geri iter her defasında adımlarını. Adımlar, bir ileri, iki geri. İki ileri, üç geri…
Gel gitler oladursun, bilir bir gün kuş sesini duyduğu yere varacağını. Orada oturup şerbetten tatlı içecekler içeceğini, baldan tatlı yiyecekler yiyeceğini. Bilir, aradığı gözünü ve gözü alanı bulacağını; sesini duyduğu kuşun yardımını… Ya da tuzağını…
Derviş bunları göredursun, varalım Mevlevî’nin yanına. Yanından aralayalım bağrını, girelim gönlüne. N’eylersin, ağır gelmiş bu yürek. N’eylersin ağır gelmiş üçüncü göz. N’eylersin, iki gözü bir göze bedel. Üçüncü göz ikinci oluvermiş, n’eylersin. Mevlevî, eksik olduğu gönlü bulmuş, körlükten kurtulmuş, fazladan üçüncü bir göze kavuştuğu için de derin bir yükün altına girmiş. Ne yapacağını bilemeyip, dolaşıp durmuş bir süre öyle. Sırtındaki yükten bîhaber, gönlündeki bütünleşmeden bîhaber. Hem tam, hem fazla. Onu tamamlayandan ayrı düştüğü için eksik, onun yarısını alıp geldiği için fazla… Kendi yükü yetmezmiş gibi bir can’ın yükünü sırtlamak şu toy sırta. Toy atlar durur mu, bir tarafı sakin sessiz, deniz yanında; bir tarafı koşar durur dört nala. Koşar koşmasına da, bilmez ki varılan yol hiçlik, aranan yol bilinmezliktir. Tek işareti vardır bildiği bunlar dışında; tek kuşun kanat sesleri ile ötüşü suskunca.
Bir gün yorulur Mevlevî bu dört naldan. Toy olduğu kadar olgun, olgun olduğu kadar yaşlı, yaşlı olduğu kadar genç yüreği ve ellerindeki serveti… Karar verir karıştırmaya… -Sırta mı alınmış yük, gönle mi?..- Ellerinin arasındaki ışıltıya bakıp son kez atar havaya, ardından bekler düşmesini gönül toprağına…Yük eğer sırttaysa atar gidersin, yük eğer gönüldeyse saklar gidersin, diye diye başlar bir şarkı fısıldamaya…
Bilmez ki, havaya attığı aşktan bir tutam çalmıştır toprak gözlü kuş… Ve toprak gözlü kuş, o tutamı tuttuğu andan, benzemiştir altın gözlü kuşa…
-Kuş, haberdir; habercidir.
Ya vuslatı haber verir, ya ayrılığı.
Ya aşkı, ya aşksızlığı…
Kuş, özgürlüktür.
Kanadına takar aşkı,
Serper yere göğe, aşka hasret herkese.
Kuş, mucizedir.
Billûr sesiyle ulaşır gök kubbeye.-
Altın gözlü kuş, geçtiği her yere savurmaya başlamış aşkı. Serpmiş umudu aşka hasret gönüllere. Ulaşmış yüreği aşkı bilen herkese. Ama bir dervişe başka gelmiş bu aşk, bir Mevlevî’ye. Düşmüş ikisi de kuşun peşine. Kuş uçar, gönül kovalar. Kilometrelerce mesafe aşılmış kuşun kanadıyla. Ve taşınmış vuslat anına…
Kuş uçmuş, Mevlevî yorulmuş, oturmuş Kız Kulesi’nin karşısına. Kuş uçmuş derviş kovalamış, varmış Kız Kulesi’nin yanına. Bir yaz akşamı, bulmuş dervişle Mevlevî birbirini göz göze; gönül gönüle. Eller korkulu, taşmaya kıyamamış bedene. Aşk, dokununca kaçacak ürkek bir kuş. Gönlün acısına dayanamadığı, vuslatına ömrünü adadığı.
Bir derviş bakmış Mevlevî’ye, bir Mevlevî dervişe. Bu rüya mı, yoksa ne? Dile gelse Kız Kulesi, neler dermiş kim bilir bu an içinde.
Gözler dile gelmiş:
- Bir kuş buldum allı pullu renklerde
Bıraktım kondu bir dalın tepesine
Dönüp baktı altın gözlerle
Bir tüy bıraktı ellerime
Uçup gitti sonra bilinmeze
Dervişin gönlünden Mevlevî’nin gönlüne
- bir kuş kondu dostum, ellerime
güneş ve ay parlayan tüyleriyle
kondu bir çiçeğin saçına
dönüp baktı toprak gözlerle
uçup gitti sonra bilinmeze
söyle bana dost
aşk mı?
- Çözülen dil mi, gönül mü?
Ben en iyi beni bilirim dost
Sen en iyi seni
Ben senim dersin ne zaman ki
O zaman bilirim ben en iyi…
Söylerim sana dost
Aşk mı?
Aynalar gönüllere tutulur:
- Gözlerini göster bana dost
Görmeliyim en derinde gizlenenleri
Gülücükler savrulurken rüzgâr misali
Dokunmalı dudaklarıma ellerin
Ve ellerim dokunmalı dudaklarına divâne deli...
Dışarıda yağmur yağıyor, benim yüreğimde damlalar
Karşımda bir deli toy, kelimelerim yarım yarım taşar...
