Hoşçakal yüreğimin en tenha yeri, kederli günlerimin yetim güvercini, hüznümün bezirgânı, dar günlerimin ağabeyi, ömrümün yaralı sılası…. Yüreğim eyvah! Kasvetli bir akşamdan su mu içtim, rüzgara mı sövdüm, helas bulmadı başım. Ondandır omzumun bir tarafı düşük, yüzüm ağlamaklı, adımlarım kısa ve düzensiz. Ağabeyimden mektup aldım; içimi acıttı; bin kere öldüm. Binlerce kuşun uçup gittiğini gördüm. Sendeledim, düştüm. Baktım arkamda bir ıslık boyunda hayat, bir yeryüzü hakikat, bin ömre bedel ıssızlık. Baktım annemin ellerinde bir tutam bulutsuz gökyüzü, avuçlarıma aldım ellerini; baktım gözleri biçimsiz bir yeryüzü, talan edilmiş kasaba. Ellerinde solmuş papatyalar dillerinde dua. Artık karanfillerden sayıyorum ömrümü, kuşlar da konmuyor ne zamandır penceremin pervazlarına, o iki gözüm kuşlar, kederli akşamların ablası, pırıl pırıl sabahların sahibi kuşlar, avuçlarıma baharı sığdıran kuşlar… ah kalbimi ferahlatan kuşlar. Biliyorum bir tren penceresinden aşina bir çehreye uzak uzak bakmak gibi, çisil çisil yağan yağmurdan kaçmak gibi, eski bir dostu dar ve sıkışık bir zamanda anmak gibi, yaşamak gibi. Artık hayatı da insanları da hızla tükettiğimi, soluk soluğa zaman ve mekan arasına sıkıştığımı biliyorum. Öyle bir mevsim ki kapımı çalan ne yüzüne dahi bakmadan çekip gitmek olur ne de arzulu bir yosmayı buyur edip hasbıhal eylemek.
“ Ekin idim oldum harman
Savursunlar yele beni "
Bakamam gözlerine derdimin ortağı, ne kurak ve çetin iklimlerden geldim. Sılasını yitirmiş bütün insanlara, yuvasını terketmiş cümle mahlukatlara bin yıl yetecek sihirli kelimelerim vardı heybemde. Mutsuzlara yetecek sevincim mutlulara kederim. Sonra yağmurlardan önce çıkarttım gönül hırkasını, kederlerden soyundum. Hayat uyuyordu kollarımda, bir hırsız gibi sessizce sokuldum düşlerine. Nasırlaşan kalbimden, kuraklaşan gönlümden yol buldum, yaşam iki kere durakladı. Ben iki kere irkildim. Sıvaları dökülmüş duvarlarından, çivileri paslanmış kapısından girdim içeri; rahmetsiz ve zamansız avlusunda ruhum uçuşan bir kelebek; sahipsiz ve hissiz. Ne gün ne gece. Yürek; metruk bir harabe, bütün maharetini ve hissiyatını yitirmiş sihirbaz, rengi kaçmış gökyüzünde kuyruksuz uçurtma ... Acep şimdi hangi rüzgar söyletir türkümüzü şehrin yanık yüzlü kızlarına. Öykümüzü kim anlatır simitçi çocuklara, benzi soluk yüreği nasırlı amcalara… Yoksul ve yorgun hep kederli güvercinlere, gözleri yüreğime düşmüş anneme, omuzlarıma çökmüş şehre….
“Şurda Bir Garip Ölmüş
Kuşlar Yasına Gider”
Maruzatım budur ey rüzgarları avuçlarıma üfüren iksir! Dünyayı sırtıma yükleyen esrar, şehri bedenime dar eden meçhul! Yüreğime el sür, geçip gitsin kapımdan hoyrat mevsimler, isimsiz ve biçimsiz insanlar, hüznü dudaklarına yakıştıramayan şehir, yüreğine el süremeyen sinsi hayat… Ah şimdi kâhküllerim düşerken alnıma ne kadar da dar sokaklar, kaldırımlar. Yüreğim ne kadar da tenha ve ıssız. Ağabeyimden ne kadar uzağım ırmağın bu kıyısında yüzerken utangaç ve mahzun ikindiler, ikindilere sığmayan ağabeyimin bulut bulut gözleri, horoz şekerleri, çikletler hayata alışamamış fötr şapkalı bakkal amcam… hep keder, hep keder. Hep baki kalan. Ustam; yetim ve firari kuşlar, yaralı turnalar, susuz çeşmeler, yolcusuz istasyonlar…
“Buna dünya derler hepisi geçer
Hangi günü gördün akşam olmamış”
Maruzatım budur ey yetim günlerimin sahibi, üfle tenime bak yüreğimde kuşlar çığlık çığlığa, el sür yüreğime gün ölür belki akşam olur, akşam...