Akşamın verdiği rehavet ve müziğin eşsiz tınısı aşklara adanılmış hayatların yok oluşunu anımsatıyor bana. Dönen dünyanın içinde neler öğütüldü aşk adına. Bazen Kerem ile Aslı rüzgarı esti, bazense Leyla ile Mecnun’u içinde hissetti bedenler. Kavuran çöllerin keremi oldu erkekler, kadınlarsa Leyla gibi aşkları için ölüme adadılar yaşayışlarını.
İlkel bir duygu mudur aşk yoksa varlığı muhteşem olan hislerin en yücesi mi? İşte bu adını koyamadığım bir karmaşa. Aşk denilen keşmekeşliğin soktuğu histeri krizleri bazen ölüm kapılarını bir çırpıda açarken, bazense mutluluğun en yücesini yaşatıyor, bazen insan olmayı unutturuyor verdiği acıyla, bazense insanların en yücesi olduğunu hatırlatıyor verdiği hazla. Düşünüşler aşka sürüklenirken aklın yok oluşu eşiğinde buluyor kendini insan. Ve korumasız kalıyor bilinç. Ve ortada yok olmuş anlar.
Aşka kapımı araladığım zamanlar sevdayı yaşayamadan ölen insanlara üzülüyorum. Aşk canımı yaktığındaysa o aşksızlıklarına üzüldüğüm insanlara özeniyorum. Nedir bunun ortası sizce var mıdır aşkın yüreği kanatmayanı ya da insanlığı unutturmayanı? Bütün bu arayışlar boş kapılara aralandı, aşkın düzensizliğine teslim olan ben anlamsızlığını anlamlandıramayansa yine ben.
Histeriğim bu akşam eski aşklarıma dalıp hüznün kollarına bırakasım var aşksız bedenimi. Aşkın verdiği acılara, yaşattığı kavram karmaşalarına bile hasretlenmem aşka duyulan açlığımdan olsa gerek. Platonizm’e adayıp kendimi; günlerce acı çekip kendimi bilmeden yaşayasım var. Ama etrafta kendimi adayabileceğim güzellik arayışlarım yalana bulanıp yok oluyor.
Ve bedenimde taze bir kan kokusu ve ağzımda şarabın buruk tadıyla geceye gülümsüyorum hissiz ve sarhoş aşka gülümsercesine…