Bir Rüya Ömür Boyu Sürer mi?

Güneşi kim buzla kapladı?Her kimse çıksın ortaya! Sıcak günlerin umudunu insanlara bahşeden sonra da hiç acımadan kalplerinin sıcaklığını çekip alan, insanları sarı günlerin altında tir tir titreten kimse hüküm giymeli!Hüküm giydirilmeli! Sizin hiç uyanm

yazı resimYZ

Otobüsten indiğimde sıcak bir yaz gününün boynumdan aktırdığı terleri hissederken kesinlikle o günün getireceği sıkıntıları tahmin edebiliyordum. Tam beş kardeş yaz tatilinin sıradanlığını yaşamak üzere yola koyulmuştuk. Bugün de dün ve ondan önceki gün ve ondan da önceki gün, her gün ne yaptıysak, ne yapıyorsak onu yapmaya başlamıştık işte! Kolumun altında içinde havlumun, güneş kremimin bulunduğu çantamla ben, kucağında küçük erkek kardeşimle ablam ve uykusuzluktan solmuş suratlarıyla iki ağabeyim bütün günü ayrı geçirmeden önce son kez otobüs durağında, güzel bir gün geçireceğimize dair birbirimize yalanlar söylüyorduk. Tıpkı daha önceki günler gibi, her gün gibi.. Yalanlarla güne başlayıp, yalanlarla tüm günü geçiriyorduk. Bir tek olur da bir başımıza kalırsak ya da olur da küçük kardeşimden bizi duyamayacağı kadar uzaklaşmışsak o zaman gerçeklerle yüz yüze geliyorduk. Sanırsam git gide de alışıyorduk yalanlara. Öyle ya artık küçük kardeşimden uzak bile kalmış olsak yalanlara devam etmeye başlamıştık: gülüyorduk, eğleniyorduk.. Hepsi sahte!
Genç bir adam tarafından işletilen, sessiz sakin bir sahil bulmuştum. Orayı ne zaman keşfettim hiçbir fikrim yok, hiçbir ipucu yok. Sadece bulmuşum orayı ve çok seviyorum. Her günkü gibi havlumu taşların üzerine serip bağdaş kurup oturdum. Ne denize giriyordum, ne güneşleniyordum, ne de her gün yanımda taşıdığım kitabı okuyordum. Ama sorsanız kitap bitmek üzereydi; oysa ben neden bahsettiğini bile bilmeden yalnızca sayfaları çevirip kitabı eve götürüyordum. Havlunun üstüne hiç uzanmadım. Uzansam içimdeki sıkıntılar sanki mideme saplanacaktı. Sırtımdan bir kemik olup nefes borumu delecek ve ben soluk alamadan ölüp gidecektim. Oturduğum yerden taşların bitip kumluk alanın başladığı yere ayaklarımı uzattım ve çıplak ayaklarımı sıcak kumlara gömerek kalbimi ısıtmaya çalıştım.
Ben sahilde denizin sesini sevinçten çığlık atan çocukların sesinden ayıklamaya çalışırken küçük kardeşimin ablamla birlikte hastanelerde süründüğünü biliyordum. Taş koridorlarda ablam kucağından kardeşimi hiç indirmeden sert adımlarla yürüyordu. Doktordan doktora koşarken yalnızca bir çift ayağın adımları yankılanıyordu ve o bir çift ayağın adımları iki insanı taşıyordu. Çünkü kardeşim yürüyemezdi ya da konuşamazdı ya da tek başına yemek yiyemezdi. Tam olarak yaşını kestirememekle birlikte kıvırcık saçlı sarışın, kırmızı eşofmanlı küçük kardeşin beş yaşında kadar olduğunu söyleyebilirim. Aslına bakarsanız ne kendi yaşımı ne ablamınkini ne de ağabeyleriminkini de bilmiyordum. Üstelik küçük kardeşim dışında kimsenin yaşını tahmin edecek durumda bile değildim. Sanki yıllar boyu tüm kuşlar, arılar, çiçekler bize baharı, yazı, sevinci değil de kardeşimin hastalığını anlatmıştı. Otobüs durağında durup da birbirimize yalan söylemeye bizi doğanın tüm canlıları itmişti. Bu yüzden yalan söylediğimiz ya da sanki ortak sorunumuzu bilmiyormuş gibi yaptığımız ve sürekli birbirimize neden üzgün olduğumuzu sorduğumuz için kendime ve kardeşlerime kızmıyorum. Biz hayat oyununu oynamaya mecburduk. Ben her gün o sahile gidip oturmalı ve hiçbir şey yapmadan hastaneden gelecek haberi beklemeliydim ve hiçbir zaman ağabeylerime ya da ablama o gün ne yaptıklarını sormamalıydım.
Ben daha zamanın nasıl geçtiğini anlamadan hava kararmaya yüz tutmuştu. Kumlar soğumuş, ayaklarım üşümeye başlamıştı. Gözlerimi kitlediğim yerden ayırıp etrafa bakmaya başladım ve taştan kemer köprünün ardında ağabeylerimi gördüm. Büyük ağabeyimin hareketlerinden ortak hüznümüzü anlattığı anlaşılıyordu. Yanlarına koştum ve oyunun kurallarını bozmamak adına büyük bir sessizlik aramıza girdi. Küçük ağabeyimin koluna girmiş onun sevgisiyle dolup taşarken çıplak ayaklarımın beton zeminde gezindiğini fark etmemiştim. Aklımda, martılarda, gecede, yürüyüşte tek bir şey vardı: küçük ağabeyimi gerçekten çok seviyordum ve ondan ayrı kalma korkusu beni öldürüyordu.
Ablamı ve kucağındaki küçük kardeşi yolun karşısında gördüğümüzde ağabeylerimle yaptığımız yürüyüşün sona erdiğini anladım. Yine de küçük ağabeyimin kolundan çıkmadım. Olabildiğince yavaş, tadını çıkararak geldiğimiz yoldan geri döndük ve sığınağımda unuttuğum havlumu, kitabımı, kremimi çantaya doldurduk. O zaman uzun yürüyüşü çıplak ayaklarımla yaptığımı anladım ve nasıl olup da incinmediklerine, kanamadıklarına şaşırdım.
Eve döndüğümde odamda, tek başıma, uzun beyaz geceliğimle acıdan kıvranmaktaydım. Gözlerimde akmayı bekleyen milyonlarca gözyaşı, karnımda ise soluk borumu delik deşik eden onlarca kemik vardı. Sonuna nefessiz kalmıştım. Sebebini hatırlamıyorum, yalnızca kardeşin hüznünün yanına küçük ağabeyime çok kırgın oluşum eklenmişti. En kötüsü de silueti hayal meyal olan küçük kardeşten çok küçük ağabeyime üzülüyor olmamdı.
Sabah olunca küçük ağabeyimle barıştığımı görebilmek için kendimi biraz daha uyumaya zorlamıştım. Ama olmadı.. Nedenini anlayabilmek için uykumdan uyanmam gerekti. Rüyamdakilerden bir tek ablam yaşıyordu. Ağabeylerimden biri annemin karnında, diğeri doğduktan sonra ve küçük kardeşim de doğmadan ölmüştü. Üçünün de adı bile konmamıştı daha. Acaba hangisi daha kötü: rüyada olup sevgiden çıldırmak mı yoksa rüyadan uyanıp sevgiden çıldırdığın insanı bir daha asla göremeyecek olmak mı?

Başa Dön