Sevgili Bridget,
Artık suya dikiş atan bir aklın sessiz pelerinini kaldırma vakti!
Yağmur caddeleri ıslattı
Pencereyi açtığımda toprak kokusunu içime çekecektim
Islak yolların orgazma dönüşmüş terini solutuyor tanrı onun yerine
Camın arkasında kahve fincanını dudaklarıma dayamış araba ışıklarını izliyorum.
Caddenin köşesindeki kafenin loş ışıkları altında bir kadın araba bekliyor.
Camın arkasında dudaklarıma acı kahveyi gezdiriyorum. Ne kadar mat!
Bugünlerde, tükettiğim kalp atışlarını garip bir sakinliğe bıraktım.
Bridget!
Her şeyi bu tuhaf boşluğa atıyorum. Sıkıldığımı düşünüyorsan yanılıyorsun.
Daha fazla, başkalarının çizgili dünyalarına giremem.
O tek bölümlük sahnelerde daha fazla oynayamam sanırım. Birer oyuncu değil miydik? Neydik?
Artık onların, benim dünyamda nefes aldıklarını görmem gerek!
Ruhlarını çıkarıp dolabıma asabilirler.
Kahvemde boğulabilir ya da benim yıldızlarıma asılabilirler.
Kendi yalnızlıklarını fark edip, benim yorganımda huzur bulabilirler.
Ne kadar anlamlı ya da anlamsız,
Ne kadar bencil ya da teslimiyetçi
Bilmiyorum.
DOĞRU YANIT: BİLMİYORUM yazılı şeyler yapıştırmışken buzdolabının kapağına, iç çekişli bir not daha ekleyebilirim:
KEŞKE BİLMESEYDİM!
Sen geçerken o gün ortası rüyalarımdan;
Balkondan görüp hayallere daldığım o ağaç düşümdeki heybetini kaybetti. Çünkü burada ağaçlar o kadar sık ki; ona orman adını vermek inan yetmiyor dilime. Kafamı her çevirişimde o kadar o kadar hızlı bir sekansta hareket ediyorlar ki; bir anda kaybolup bir anda ortaya çıkmaları neredeyse beni kendimden bile şüpheye düşürecek. Şehrin o zarif dokusu, elimin bir şıkıyla yok olacakmış gibi.
ŞIIIK!!!
Büyük bir tünelden geçtim. Aitlik hissi için ne kadar süre geçmeli acaba? Ludwig de ne acaba? Bu dilin içinde kaybolurken, koltuğumda oturup zamanın boyutlu boyunduruğunu düşünmek de ne demek? Neyse ki; herkesin bir hayaleti var.
Bankta dinlenen yaşlı teyzenin yanına oturdum. Bir kilise önü şarkıcısı, bilmediğim bir dilden şarkılar söylemekteydi o vakit.
Gitarıyla ağlamaktan yorulmuş olmayla, coşkulu bir Hıristiyan olmak arasında ne kadar düğümlü anılar varsa çözmeliydi. Hem karşıdaki mağazanın vitrininde ağaç dallarına asılmış kahve fincanları vardı.
Çünkü bir tek benim saatim doğru, Selin.
Rüzgarın otları okşayarak dolaşıp, köprülerdeki heykellerde beden bulmasıydı yamalı yollar. Saat kulesinin ardındaki ayın aydınlattığı gizemli çehre yok oluyordu bu saatlerde. Mor perdeli camdan el sallayan küçük kızlar doğanın en canlı halini yansıtıyordu ya da. Her şey alabildiğince gitmekte saklıydı sanırım.