Yazıya yazılanlar var, bir de yazı yazanlar Bu ikisi arasında da farklar var. Yani, Yazıya yazılanda, yazı ile yazıcısı arasında herhangi bir mesafe yoktur; yazan, yazıya konu olmuş şeyi sadece muhayyilesinde taşımaz, o konunun içinde yaşar ve konunun adeta kendisi olur. Okumaları, yüreğinde hissettikleri onu bir kapının önüne koymuştur. O kapı, arkasında neyi tuttuğu merak edilen bir şey olmaktan çıkmış, açılacak kapıyla yüreği de açılacak ve genişleyecektir. Bu durumda yazıcı mı yazıyı yazar, yoksa yazı mı yazıcıyı kurar, belli değildir. Bundan böyle yazıcı yazısında ne anlatırsa anlatsın, kendisini yazıyordur. Aklı ve kalbiyle yazıya dönüştüğünden, yazıcı artık yazı olarak ortaya çıkar; sanki yazmamış da yazılmış gibidir. Oysa yazı yazan ile yazı arasında her zaman bir mesafe vardır! Yani yazı, yazarın kendisi değil, kendisinin yaptığı bir iş haline gelmiştir. Bu durumda yazı, yazıcının sadece kafasındadır; yazıcı da yazının içinde değil, yazı yazıcının içindedir. Böylece yazı yazanın yazısında yazıcıyı değil, yaptığı işi görmüş oluruz.
Yukarıda anlattığım şey ilk başta çoğunuza karışık, anlaması güç, itici hatta sıkıcı felsefik bir düşünce gelebilir. Ancak sakin bir kafayla düşündüğünüzde aynı düzlemde buluşacağımızdan eminim
Gelin şimdi yukarıda özet geçmeye çalıştığım şeyi örneklerle açalım.
Efendim, daha önce okuduğum öykü ve yazılarından, ilk romanı Hiçbiryerden ve ikinci romanı Fatma Aliye: Uzak Ülkeden hareketle kitabın yazarı Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, yazıya yazılan bir yazardır. Yazar, biz okuyuculara aslında bir şeyler anlatmak derdinde filan değildir; yaşarken, okuyup yaşarken, kendini kurmak derdindeyken, dile geliyor. Öykülerinde, yazılarında ve romanlarında gördüğüm ve hissettiğim şey, neredeyse yazıcının kendisi olmuş meselelerdir. En soğuk, en nesnel bir şeymiş gibi görünen Moda ve Zihniyette de bu vardı. Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, hastasına yabancılaşarak iş yapan bir doktor gibi değil; meseleyi, kendi içinde aldığı renklerle anlatıyor.
Örneğin, Fatma Aliye: Uzak Ülke romanı Bu kitapta bir bütünleşmeden bahsedebiliriz elbette. Bu, benzer isimler taşıyan iki yazar kadınla sınırlı bir bütünleşme de değil! Sanki Barbarosoğlu kendini kurmaya koyulmuşken, yolculuğu onu Fatma Aliyeye götürmüş; Fatma Aliyeye vardığı yerde ise kendi fotoğrafıyla karşılaşmış. Yani Fatma Aliyeyi yazmamış, onu yaşarken kendini yazar bulmuş. Romanın şimdi de geçen (ki yazıcı, şimdiyi kendisi olarak okuyor) üçüncü bölümü ise tam olarak bunu gösteriyor. Onu Fatma Aliyeye götüren okumalarını ve iç heyecanlarını bilmiyorum ama Kadıköy meydanında Fatma Aliyenin torunu Suna Selen ile karşılaşması, adeta bardağı taşıran son damla olmuş. Bu son damla, o güne kadar yazıcıda yaşanan Fatma Aliyenin yazıya konu olmasına sebep olmuş. Romanın şimdide geçen üçüncü bölümünden ise şunu anlıyorum: Yazıcı uzunca bir dönem Fatma Aliyede yaşayarak o uzak ülkeye yolculuğa hazırlanmış. Bu bölümü, Barbarosoğlunun Fatma Aliyeye, yani uzak ülkeye yaptığı yolculuğa hazırlanışı olarak gördüm. Bu sebeple romanı okuyup bitirdiğimde, aslında son bölüm, ilk bölüm olabilirdi diye düşündüm.
