Bir dikişte bitti aşk şarabı. Kadehin dibinde kalansa yalnızca acı ve renksiz garip yalnızlık. Oysa nasılda farklıydı ilk yudum. Nasılda kana kana kanmıştık. Oysa nasılda bir anda farklılaşıvermişti hayat bakınca gözünden aşk sarhoşluğunun. Dudaklarda tutsaktı sözcükler. Usul usul aksın istiyorduk zaman. Usul usul aksın ki, usul usul, yudum yudum içelim ab-u hayat kıvamındaki aşk şarabını. Her şarkı sendin, aldığım nefes, içtiğim su sendin. Sendin geçirdiğim zaman. Adın yaşamak istediğim hayattı. Her şey daha güzeldi, yalnızlık artık geçmiş günlerde kalan bir kabustu. Tertemizdi hayat. Ve birer birer baş eğmişti gizemi ve bilmeceleri hayatın. Hayat sende sadeleşiyor, seninle yeniden anlam kazanıyordu. Aşkın ateşli neşteriyle umutsuzluğa otopsi yapıyordum. Dolapta beyaz kefene sarılı bekliyordu mutsuzluk sırasını. Çünkü hipokrat yeminli tanıklar huzurunda x-duhul olmuştu mutsuzluk ve umutsuzluk. Hüzün daha bir sendi, göz yaşı hep sendin. Senin güzelliğinn güzelleştirmesiyle daha çekilirdi hüzün ve ardından gelen ılık göz yaşı. Ilık ılık bir nefesti hayat, bitmeyecek bir şiir ve tatlı bir öyküydü seninle anlamaya ve anlatmaya başladığım. Kısaca, hayat seninle güzeldi be sevgili. Hem de çok güzeldi.
Oysa aşk sandığım gerçeğin üzerine şeker serpmekti yalnızca. Durmadan şeker serptik üzerine gerçeklerin. Durmadan olur deyip boşa harcadık zamanı. Durmadan bir ama, bir bahane vardı garipliklerimizin üzerine şeker niyetine serptiğimiz. Anlamadığımı ya da anlamadığını anlamadık inatla örneğin. Bilmekten kaçtık gerçekleri ısrarla. Adına aşk dedik, hoşgörü dedik. Sakın dedik ve sakındık gerçeklerden. Oysa ısrarla pusu kuruyordu gerçekler. Avdık, avlandık. Şimdi ölü bir aşkın başında yapay ağıtlar tutturuyoruz. Şimdi gözlerimizde damla damla timsah göz yaşları. Bünyelerimiz acıyı sindirirken acı çekiyor aslında. Ve kucak açmak zor gibi geliyor bu acıya. Sonra acı üztüne acılar yaşamamız gerektiğini düşünüp güçlü görünmek için yalnızlık batağının azılı timsahları oluyoruz, gözümüzde bitimsiz timsah göz yaşları. Ama sevmiştim, hala seviyorum, neden... cümlelerinin peşine düşüyoruz durmadan. Timsahın dişleri ağzımızda, gözyaşı gözlerimizde. Birer birer avlayıp eski düşleri acıyla sindiriyoruz bataklığında yalnızlığın. Sonra avunma evresi başlıyor. Yanılsamaydık, yanıldık diyoruz örneğin. Sonra iblisin nefreti üşüşüyor aklımıza. Ve birer birer buluyoruz gözden kaçırdığımız gerçeklrini geçmişin. Bulup biriktiriyoruz bataklığında yalnızlığımızın. Üst baş çamur, kan revan... sonra acı, sonra kin, sonra anlaşılmaz ve karmaşık bir sürü düşünce duygu... nasıl anlamadım diyoruz örneğin. Bu muydu delice sevdiğim, uğruna hayatı harcadığım diyoruz. Sonra en avutucu cümlesi çıkıyor şans oyunlarının. Her bitiş yeni bir başlangıçtır diyoruz. Ve sütten ağzımız yanıyor.
Bir dikişte bitti aşkın şarabı. Geriye kalan yalnızca hazin yalnızlık. Yani öncesinde ne varsa sonrasında da o kalıyor elimizde. Azıcık daha paralanıyor parçalanıyor hayat. Elde var kırık dökük sırça anılar yumağı. Dokunsan ellerin kanıyor. Bir tarafta kalbe batan acı acı yalnızlık. Kabul etmesi sorunlu, kabul etmek zorunlu. Elde var acı, elde var sap sarı umutsuzluk. Ve elde var yeni yanılgı ihtimalleri. Her şey ucu ucuna yaşanıyor ne yazıkki. Her şey karşıtını yanında taşıyor. Aşk kendini gereceği çarmıhını sırtında sokuyor aramıza. Öleceğini bile bile doğuruyoruz aşkı hayatı tırnaklayarak. Öleceğini bile bile itirazsız doğuyor aşk. Aslında belkide baştan ölü doğuyordur. Ama kör oluveriyoruz heyecanından anneliğin ve babalığın. Görmüyoruz ölü doğan çocuğu. Ve bir zaman sonra o heyecan alışkanlık oluyor. Sonra burnumuzun direği sızlıyor cesedin yalnızlık kokusundan. Gözden kaçırdığımız gerçekler cesedi parçalıyor, ceset yalnızlığıa gebeymiş meğer. Apansız doğuyor yalnızlık. Tüm kokusu ve renksizliğiyle yeniden sım sıkı kuşatıyor hayatı yalnızlık daha doğar doğmaz. Sonra hipokrat yeminli kalabalığın huzurnda x-duhul oluyor aşk, x-duhul oluyor bitmeyeceğini sandığımız hayat. Bu kez otopsi masasında aşk var. Sağını solunu kesip bakıyoruz içine. Her yerini sarmış yalnızlık. Maskelerimize rağmen burnumuzun direği kırılıyor kokusundan yalnızlığın, ama inkar ediyoruz anlamsız bir güçlü olma merakı yüzünden. Ve topluyoruz cesedini aşkın. Elde var acı.
Peki neden acele ettik içerken aşkın şarabını? Peki o kadeh sığamazmıydı koskoca bir hayata, yayamazmıydık onu tüm ömrümüze sere serpe? Peki neyi yanlış anladık ve neyi yanlış yaptık? Neden acele ettik? Neden? Neden? Neden! Peki ne olacak körlemesine edilen dönülmez yeminler? Ya nereye koyacağız o büyülü sözleri? İşte böyle azar azar soru topluyoruz hayattan. Hayatı sorulara bölüp aşkı çıkarıyoruz hayattan. Elde var binlerce bilinmeyen. Sonra azrailin orağını takıp misinenin ucuna, birer birer parçalayarak çekiyoruz ettiğimiz yeminleri ve verdiğimiz sözlerin tümünü. Hepsini toplayıp kutusuna pandoranın bir dahaki sefere açmak için açılmayacağına yeminli kilitler vuruyoruz kutuya. Ve geriye kalan o umarsız yalnızlıkla bir sonraki maceraya kadar geçecek hayat. Sonra sayfa ilk satırdan yazılmaya başlıyor. Ve yine en sonunda yine bu cümle söyleniyor. Hep yalnızlık, hep yalnızlık.
Deli Filozof