Anakronik Savaşlar

Teknolojinin ilerlemesi ve medyanın toplumlar üzerindeki büyük etkisi sayesinde, insanlar gizil bir karmaşıklığa sürünmekteler. Daha hızlı düşünmek, daha çabuk davranmak zorundayız. Godot'yu bekleyen ruhlarla sarılmış benliklerimiz bile daha hızlı bekl

yazı resimYZ

ANAKRONİK SAVAŞ
Bacak bacak üstüne atıp uzun süre öylece durduktan sonra ayağın karıncalaşır, işte o karıncalar şimdi Kadıköyün ortasında, ben yürüdükçe üzerime doğru geliyorlar sanki. Nereye gittiğimi de bilmiyorum. Kalabalık, her şey kalabalık; insanlar, araba sesleri, ağız kokuları, göz göze kesişmeler, seyyar satıcılar ve çığlıkları, omuz omuza çarpışmalar, hırsızlardan korku...

Sıkılmama rağmen buraya geldim. Kitapçılara baktım, her şeyi gördüm. Ciddi ve entelektüel kitap seyircileri her zamanki gibi hiç istiflerini bozmadan raftan rafa atlıyorlardı. Ömrüm boyunca entelektüel biri olmak istedim ama bu kitapçılarda araştırmacı kişilikleri görünce vazgeçtim entelektüel olmaktan.

Bu kadar ciddi, kendinden emin biri olamayacağımı düşündüm. Bu manzara beni hep kuytu yalnızlığın içine sokup orada boğulana kadar tutuyordu. Korkuyordum ama ne kendimden ne de etrafımdakilerden. Boynumdaki damarlar geriliyor derimi çekiştiriyorlardı. Dişlerimi sıktığımı acıdıklarını hissettiğimde anlıyordum.

Usul usul raflara yanaşıyor, gözüme kestirdiğim kitapları işaret parmağımla hafifçe aşağı doğru eğiyor ve çekiyordum. Önce kapağına bakıyordum sonra arkasına. Bunu etrafımdaki entelektüellerden öğrenmiştim. entelektüeller deyince bile korkuyordum. Bu kelimenin içimde gizli bir asaleti vardı. Kendimi onlardan hep uzak tutmaya çalışıyor ama çabaladıkça tam tersine onların bulunduğu yerlere, genellikle kitapçılara, gidiyordum. Sonra da onların taklidini yaparak kitaplara bakıyordum. Ama ne olursa olsun entelektüel olmayacaktım bunu kafama takmıştım.

Burnu havada lık, kendini beğenmişlik vardı bende. Bu inanca bağlandım. Başka türlü çözemiyordum kafamdaki soruyu ve korkumu. Mükemmel değildim, beğenmiyordum entelektüellerin tavırlarını, işte bu yüzden uzaktım onlara ama kendimi de kitaplardan alamıyordum. Kitaplara yakın oldukça onlara da yakın olmam çok olasıydı. Bazı zamanlar bunun sınırını çizemezsem kendimi affetmeyeceğimi tekrarlıyorum içimden.

Onun için satın aldığım bir kitabı poşetin içine koyar, hemen eve gider, odama çekilir ve kitaplardan gelen onca yazarın öfkesinin etrafa yaydığı ağır mistik kokuyu ve havayı içime çekerdim. Bayılırdım bu kokuya: kitap kokusu. Öyle ağırdı ki, içeri girer girmez sanki bütün kitapların yazarları ayrı ayrı hiddetlerini bana kusuyorlardı. Bunu hisseder hissetmez kendime önemli bir sorumluluk verdim. Yazarlarımı dinleyecektim. Keşke dinlemez olaydım.

Kitaplarım yan yana üst üste dizilmişti. Ya boğuluyorlar ya da diğerlerini eziyorlardı. Bazen dakikalar harcardım bir kitabı bulmak için ama bu bende asla sıkıntı yaratmazdı çünkü bir kitabı kütüphanende bulamamak insanın ne kadar çok kitabı olduğunun farkına vardırırdı.

Hepsine birden baktığımda, gözüme ilişen manzara eski savaş filmlerinde atların toprak yolda çıkardığı tozların içinde savaşan askerlerin çığlıklarıydı. Birkaç tane kitabın yarattığı savaş bile yetiyordu bana bazen. Kimler yoktu ki bu savaşın içinde... Durmadan hiçbir şey düşünmeden onlara bakıyordum, yazıları birbirine giriyor, karışıyor ve yok oluyorlardı...

