Yaşanamayan Ayrılık Sahnesi

Çocuk saflığında ve kötülüğü unutmuş kalbimle severken seni, buram buram sen kokan hayal çiçekleri yetiştiriyordum ve ayrılığı hiç barındırmamıştım aklımda.

yazı resim

Çocuk saflığında ve kötülüğü unutmuş kalbimle severken seni, buram buram sen kokan hayal çiçekleri yetiştiriyordum ve ayrılığı hiç barındırmamıştım aklımda. Hiç hazırlığım yoktu; ayrılığın, bu ansızın gelişen, gelişine. Gelişinin haberini, bir felaket tellalından beklemiyordum elbette; ama en azından senden, yaşadığımız güzel günlerin hatırına, dostça bir sesle, dostça bi “Elveda!” beklerdim.
Ayrılık, bütün kuvvetiyle, üzerimize saldırırken ve buna teslim olmuş, yorgun bedeniniz tarafından buna mecbur bırakıldığımda, teslim olurdum.
Ama yine de bir an kollayıp, mesela:
Alacakaranlığın puslu koynunda,
Ya da bir sokak lambasının, sarımsı coğrafyasında,
Bi bakışta vurulduğum, kara gözlerinizle buluşup,
“Demek gidiyorsun haa!” diye başlamak isterdim, ayrılığa karşı savaşıma. Ardından yokluğuna dair bir kaç söz dökülürdü belki, isyancı dudaklarımdan.
“Yokluğun, benim için yalnızlık.” Diye başlardım. Sonra yalnızlığın, amansız bir hastalığa bedel sancılarına dair bildiklerimi ve korkularımı: “Yalnızlık ise, gönlünde yücelttiğinin terkinden sonra düşüldüğünde; kurtulmanın imkânsızlığı konulu, onlarca ve ünlem işaretleriyle noktalanan cümleler yumağının, beyni zonklatan sesleriyle baş başa kalınan bir çöl. Ne yana baksan boşluk! Ne yana baksan yokluk! Ne bir harita var elinde kurtuluşa dair; ne de kuzeyi sen olan bir pusula.” diye anlatmaya çalışırdım. Sonra ayrılığa karşı savunmama son verip, karşı taarruza geçerdim belki. Attığım ilk mermi:
“Gitme!” olurdu. Ve sonra seni de yanıma çekme üzerine:
“Savaş yaşadığımız güzel günler için; yüreğinde yazan sevdanın verdiği güçle savaş.” diye, yine “Gitme!” ile noktalanan bir cümle kurardım. Belki de bu cümlede sesime, istemeden de olsa, yalvarma duygusu yüklenirdi. Sesimden bu duyguyu atmadan:
“Gidersen eğer, umutsuzca baktığım bu hayat ufkunun sonunda seninle açılan umut kapısı, yüzüme bir kere daha kapanır.
Gidersen eğer, gönül bahçemize ektiğimiz hayal çiçeklerimiz solar.
Aklımın, sonsuz düşünce toprağında, içlerinde hep seni taşıyan, dikenli ütopyalar türer.
Gidersen eğer, hayallerimizi mısralarına özenle işlediğimiz şiirimiz, aklımızın tozlu unutulan raflarına kaldırılır.
Sen kırların üstünde, gözlerim gözlerinin derinliğinde; sana okuduğum türküler, sessiz kalır.” diye, o an için aklıma gelen “Gidersen eğer:” ihtimallerini sıralardım. Belki ardından:
“Gitme! Beni, hayallerimizi, şiirimizi, türküleri sensiz bırakma.”diye başlayan ve:
“Gitmeyeceksin değil mi? Ekmeyeceksin değil mi, bir tohum gibi beni; yalnızlığın çölüne? Orda dost sesleri yağmur olup yağsa da üzerime, yeşerip kurtulamam yalnızlıktan.” şeklinde gelişen ve:
“Atmayacaksın değil mi beni; ayağımda sevdanın prangası, sensizliğin denizine? Sevdanın prangasından kurtulup, çıkamam sensizliğin üzerine.” diye sonuçlanan; ayrılığın depresifleşdirdiği sözlerimle ve yorgun düşen bedenimle, son mermimi atardım.
Ama olmadı. Ne bir son sözümüz oldu bizim. Ne de son bir bakışımız. Nerden geldiğini bile anlayamadığımız bir deprem gibi geldi ayrılık; bu güzel beraberliğin temeli olan aşkımızın üstüne.
Olmadı. Çiçeklerimiz soldu, şiirimiz unutuldu ve ben hala yalnızlık çölünden kurtulmaya çalışıyorum, başka bedenlerle. Ama kime baksam seni görüyor, kime baksam seni duyuyorum. Ben hala yokluğunla çıkan depresif fırtınayla boğuşuyorum, sensizlik denizinde.

Başa Dön