Fatma Aliyenin Uzak Ülke romanında üç üst bölüm var: Okumak, yazmak ve kilitli kalmak Bu üç bölümün toplamı olan romanın esas çizgisinde, İslâm medeniyet perspektifine oturan Osmanlının son dönemlerinde yaşananların bir yazar kadın üzerinden okunması vardır. İyi bir tarih yazıcısı olan Ahmet Cevdet Paşanın kızı ve tarih yapıcı / yaşayıcılardan Faik Paşanın eşi Fatma Aliyenin biyografik hayatında görünen hakikatlerde şimdiyi okuma çabası Yazıcı şimdiden uzak ülkeye, bugünden düne gidiyor oluşu, maksadı sadece uzak ülkeyi, dünü göstermek değil, bugünün izlerini dünde aramak veya dünün bugünde aldığı şekli göstermektir diyebilirim. Başka bir ifadeyle denilebilir ki: Yazıcı, yazar kadın kimliğinin köklerine giderek kendini bir yere konumlandırmak istiyor. Elbette ki metnin yazardaki yorumu kendinde saklıdır, ancak bu tespitler ise bir okuyucu olarak benim çıkarımlarımdır. Bilindiği gibi her okuyucu herhangi bir metni okuduğunda onu kendine has yorumlar ve zihninde farklı bir şekilde kurar.
Bu romanda, Fatma Aliyenin şahsında temel insanlık meseleleriyle karşılaşıyoruz. Sebep ve sonuç ilişkisiyle iç içe geçmiş bu üç dönemin (Abdülaziz, Abdülhamit ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu) iklimiyle birlikte, yazar kadın Fatma Aliye, anne Fatma Aliye, Doğu-Batı arasındaki Fatma Aliye ve kurulan yeni devlete sığmayan Osmanlı bakiyesi ailelerinden biri olarak Fatma Aliye üzerinde düşündüm.
İnsan merak etmeden duramıyor. Şimdi de Fatma Aliyelerin izlerini sürmek gerektiğini düşünüyorum.
Evet, İslâm medeniyet perspektifinin ulema geleneğinin son temsilcilerinden biri olan Ahmet Cevdet Paşanın evinde tatlı bir heyecan vardır. Adviye hanım hamile olduğu çocuğunu doğurmaktadır. Önceki doğumuna ebelik yapmış ebenin yerine yeni bir ebe işe koyulmuştur. İlk kez ebe olarak geldiği evin sahiplerini öğrenmiş olmanın heyecanı içinde, doğan çocuğun göbek bağını keserken, Sesi de, talihi de güzel olsun diyecekken, Aklı güzel olsun der. Hiç şüphesiz irrasyonel bir durumdan bahsediyoruz. Kendisine Fatma Aliye ismi verilmiş bebenin sesi ve talihi hikâyesinde saklıdır, ama çok açık ki, aklı açık biri olarak hayatta yerini alır. Hayatı harflerin, kelimelerin, dilin, kitapların sayfasında ve düşüncenin içinde geçer. Yaşıtları gibi oyunların içinde kaybolmaz, kitapların sayfalarında görünür bir hayatın kahramanı olur. Çocukların çok da yaklaşmadığı, kız çocuklarının özellikle uzağında dur(durul)duğu kendince bir oyuna girişir. Harflerle oynar, kelimelerle bir dünya kurar, içine düştüğü dil ile durduğu yerle yetinmez, başka yerlere uzanmak ister. Abdülaziz devridir. Evler, imparatorluğun büyüklüğüne yakışır tarzdadır; evler okulda değil, okul evdedir. Kendisine gelen hocalara sorduğu sorulardan edindiği cevaplarla kendi yolunu açmaya çalışır. Aliye sordukça sorar, her sorduğu soruya kendini tatmin eden cevaplar aldıkça, bambaşka diyarlara yürüdüğünü zanneder. Annesi ve babası hayretler içindedir; harflere, kelimelere, dile gelen Fatma Aliye herkesi şaşırtmaktadır. O, kitapların sayfalarında başka yerlere kanatlanır. Hem burada hem değil. Rüya gibi yani Okumak, iradeyle bir düş görmek değil miydi ki zaten. Okurken hem buradasınız, hem değilsiniz; okuduğunuz şey sizi başka yerlere götürmüştür çünkü. Kendisini uzaklara taşıyan okumalar onu yeni bir dille karşılaştırır. Fransızca ile Gizlice ve kendi başına Fransızca öğrenmeye koyulur. Bunu sonradan öğrenen baba kızını şaşırtır, bu dile giden yolları açar. Bir dil sadece bir dil değildir, yeni bir dünyadır aynı zamanda Fransızca ile başka bir dünya ile karşılaşır.