Özgürlüğü ilke edinmiş, insanlarının kalkınabilmesi için otoriteye uyulması gerektiğini, ama aynı zamanda da insanların kendi fikirlerini alenen açıklaması gerektiğini veya açıklayabilmesi gerektiğini savunan ve bunun insanlık görevi olduğunu ileri süren Kant, fikirlerini yayınlayabilmek için kuytu bir yerde bir ağacın gölgesine sıvışmıştı. Burada fikirlerini kağıda dökerken elinde kılıcıyla Foucaultya yakalandı. Kant korkudan Foucaultun elinde bulundurduğu psikopatoloji diplomasını kendi aydınlanmasının düşmanı olan bir kılıç zannetmişti. Foucault oraya Nietzschenin yanından geliyordu. Daha henüz Nietzche Tanrının ölümünü ilan etmişti. Foucault da bunun üzerine Kant a bir aydınlık sunabilmek için hemen onun yanına gitmişti ve Nietzchenin fikrinden ilham alan Foucault bir avazda artık insanoğlu öldü Kant, öldüüüü diye bağırdı. Tüm savaş alanı birden sessizliğe büründü. Kant ağzı açık kalakalmış bir ifadeyle Foucaultya bakıyordu. İnce dudaklarını oynatarak Yapma ya! dedi. Ya diye yanıtladı Foucault.

Savaş alanından, Foucaultnun çığlığını duyan birkaç kişi onlara doğru yöneldiler. Ayaklarını sürte sürte ve kılıç sallamanın verdiği yorgunlukla omuzlarını aşağıya sarkıtarak yürüyorlardı. Herkes ne olacak edasıyla onlara bakıyordu. Savaş alanında bulunan Lawrence yerde yaralı yatan bir ata hayran olup onu almaya karar verdi. Yiğit ve cesur bir askerdi, belki ileride yazacağı bir hikayede bu atı kullanırım diye heveslendi. Ama o yalnız değildi onu bir sperin ardında gizlenebilmek için sırtında kocaman bir kütük taşıyan Hughe takip ediyordu.

Bu tablodan kimse ders almamışa benziyordu. Aşınan toprağın altından insan kemikleri görünüyordu. Brecht denen asil bir savaşçı bu kemikleri topladı ve kemiklerin yanında bir yazma vardı. Etrafında kan lekeleri olan bu yazmayı buldu. Aristo diye biri trajediyi anlatıyordu, Poetika adını verdiği bir kitapta. Sonuna kadar okudu acıma ve korku duygularının oluştuğu bu savaş alanında kimsenin geliştiğine şahitlik etmedi ve kitabı orada bırakıp, Aristoya karşı yeni bir şey yazmak için yola koyuldu. Epik epik adımlarla savaş alanından uzaklaşıyor ama içinde ölü insanların kuklalarla gösterilebilme ihtimali olan yeni bir savaşa doğru gidiyordu.

Terkedilmiş kitabı gören ve cebinde sevgilisinin verdiği gülü durmadan koklayan Eco hemen koşup kitabın ikinci bölümünü aradı ama bulamadı ve bunun eksik olduğunu düşündü. Oğuzcan Econun derdini anladı ve artık bir şeyler yapması gerektiğini geçirdi içinden. Oğuzcan yoluna mırıldana mırıldana devam etti: Aman be Eco...

Savaş alanın öbür yanında hiç kimsenin göremeyeceği bir yerde Godot diye biri duruyordu. En büyük özelliği herkese geleceğim diye söz verip hiçbir zaman gitmemesiydi. Godotnun bulunduğu yere yakın gizli bir geçit vardı. Hiçbir erkeğin böyle bir geçit olduğu aklına gelmiyordu. Halbuki geçidi geçtikten hemen sonra Woolf denen bir kadın yaşıyordu. Burada kendine bir oda yapmış odanın dışarısındaki bahçede çimleri suluyordu. Erkek ayağı değmemiş bu çimler büyürken Woolf aynı zamanda kadınlar ile ilgili kitaplar yazıyordu. Woolf arada sırada Bessie Head adında Afrikalı biriyle mektuplaşıyordu. Bu mektupların birinde Head Woolfa Aşıklar diye nitelendirdiği iki aşığın Botswanada ki bir köyden kaçıp oraya doğru geldiklerini yazıyordu. Woolf yerinin ancak ona yeteceğini düşünüyordu ama Aşıklar gelirse onları Lessingin biraz uzakta yaptığı ve 19 nolu Oda diye adlandırdığı yerine gönderebileceğini düşündü. Ancak Woolf Lessingin İdris Şah ile bir dostluğu olduğunu bilmiyordu. Lessing yeni dünyasına Sufizim ile girmişti ve Watts bunun üzerine Tebrizli Şemsi ona gönderiyordu. Bunu duyan Ömer Hayyam Şakil utancından yerin dibine girdi...

Ve ben bu hayali anakronik savaş alanında gezerken cep telefonuma gelen mesajla irkildim. Bulanık gözlerle okuyabildiğim mesaj Abidin mi, Firdevsi mi? idi. savaş alanı yerini bir ressama ve şaire bırakmıştı. Şen olmasıyla ünlü Firdevsinin Şehname yi Gazneli Mahmutun altınları altında tamamlamayı düşünürken gümüşler içinde yazıyor olması üzmüştü Firdevsi biliyorum. Ama Abidin Firdevsinin durumunu biliyordu. Nazım Hikmetin şiir kitaplarına kapak deseni çizer çizmez, Firdevsinin Şehnamesi için yola koyulmuştu bile...

Başa Dön