Göğsümdeki boşluğun adı Nermin. Burnumu gıdıklayan saçlar, omzuma değen sırt, parmaklarımdaki göğüs, dizlerimdeki bacak... Şimdi hepsi, kayıp bir mekânın günah yatağında, geçmişi umursamadan uyuyor olmalı. Dört uzvumu tüm eklemlerinden büküp bir yumak haline geldiğimde, göğsümdeki bu boşluğu doldurabildiğimi zannederek uyumaya çalışıyorum. Karanlık odamda, yağmurun sesinden başka ses, sobanın üst deliğinden tavana vuran cehennem dansının projeksiyonundan başka ışık yok. Tavandaki ışıltı, arkaik bir Roma meyhanesinin, beyaz taşlarla örülmüş zemininde, kızıl sarı çingene kostümleri içinde oynayan İspanyol dansçılarını andırıyor. O ateş dansını izlerken, sıcak aydınlığın ritmine melodiler uydurmaya çalışıyorum. Endülüs ezgileri çalınıyor kulağıma. Rüzgara ve yağmura meydan okumasının, katil kuşlara, hırsız sincaplara yataklık etmesinin, sevişen mekânsız aşıkları gözlerden gizlemesinin ve kırk yıl süren inatçı suskunluğunun cezasını, odamdaki minyatür cehennemde çeken çamın lirik kareografisini sahneleyen dansçılar, Albeniz’in Sevilla’sında kıvranıyorlar önce. Birkaç dakika sonra durulup, Granados’un Andaluza’sını anımsatan, ritmik küçük ikili inlemelerine ayak uydurur gibi bir yöne doğru hızlı hızlı sıçrıyorlar. Sonra beklenmedik çıtırtılarla azan ateşin elçileri, Manuel De Falla’dan Değirmencinin Dansı’nı sergiliyorlar. Bu coşku çok sürmüyor ve ateş, Albeniz’in Mallorca’sıyla, ağır ve romantik bir üslubun esaretinde, ışığına, sıcağına, yanmamışa olan tutkusuna, dumana ve küle duyduğu nefretine, geçmişine ve bıraktıklarına veda ederek sönüyor. Aşk bu işte.
Şu demiri eriten ama sudan korkan ateş ne tuhaf şey. Kibrit, çıradaki sıcağı kendinden bilir mesela. Oysa yanmak özünde vardır çıranın. Yüzlerce kibrit eder yanınca ve “Üf !” deyince sönmez. Kendi özünden alevlidir çıranın dumanlı başı; maşuktan geri kalan ise kıvrık siyah nâşı. Kibrit, çıradaki sıcağı kendinden bilir. Taşa kussa tüm alevini, kara bir lekeden başka bir şey kalır mı? Yanmak çıranın özünde var; taşta ise yüz karası. Kadın kendinden bilir adamdaki yanma arzusunu. Oysa bir nefeslik ışığı, çıralı gönülde yangın, taş yürekte kara bir karanlık olur. Vefâ bu işte.
Çöpe dökülen küller, yağmurla inen duman... Çamurlu akaçların birleştiği köşelerde kavuşsalar da ıslak ve soğuk bir bulamaç olmaktan öte gidemezler. Çamın esrarı akşamda kalır... Ayrılık bu işte.
Soba sönünce oda kesif bir karanlığa büründü. Bir körün uyanıklığında, gözlerimin açık ve kapalı olduğu haller arasındaki farkı test ediyorum. Siyah tek başınayken, alabildiğine özgür ve hükümran. Siyah, beyaz yokken çok anlamsız. Beyaz yokken yalnız. Acıklı... Boşanmak mı? Bu işte.
Oda halen sıcak. Sönmüş sobadan yükselen ısı dalgaları yüzüme vuruyor. Zaten satıcı söylemişti. “Abi tuğlalı bu. Sönse bile bunun sıcaklığı seni yatana kadar idare eder.” demişti. Ölene kadar idare eder. Mezara kadar... Sanırım evlilik de buydu. Paha biçilmez hayatın, beş parasız serseri aşka kefaleti. Garantisi yok.
Yüzümü duvara döndüğümde, bildik bir ağlama nöbetine tutuluyorum. Sarsıla sarsıla ve kimseden utanmadan ağlıyorum. Penceremin önündeki sarı ayva ağacı, yağmurdan cesaret alıp “Sussss !” diyor. Yoldan hızla geçen bir araba ıslak asfalta söyletiyor. “Şşşşşş !”. Ama ne doğanın gücü ne de aracın hızı “Ağlama” diyebiliyor. Yalnızlık bu işte.
Yaşama dair gerçeklikler nasıl da bağlıyor insanı. Şimdi anılarım ve acılarımla, her şeyin başladığı ve bittiği yerde olmak yerine, aşkımın son gününü, bana özel ve sadece sonraki zamanları ölçebilen, bitimsiz bir takvimin ilk günü yapabilseydim. Yaşadığım kenti, işimi, her şeyi ama her şeyi burada, o acı günde, aylar sonra ev sahibim ve alacaklılarım tarafından haczen yağmalanmak üzere terk edip çırılçıplak ve sadece ben olarak “Bitti !” diye bağıra bağıra, nefesim kesilmeksizin koşarak, daha önce hiç yaşamadığım bir şehirde, her şeye yeniden başlayabilseydim; hafızamın bana daha az eziyet etmesini sağlayabilir miydim acaba?
Tanrım! Bu ne zamana kadar böyle gidecek? Her gece dört yıl süren bir uyuma çabası. Altımda bir metreye iki metre ölçülerinde, tek kişilik, ortopedik, yaylı ve uçsuz bucaksız bir çöl. Solumda soluk, beyaz, ağlama duvarı, sağımda Sakartepe’den yüksek bir uçurum. Sol elim sağ elimde. Dudaklarımda yumuşatıcı ve saç kokulu yastık. Ayak ucumda, az önce ayak parmaklarımla çıkarıp laubali bir karmaşıklıkta bıraktığım, O’nun aldığı çoraplar. Zihnimde çoğul anılar. Sevginin anımsattıklarıyla nefretin unutturamadıklarının savaşına hakemlik etmek ne de zor. Onur fevri kararlarda çok güçlü. Aşk ise dingin düşüncelerde. Yani bu gece aşk kazanıyor. Hayır gurur. Hayır aşk. Hayır. Galiba ben kaybediyorum.
Oda soğudu. Yorgan ise hala müşfik ve sıcak. Yastık, bir kadının omzunda yaşanan huzuru çağrıştıramayacak kadar yumuşak. Uyku yaklaşan ölüm gibi. Gözlerimi ve beynimi yakalamadan önce, hayatımla ilgili her şeyin hesabını vermeye çalışıyorum. Olmayacak galiba. Verilecek hesap çok; her suare bıkmadan oynadığımız ölüm provası ise yakın.