Neden hep küçük kalmayı öğütlediklerini sanırım henüz anlıyorum. Delikanlı yaşlılardan olmayı, içinde bir çocuk ve o çocukla paylaşacağın oyunlarının olmasını… Meğer insan bir küçükken gerçekten sevebilir ve sevilebilirmiş. Meğer seni sevmeyip severmiş gibi yapanların seni gerçekten sevdiğini sanmak sadece küçükken mutluluk verirmiş. Bir o zaman her şey daha basitmiş. Korunmak için uykusuzluklara, gözyaşlarına, ayrılıklara gerek yokmuş. Bir anne ve babaya sahip olmak, bir meleğe inanmak yeterliymiş. Hiç kimsenin seni kırmaya kıyamadığı veya üzmeye değer görmediği tek zaman o zamanmış, kanunların bile koruduğu tek şey küçüklüğümüzmüş ve farkında bile değilmişiz.
Büyüdükçe yalnızlaşmışız. Önce bağımsızlık için direten bizmişiz, bir sürü insanı dost bilmeyi maharetten saymışız. Dost denilenlerin bir çoğu yavaş yavaş acıtarak çekip gittiğinde dost kelimesinin ne kadar değerli olduğunu anca anlayabilmişiz ve anladığımızda o kelime anca bir ürperti kadar önem vaad eder olmuş. Sonra anne ve babalarımız yorulmuş artık bizleri korumaktan. Daha ergin ve birey olmanın tadını tam alamamış, tüm sorumluluklarımızın maliki olmayı büyümekten sayarken çekilip gidivermişler. Elimizde şahsımıza ait bir vergi numarası ailemizden ayrı kalakalmışız. Birilerinin meslektaşı olabilmenin ne kadar büyük bir hülya olduğunu düşlerken mezuniyet kapıya yaklaştıkça korkar olmuşuz. Evden biraz daha uzakta… Karanlıktan korkarken artık koridordaki gece lambasının yerinde olmaması gibi önümüzü göremez olmuşuz. Birden bire tüm öcüler, canavarlar ve periler hepsi birden canlanıvermiş, fısıltılarını baş ucumuzda duyar olmuşuz. Her insanın içinden bir öcünün hortlayacağından korkar olmuşuz ve hiç yanılmamışız. Sırların paylaşılamayacak olduğunu anlamak için çok duvara kafa vurmuşuz, çok dudakta uçuk çıkarmışız. En kötüsü sevmenin bir sınırı olması gerektiğini anlamışız. Meğer hepsi yerlerini saklı tutarmış; onlar çekip gittiklerinde ne kadar başkalarını sevmek isteseniz de onların bıraktıkları tereddütler kimseyi içeri sokmazmış. Sınavların ve derslerin hayati anlamları olmaya başlamış, geceler boyu kabuslarla terlermişiz... O karanlık geceye bakan tek bir çift göz varmış sanki, o gözler de bir bizmişiz. Ne öcüleri kovacak birisi yanımızdaymış ne de bizim kovacak gücümüz varmış.
Aşık olmak git gide ciddi bir iş olup çıkıvermiş. Boyumuz uzadıkça ve genişledikçe omuzlarımız her vasıfta bizden beklenen sorumluluk artmış. Tam bağımsızlık istemekten çekinir olmuşuz. Kimi zaman depreşse de deli kanımız, o da daha bir yavaş akar olmuş. Büyüdükçe birlikte büyüdüklerimizden farklılaşmışız, onların miras bıraktığı izleri, onlara olan benzerliklerimizi silmeye kalkışmışız. Bir yerlerde bir ufak çiziğin sızladığını hep duymuşuz ama tanımlanmak için yalnız kendimize sahip olmamız yettiğinden dönüp arkaya bakmamışız. Kendimizi korumayı da öğrenmeye başlamışız zamanla… Kendimizden önce kanatlarımız altına girecekleri koruyabilmek için hazırlanmaya başlamışız. Ayakta kalabilmenin yolunu hep bulmuşuz ama ne biz ne dünya eskisi gibi olmuş bir daha. Küçüklüğün küçücük kalbindeki sevgilerin mutluluğunu anımsamamak için küçüklüğümüzü sevmemeyi kendimize öğretmişiz.
Meğer düzeltilmesi mümkün olmayan hatalar, dönülmesi mümkün olmayan kucaklar varmış… Meğer küçüklüğümüzdeki o üzerimize titremeler hep büyüdükçe ödeyeceklerimizin denkleştirme anlarıymış. Meğer ne kadar çocuk kalırsan kal hiçbir zaman küçülüp babanın kollarına bir daha sığamazmışsın.