Söze vur derim beni, söze vur kendini
Gözlerin çocuk, yüreğin çocuk
Nasıl taşır yüreğin bu sevdayı?
Anlıyorsun yağmurun neden yağdığını?
Mayıs sonu neden toprakları yıkadığını
Sonbaharın bedenimden kayarken
Sol yanıma imzasını bıraktığını?
Konuş çocuk, susma öyle?
Bırak dudakların mıhlansın
Bana esas yüreğini söyle.
- yüreğim ne desin
yüreğim ürkektir benim
cesaret ister
kördür
gözünün içine sokmadıkça göremez
anlasa da söyleyemez
- Bir korku telâşıdır kaçmak
Benden bana kaç yürek
Kördüğüm olsun her yerin
Senden bana taş yürek...
- ne taştır yüreğim ne de kaya
bil ki yumuşaktır pamuktan daha
dedim ya biraz ürkektir
ama yumuşaktır inadına...
- Başımı yaslasam dizlerine
Yüreğimi dayasam yüreğine
Bir uyku mahmurluğuyla
Pamuktan daha yumuşak göğsüne
Dalsam toplasam ne kadar sevda varsa
Taşsam karışsam kanına...
- gel,
benim yüreğim seninkinden az yalnız değil,
gel,
az hasretli değil, gel,
sevdaların hepsi sana ait,
sen onları toplamadan
onlar seni toplayacak
gel...
- Siyah saçına takılır savrulur
Ceylan gözlerine kanar kavrulur
Nice sevdalar var söze dokunur
Nice sevdalar göze dem vurur...
- her şeyin başladığı,
ve her şeyin bittiği gözler,
kendimi kaybettiğim,
ve kendimi bulacağım yegâne yer...
- Gözyaşım kandı yağmurun yağışına
Bir biçâre takıldı bu satırlara
Bir bıçak yardı, tek kelime etmedi
Bu gözler bir baktı çöller yetmedi
Arar durur sevdalıyı bu derviş
Bilir mi karşısında değil mi ermiş
Bir kanada kanıp uçar görünür
Bir bakışında yürek dövünür
- bulutlardan beyaz
gökyüzünden mavi aldım
denizlerden sonsuzluk
gözlerinden umut aldım
yıldızlardan ışık
kuşlardan haber aldım
ben bu masalla sana vardım
- Masal var masal sade
Masal var gezer avare
Masal var aşkı dile
Getirir de susar öyle...
Söyle bana ey dost
Bu taşanlar söz mü sade?
Yoksa gizliden gizliye
Bu gönülde var mı yare?
- söyle o zaman bana ey dost...
aşk mı?
- Aşk, hiç ben aşkım der mi dost?
Bir kuş buldum allı pullu renklerde
Bıraktım kondu bir dalın tepesine
Dönüp baktı altın gözlerle
Bir tüy bıraktı ellerime
Uçup gitti sonra bilinmeze
Dervişin gönlünden Mevlevî’nin gönlüne.
Bir kuş kondu dostumun ellerine
Güneş ve ay parlayan tüyleriyle
Bıraktı kondu bir çiçeğin saçına
Dönüp baktı toprak gözlerle
Uçup gitti sonra bilinmeze.
Bulundu bilinmez, aşıldı yollar
Karşımızda bir ben, bir de sen var
Söyle bana dost
Aşk mı?
- en iyi sen bilirsin?
dilim ancak bu kadar çözülüyor bunu bil...
ama bağlanmasın asla sendeki dil
- Bağlanan dil mi gönül mü?
Ben en iyi beni bilirim dost
Sen en iyi seni
Ben senim dersin ne zaman ki
O zaman bilirim ben en iyi...
*
“-Tık tık
-Kim o?
-Benim
-Seni tanımıyorum, git ve bul kendini
-Tık tık
-Kim o?
-Senim
-Gir içeri...”
Gözler kalbin aynasıdır; sözler kapı dışarı. Eller aşkın ağları; kördüğüm sarmış gönülleri. Görülen bir gerçek, bir rüyaymış. Her şey birbirine karışır olmuş. Gözler neye inanacağına şaşırmış. Aslında baştan başa yalanmış, baştanbaşa bulanmış.
Çözülen dil mi gönül mü?
Akan gerçek mi, rüya mı?
Söyleyin dostlar
Bu, aşk mı?
Mevlevî uzatmış elini dervişin gönlüne. Derviş uzatmış elini Mevlevî’nin gönlüne. Birbirlerini bir süre dinlemişler. Sonra bakışmışlar…
Aşk ağır ama engel tanımaz. Aşk hafif, hayatın kendisi engel. Dilim varmıyor sonunu yazmaya. Bazı masallar böyle yarım kalmalı. Varmıyor dilim dokundurmaya elleri, varmıyor ayırmaya… Rüya hangisi, hangisi gerçek? Bu masal bitmemişse var bir sebep. Kimi vuslata erdirir aşkı, söndürür sonra. Kimi hicrana bırakır, susturur sonra. Ne söndürmeye dilim varır dost, ne susturmaya. Bu, ya hep yaşamalı kuşun kanadında, ya dökülmeli sonsuza.
*
Masallar, bir gerçek bir rüyayla başlar hep. Gerçek ama aslında rüya… Ben de masalıma öyle başladım ve öyle bitirdim. Bir varmış, bir yokmuş. Bir yokmuş, her zaman olacakmış...
Söyleyin
Aşk mı?..
*