Bir süre sonra eve gelen hocalardan bir şeyler öğrenme isteği biter. Hocalar artık konağa gelmeyecek, kendisi hocaların kitaplarına gidecektir. Ahmet Mithat Efendinin kitaplarıyla buluşur. Hayata karışamayan Aliye, kitaplardaki hayata pek çabuk karışır. Okuduğu kitaplar, öğrendiği Fransızca ile karşılaştığı dünyalar, Ahmet Mithat Efendinin romanları kendisinde romancı hassasiyeti geliştirir. İmparatorluk uzandığı yerlerden geriye doğru çekildikçe o ileriye doğru gelişir. İçine çok şey doluşur, yaşı büyür. On yedi yaşına vardığında babasının münasip gördüğü Abdülhamitin Kolağası Faik Paşa ile evlenir. Babasına rağmen bir şey yapacak biri değildir o; baba Ahmet Cevdet Paşa, Fatma Aliye için merkezi bir şeydir. O ki, romanlarında bile kahramanlarını babalarıyla karşı karşıya getirmez. Ahmet Mithat Efendinin bir talebesi olarak derse yatkındır. Yazarak bir vazife görmek istemektedir; yazar kadın olarak Ancak Faik Paşa da buraların erkeği olarak, okuyan, düşünen ve yazan bir kadını fazla görmektedir. Fatma Aliye ise evlilikten bunu beklememektedir. Gizli saklı yazmaya devam eder. Üstelik bunu kâğıda değil, zihnine düşürerek Ancak bir gün gelir Faik Paşa kararından vazgeçer, yaz! der. Bu Fatma Aliye için büyük bir lükstür. Hem evliliği sıkıntı olmaktan çıkmış hem de yeniden diline kavuşmuştur. Buralarda ilk kez bir kitabın kapağında Bir Kadın imzası görünür. Fatma Aliye çevirdiği Fransızca kitabının kapağına kendi ismiyle değil, Bir Kadın imzasıyla yer alır. Verilen tepki şudur: Bir kadın ne bilsin Fransızcayı, ne ilgisi var yazıyla Osmanlı erkeği böyle tepki vermişti. Osmanlı erkekleri, Osmanlı kadınlarına nasıl bakıyor ki! Bakıyor mu? Baksın veya bakmasın, Fatma Aliye kendinde yaşarken, hurufatla birçok yere gitmiştir. Artık o Osmanlının ilk kadın yazarıdır.
Konağında, kitapların sayfasında geçen bir hayata yazılmıştı. Ama hayat yerinde durmuyor, imparatorluk çözülüyor, insanlar başka yerlere savruluyordu. Erkekleri ve kadınlarıyla Osmanlı, rengini kaybediyordu. Yazı yazmak ile hayatı tanzim etmek tercihleri arasında Fatma Aliye yazıyı seçiyordu. Madam Serandi, Müslüman kadınlar 20 yıl önce böyle değildi. Artık siz başka türlü yaşıyorsunuz. Oysa biz, yere düşer gibi geçerken yılların üstünden, siz göğe ulaşılacak basamak niyetine geçiyordunuz yılları. Ama görüyorum ki, şimdi siz de artık göklerden düşe düşe yaşıyor ve dahi yaşlanıyorsunuz. demişti. Hayır, göklerden düşer gibi yaşamayacaklardı. Bunun için yazarak akacaktı hayatın içine. Teselli arayanlara kitaplarıyla teselli olacaktı. Çünkü sadece kendi çocuklarına anne olmakla valide olunamıyordu, sadece yakınlarına yakın durarak Allaha yakın olunamıyordu.
Küçülen imparatorlukla beraber evler de küçülmüştü. İlim, evlere sığmaz olmuştu. Çocuklar, erkekler ve kızlar okullarda başka dillere, başka dünyalara, dinlere, tasavvurlara yakalanıyordu. Bir garip özgürlük esvapları dalgalandırarak ve değiştirerek yüzlere başka bakışlar takıştırıyordu. Osmanlı erkeğini ve kadınını savuran bu rüzgâr onları kendilerince olmayan bir toprakta buluşturuyordu. Özgürlük, aşk, evlilik yeniden tanımlanıyordu. Kızların evden kaçtığı bir dönemdi. Annesi ve babasına rağmen kızı Ayşe aşkının peşinden gitmişti. Ahmet Cevdet Paşanın torunu, ilk muharrire Fatma Aliyenin kızı İsmet Hıristiyan olmuştu. Fatma Aliye kızını arıyor ve soruyordu: Aşk bizi terbiye ediyordu. Ne oldu da biz aşkı nefsimizi terbiye eden bir basamak olmaktan çıkarttık? Muhaderat romanında Eninde durumun dayanılmazlığından yazıya kaçıyordu. İmparatorluk topraklarından çekilmiş, kızlar evden kaçıp Hristiyanlığı tercih etmiş, Fatma Aliye de kendi garına çekilmişti. Dönem, hürriyetten yararlanmak için ikbal peşinde Ankaraya hücum vaktiydi. İnsanlar yüzünü Ankaraya çevirip ona koşarken, Osmanlı bakiyesi Fatma Aliye, kendini düne ve İstanbula hapsetmeye razı olmuştu. Ona göre: Yol belliydi. Maziyi yıkmadan istikbali hazırlamak İnkar değil, ikmaldi. Padişahı yıkmak ile maziyi yıkmak arasındaki farkı keşke bilebilmiş olsalardı. Geçmiş ile ilişkinin her zaman gelecek ile ilişki kurmak olduğunu keşke kabullenebilmiş olsalardı.
