Herkesin denizi kendine güzel elbet. Ama Karadeniz bir başka güzel sanki. Hele o an be an değişen yüzü daha da bir güzelleştiriyor onu. Havasından mıdır, suyundan mıdır bilmem; kararsızlığı üstündedir daima. Bir bakarsın sessiz, sakin, duru... Mavi bir çarşaf gibi uzanır gider göz alabildiğince. Bir bakarsın sebebsiz bir öfkeye bürünür. Bürünürde, öfkesinden laciverte dönüşür rengi... Sonra bütün hiddetiyle o kara dalgalarıyla döver durur kıyıyı. Bir de o nehirlerin bentleri yıka yıka, dağların bağrından taşıyıp getirdiği çoşkun sularla birleştiğinde... İşte! İşte o zaman korkmalı Karadenizin hiddetinden.
Varsın o, öyle olsun; bazen bir çarşaf kadar düzgün, bazen de o, sebebsiz hiddetinden deli dolu. Her gün ama her gün yine de insan görmek istiyor onu. Onu her gün görmek için; Doğu Karadenizin o, dar coğrafyasında ne yapmalı, nereden bakmalı ona bilmem ki... Denizin hemen bitiminden başlayan o, bir avuç düzlüğü mü tercih etmeli ? Yoksa o, bir avuç düzlüğün hemen arkasında bitiveren tepelerin, dağların dik yamaçlarını mı seçmeli ?
İşte Rize' nin o, dik yamaçlarından birine kurulu; Rize Kalesi. Oraya çıkalım. Çıkıpta oradan bakalım; Karadenizin an be an değişen güzel yüzüne.
Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,
Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak...
Ahmet Haşim' in bu eşsiz dizeleri misali; ağır ağır çıkalım Rize Kalesi' nin o dik merdivenlerinden. Çıkarken arada bir durup, soluklanalım. Ve soluklanırken etrafımızı saran, tıpkı o dizeler gibi eşsiz manzaraya bakalım. Yemyeşil dağlarda, bağlarda, bahçelerde gezdirelim gözlerimizi. Gezdirelim kİ ; bir maviden, diğer maviye uzanan o yeşil rengin bin bir tonunda dinlendirelim gözlerimizi.
O, en tepede tam da surların üzerine yerleştirilmiş bir masaya oturalım. Surların üzerinde oturmak... harika bir şey bu. Arkamda, bütün güven vericiliğiyle kale içi. Önümde ta denize kadar uzanan bir uçurum... İşte bu noktada ; herkesten, her şeyden uzaklaşıp tüm bağları koparası geliyor insanın. Özgürlüğe kucak açmak ister gibi, kanatlanıp uçası geliyor... Uçupta Karadenizin üzerine konası geliyor...
Kale içinin o güven vericiliğinden mi bilmem, ayaklarım yere sağlam basıyor. Tıpkı şu ayağımın altındaki taş misali; her şey, herkes yerinde ağır olmalı. İnsan karaya, kuş havaya ait misali; az önceki o, tüm bağları koparıp uçup gitme isteği bir düşe dönüşüyor yavaş yavaş. O düşlerin ardından arkama yaslanıyorum güvenle. Sonra ... Sonra halis muhlis bir bardak Rize çayı içiyorum. Çayın deminden sarhoş, doğuya doğru göz alabildiğince uzanan Rize' yi seyrediyorum hayran hayran. Kah mavi, kah lacivert bir denizle yeşil bir kıyı at başı gidiyor güzellikte. Bu yarışın galibi hangi güzel olacak diye boşuna bekliyorum belki. İkisi de ayrı güzel, ikiside birinci çünkü. Yalnız yarışı bozan bir şey var ki ; o da insan oğlunun, iki güzel arasına elleriyle kondurduğu o taş bloklar. Ben de o iki güzel hatırına; kıyı boyunca uzanan , o neredeyse göğe yükselen taş blokları
görmezden geliyorum.