Dilin önem ve niteliğinden söz ederken söylenenlerin tekrarından farklı bir noktadan ele almak istiyorum konuyu. Bir ulusu var ve yaşıyor kılan yaşam damarlarından biridir elbette kullandığı dil. Ancak bu kadarla sınırlı olabilir mi? Doğduğumuz günden bu yana bizi biz kılan yalnızca öğretilen bir ses akışı ve kulak dolgunluğundan ibaret değildir dil. Duygu ve düşüncelerimizi ifade etme gücünü, önce hissettiğimiz sonra yaşama geçirdiğimiz bilinçaltı bir reflekstir. Emeklemek, yürümek, beslenmek gibi.
Bir ulusun dil asaleti o ulusun geçirdiği safhalarla orantılıdır bana göre. Ne kadar büyük uygarlıklar süzgecinden geçmişse o kadar olgunlaşmış, gelişmiş ve kalıcı olmuştur. Bünyesindeki büyük değişimler onu olumsuz bir şekilde hiçbir zaman etkileyemeyecektir.
Tam burada Türk Dilinin tarihi gelişiminden dem vurmak gerekebilir; ancak merak eden herkes bunu öğrenebilir. Bu yaşadığımız teknolojik ortamda hiç de zor değil. Çok uzun bir tarihî geçmişe sahip olan Türk Dilinin sözlü edebiyatından yazılı edebiyatına kadar tüm eserleri incelendiğinde görülür ki Türk Dili uygarlık akışları içerisinde bir nehir gibi akmış, akışında bünyesine farklı ve değişik unsurları almış, zaman zaman da bunların gereksizliğine inanıp bunları saf dışı bırakmıştır. Dilin canlı bir varlık olduğu konusunda hiçbir fikir ayrılığı olmamış bugüne kadar. O zaman her canlı varlık gibi dilin de arayışları, çırpınışları, beklentileri, değişimleri olması normal değil mi?
MÖ III. yüzyıldan beri Kuzey Asya ve Doğu Avrupayı egemenlikleri altına aldığı bilinen Hun Uygarlığının başlattığı bir dil anlayışının adının Çuvaşça ya da Yakutça olması Türk Dilinin varlığı açısından insanın geçmiş tarihine baktığı zaman göğsünü kabartmaz mı? İlk yazılı ürünümüz olan Orhun Yazıtlarının Göktürkçe yazılmış olması, ilk Türk adının geçtiği yazılı bir kaynakla belgelenmesi dilimize duyduğumuz saygıyı nasıl beslemez? Sonra Uygurlar KarahanlılarOğuzlarSelçuklularOsmanlılar ve Türkiye Cumhuriyeti. Dilimizin bu oluşumlar içindeki dağılım ve yerleşim alanlarına göre daha pek çok farklılıklar gösterdiğini düşünecek olursak ne kadar köklü, ne kadar olgun ve ne kadar asil bir dil olduğunu da görebiliriz.
İnanıyorum ki Türk Dili nasıl sırası geldiğinde içinde bulunduğu ortama ve çağa göre birtakım değişimlere uğramışsa bundan böyle de Karamanoğlu Mehmet Bey gibi Mustafa Kemal Atatürk gibi ulusunu her şeyden çok seven önderler aracılığı ile zaten sağlam olan yapısını korumaya devam edecektir. Karamanoğlu Mehmet Bey, 13 Mayıs 1277de : "Bugünden geru divanda, dergahta, bergahta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil kullanılmayacaktır." diyerek nasıl ulusal duyarlılık göstermişse, Mustafa Kemal Atatürk de 2 Eylül 1930da: Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması milli hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk Dili dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk Milleti, dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır. diyerek Türk Dilinin öz benliğine dönmesi için gereken mücadeleyi vermiştir.
Bu asil söylemlerin yaşama geçirilmesi önce 11 Temmuz 1932 de Mustafa Kemal Atatürkün arkadaşlarına: Dil işlerini düşünmek zamanı gelmiştir. Ne dersiniz? sorusuyla başlayan ve Öyleyse Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti gibi bir de ona kardeş bir dil cemiyeti kuralım. Adı Türk Dili Tetkik Cemiyeti olsun. sözleriyle biten bir konuşmayla gerçekleşmiştir. Böylece bugünkü adıyla Türk Dil Kurumu 12 Temmuz 1932de kurulmuştur. İstanbulda Dolmabahçe Sarayında 26 Eylül 1932 tarihinde ilk kez toplanan Birinci Türk Dil Kurultayının açılış günü Türk Dil Bayramı olarak kabul görmüştür.
Türkiye Cumhuriyetinin mazisi bu kadar derin bir temel üzerine kurulmuş olması Türk Ulusunun tüm değerlerine olduğu gibi diline de sahip çıkacağının teminatıdır. Yeter ki sahip olduğumuz cumhuriyetin bekası ve gelişmesi için birlik beraberlik duygumuzu kaybetmeyelim, yeter ki ulusal bilincimizden ödün vermeyelim.
Tüm ulusumuzun Türk Dil Bayramı kutlu olsun
] ]