Akşam Erdal Öz’ün “Cam Kiriklari” ni okuyup uyumuştum. Murathan Mungan’in “Yüksek Topuklar” indan sonra epeydir kitap okumuyordum. Kitaba adini verdigi öyküyü çok begendim. Cam kiriklari benim de içime batar gibi oldu. Derinlerde hissettim acisini. Uyandigimda hala bir yanma vardi yüregimde. Acinin geçmeyecegini düşünerek balkona çiktim. Mevsim at kestanesi ağaçlarının kalan son yapraklarını da döktüğü ve incir ağaçlarının gövdelerini beyaza boyadığı, koyu güz mevsimi Ege’de. İncir ağaçlarını bilir misiniz? Hepsi birer aksesuar albenisiyle çıkıverirler karşınıza. Sanki bilinen bütün beyazları doğadan çalmışlar ve sadece apak kar beyazını kara bırakmışlar gibi...Tan atimi henüz başlamişti. Sabah serinligini derin derin içime çektim, biraz sonra yaşayacakla-rimdan habersiz... Bütün kasaba belki de uykusunun en derinindeydi. Bu gün Karahasanli dingin, ne karinca sesi var ortalikta ne de erguvani nakişli kelebek dedim kendi kendime...
Ufuktaki Çökelez dağları belli belirsiz sabah mahmurluğunda görünüyordu. Guguk kuşunun ilk guguklarıyla kıpırdanmalar başladı. Her guguk deyişinde ufuk ufuk der gibiydi. Üzerlerindeki gri yeşil basma yorganı biri açıverdi. Hepsinin pijamalarını gördüm; açıklı koyulu,uzunlu kısalı, mavili yeşilli pijamalarını... Bir tepecik gözlerini ovuşturarak açmaya çalışırken, diğeri kocaman ağzıyla esniyor. Koyu yeşil pijamalı olan koyu yeşil saçlarını tarıyor, kahve yeşilinden giyinmiş olan belli ki erkenden kalkmış sabah kahvesini yudumluyor Hemen yanıbaşındakinin uykum var diye mırıldanan sesini duyar gibiyim. Hepsi telaşın mutluluğa karıştığı, heyecanın meraka kucak açtığı birbirinden farklı eda ve endamlarıyla, sabahı kucaklamaya hazırlanıyordu.
Her şey Azize’ nin saçlarini şöyle bir savurmasiyla başladi; o uzun kizil iri dalgali saçlarini. Başi ve gövdesi görünmüyordu yalnizca uzun kizil saçlari savruldu ufukta. Her savruluş bir dokunuş, bir ritmik serzenişti adeta. Narin biraz da nazenin bir serzeniş...Azize’ nin saçlari bir yandan savruluyor bir yandan da geçtigi her yeri kendi kahve kizilligina boyuyordu. Ufuk onun dalgalanan saçlarinin büyüsüne kendini öylesine kaptirmiş ki kahve kizili emdiginin farkinda degildi. Kizillik her dakika daha da açiliyor adeta zamanin kizillikla, renklerin zamanla dansi yaşaniyordu. Ta ki parlak kizil sariya ulaşana dek bu cilveleşme sürdü...
İlkin kalın koyu beyaz dallarıyla incir ağaçları selamladı bu güzel günü. İncir ağacının dibindeki nar ağacında yüzünü ufka çeviren yalnızca bir tek nar kalmıştı. Günlerdir bu narın neden ağaçtan düşmediğini merak ediyordum. Tan atımını izlemek için diğer narların onu görevlendirdiğinden haberim yoktu. Çatlamış kabuğuna, kanayan dudağına rağmen dalda öylece duruyordu...
Sonra sokaktan geçen elektrik tellerine konmuş bir güvercin belirdi, sessizce olan biteni fotografliyordu. Guguk kuşunun ötüşü kumrunun sesiyle çarpişti. Arada bir uzun uzun öten alacali horoza yakinlardan bir karşilik geldi. Minik serçeler sanki ses yarişmasinda gibiydiler. Hepsi de kendi hünerini en güzel şekilde sunmak istiyordu bu kizil tan atimi karşisinda. Güzellikler böyle karşilanabilirdi belki de. Uzaklardan bir evden ani bir bebek çigligi yükseldi. Yeni dogan bebek çigligi... Daha yaşamla tanişmadan konçertonun içine giriveren bebek çigligi... Belki bir Üvercinka dogdu belki de mavi çorapli Osman...Yavaş yavaş güneş yüzünü göstermeye ve Çökelez yamaçlari kışlık urbalarini giymeye başladi. Sadece Azize’nin geçerken biraktigi hafif dalgali bir tel saçi onlari ayiriyordu ufukta, simli mavi gökyüzünden...Karanlik aydinliga, gece güne kavuştu bu tabloda. Aci, yerini umuda ve sevince terk etti bir süreligine...Hieropolis tüm ihtişamıyla kucakladı güneşi...