Kızlar evden kaçıp Hıristiyanlığı tercih ederek annelerini, tarihlerini de inkâr ediyorlardı. Geçmiş ile kurulan mevcut ilişki de evden kaçan kızlar gibiydi. Neden hurufat(yazıları)ı oğullara ve kızlara benzetmişti!? Hurufat üzerinden dünyaya değip dokunulduğu için mi? Yazı yoluyla istif edilen düşünce, geriye kalan olduğu için mi? Hayırlı yazı, amel defterini açık bırakan. Hayırlı yazı! Ama yeni dönemle birlikte yazılar da değişmiş, artık Latin harflerine geçilmişti. Bu hurufat başka düşüncelerin gemisiydi. Kendi düşüncelerini bu gemiye yüklemeye kalkınca düşünce küsüyordu. Fatma Aliye evden kaçan kızıyla geçmişle kurulan ilişki arasında sürekli muhasebe yapıyordu. Romanlarında anlattığı ve kışkırttığı kadının aldığı hal üzerinde kendi sorumluluklarını düşünüyordu. Yaşadığı bir hayal kırıklığıydı. Böyle bir kadın mı arzuluyordu, kitaplarında açtığı yoldan giden kızlar din mi değiştirmeliydi?
Çekildiği garında, Hıristiyanlığı tercih eden kızı İsmeti arayan dedektifin parasını temin için babası Ahmet Cevdet Paşadan kalma malları satıyordu. Eşi Faik Paşanın, yani babasının ölümüne bile gelmeyen İsmetten yakıcı mektuplar alıyordu. Dünün bakiyesi olan Fatma Aliye bugüne eklenemiyor, kendine tutunarak yaşıyordu. Kendisini anlamayacak gibi görünen genç adam soruyordu: Yaşarken unutulmak çok elem veriyor olmalı. Fatma Aliyenin cevabı şu oluyordu: Ben trenden indim. Aynı yerde ve aynı zamanda olanlar birbirlerini hatırlayabilir ya da unutabilir. Ben sizin zamanınızda değilim. Zalim ile mazlumun yan yana durduğu, iyi ile kötünün aralarında hiç fark yokmuş gibi idrak edilmeye çalışıldığı zamanlara ait değilim. Unutulmadım. Sizin dünyanıza hiç girmedim diyelim.
Kurulmakta olan yeni dünyada kendisine yer olmadığını iyice kavramıştı. İki tür insan ortaya çıkmıştı. Geçmişe bütünüyle sırt dönüp bugünkülere yarananlar, bugünküleri bütünüyle kötüleyip geçmişte takılı kalanlar O ikisinden de değildi. Kendisini unutturmuştu. Yazıları okunmayan yazar olmaktansa artık yazmayan eski zaman muharriresi olmak daha iyiydi. Haksız da değildi! Dün, memleket olarak gittiği yerlere bugün artık pasaportla gidiliyordu. İstanbulun eski aileleri Türkiyeye sığamıyordu. Fatma Aliye, çoktan bir uzak ülke olmuştu.
Fatma Barbarosoğlunun tekrar okuduğum romanlarında özellikle uzak ülke Fatma Aliyeye gidip onu bize yakın kılmış. Romanın ilk iki bölümü olan okumak ve yazmak bu uzak ülkeden haber veriyor. Kilitli kalmak isimli son bölüm ise şimdiden bahisler açıyor. Daha önce de söylendiği gibi, yazıcı, Fatma Aliyeyi yaşarken, yani bu romanı yazmaya koyulurken hayatına vuran Fatma Aliyeyi kilitli kalmakla tanımlıyor.
Evet, Uzak nasıl yakın kılınır? sorusunun cevabı, yazıya yazılarak desek ziyadesiyle realiste bir tespitte bulunmuş oluruz. Yazdığınız şeye dönüşmüşseniz, o şey ne kadar uzakta olursa olsun, artık yakınınıza kadar gelmiş demektir.
Kalın sağlıcakla