Yalnızlıktan dem vurulduğu zaman düşünürüm, kalabalıklar/eş-dost/aile/sevgili.. ilişkilerindeki tekliği. Bunu edebi eserlerde görmek çokça mümkündür. Büyük yazarlar bunun farkına vardı yalnızlığın sizin ucuz bakışınız ve kopuk hayat felsefeniz kadar basit olmadığının. İnce zevklerden kıvılcımlanıp Tanrısal şairane lütuflarla alevlenmesini kabullenip kavrayamazsınız yazarın.
Şöyle bir şey olduğu zaman yani; kalabalıklar içinde sessiz bir yerde uzun zaman boyunca kendi başına konuşulduğu an anlaşılacaktır kişinin kendine ne denli yabancı olduğunun. İşte o tekleşme anında kendiyle iç hesaplaşmalara girebilir insan ; Ne yapıyorum ben/deli miyim neyim/kafayı yedim galiba/birisi görse ne der !? gibisinden kendine kızacaktır, fakat tanımıyor o kendini. Ruhi emeller ondan çok uzakta. O bir karınca yiyen, bir sırtlan, kene. O denli acımasız, yalnızlığa aç.
Kendimize ne kadar da çok yabancıyız.Oysaki bedenimize o kadar acımasız davranmıyoruz.Çünkü o/dış görünüş her zaman ilk planda öne çıkıyor.Kişilik, duygular tavır olarak düşünülmediği için pek önemsenmiyor. Bu yüzden çevremizde bu kadar aptalın, dengesizin, safsalakların çoğalması. Lakin biz de dönüşüyoruz inceden, farkındalığımızı yitirip deforme oluyoruz.
Ama umurumuzda mı bu !? Hayır, değil. Benimde umurumda değil. Lakin ben zıt bir adamım, kendi içimde buluşamam duygularımla, zaman veririm sözleşirim onlarla fakat her seferinde de ekerim. Bu yazıyı da yoksaymamak için noktalıyorum. Cümlelerimde edebiyat arama bunlar imgesiz ve gerçek, ya da ne yaparsan yap. Yoksa o da uçup gidecek.