Yağmurun tadı var mı oralarda? Suyun rengi, cümle nebatın azizliği? Bir ses versem, ünlesem duyan olur mu? Bu börtü böcek, şu ısırgan otu, şu kocamış ağaç , ağaçta şakıyan kuş... ben meyletmedim diye sol sanıma, sabra mahal yok diye aldım azığımı, kapattım kapısını hanemin; kalbimin sesine koştum. Kalbim bir derin kuyu, kör kuyu, bir garip kuyu, kalbim dedim kalbim bu nasıl iş, bu ne menem hal? Nefes almak yaraşır mı, gülümsemek olur mu? Bak sardı her yanımızı çakallar, Ölsek olur mu? Bu yıldız gecede, fenersiz ve destursuz ve de tedbirsiz yola düşmek olur mu? Kırk harami kovaladım ne belâ düşlerden, ne çocuk sevinçlerinden, sabahı erken akşamı geç şehirlerden. Ben beklerken bir yetim tebessümü, yolcusu olmayan yollara, bahar düşmeyen kırlara, dul ve yetim hâllara dûçaroldum. Aldım başımı yola koyuldum. Heybemde kırık dökük sevinçler, perçemlerine ak düşmüş bir yaralı gençlik, adımı soran kimsesizlik.
Peşimde bir alıcı kuş: hayat; hiç bir dalında meyvesi olmayan kuru bir ağaç. Yalnızlığın duldasında yitip giden zevksizliğin ve yüzeyselliğin bağdaş kurduğu, hoyrat ve renksiz dudakları doymaz bir iştiha ile emziren dul kadın; hayat. Zamanın gergefinde süslü ve şuh bir kadın gibi etrafındaki bütün mahlûkatları peşine takıp her birine ayrı ayrı hazlar vadeden yosma. Zavallı naif yürekleri zücaciyeci dükkânına çeviren, doymazlık ve tatminsizlik zehrini usta bir hokkabaz maharetiyle ruhlara üfleyen, billur ve naif ne varsa tersine çeviren sihirbaz. Zevk sefa varlık ve saadet içinde yaşanan yoksunluk, yoksulluk, yokluk…
Yorgun bakışlarıyla ıssızlığı döven şehir, gözlerinde gayesizlik, o hınzır anlamsızlık, nereyesizlik, nedensizlik. ürküten bir heybet, o kadar samimiyet içimden ünleyen ses:
“kimsin sen!”
bu ne şevkat, ne merhamet.
“kaçıyorum ben, peşimde hayat, eskimiş, pörsümüş dağılmış ruhum, dar günlerin kaçamağı sevinçlerim, hayattan kaçıyorum”
“ mümkün mü mahmuzlamadan atı dağları aşmak, Eyüp olmadan huzura ermek, kanatmadan yüreğini ellerine alabilmek, sarmadan Yusuf’ u Yakup olmak, saçlarını ıslatmayan yağmur, ellerine düşmeyen güneş, mümkün mü? ”
Ah, sesinde öldürücü sukûnet, tenhalık.
“ yağan, yağmur değil ki saçların ıslak olsun, kanadı yok ki, ruhun kuş olsun, uçsun. Gideceğin yer, beklendiğin yer, zaman ve mekân, kimbilir sen, ben şu kasaba, şu masa, çaycı, şu beyhude telaş; arayış. Kapat kapısını hanenin, çiçeğe su ver, kuşlara yem, yüzünü dön kalabalığa, gülümse. Sil kalavını gönlün, acı ve merhamet et… ”
Gece; yalnız ve somurtkan bir deli kız, sahipsiz ve ıssız bir rüzgâr, perişan ve izbe sokaklar, hayata sırtını dönmüş haneler, insanlar, bu kentin insanları, bu kalplerinden çürümeye başlayan insanlar, bu aşksız, umarsız insanlar, hayallerini yitirmiş, umutlarını örselemiş insanlar... şimdi acep perdeleri çoktan çekilmiş evlerinde hangi saadet ve huzur, hangi acı ve ızdırap, hangi kavga ve öfke nöbetlerinde? Saat gecenin uyuyan sesi, adımlarımda ürkek kediler, bir yerlere yakıştıramadığım mekânsızlığım, bedenime sığmayan zamansızlığım, ve hayat; her zerresinden yemişler fışkıran bir ağaç: hayat. Umutsuzluğun, huzursuzluğun, envai çeşit ızdırabından ardında ebedi saadet. Oluş sırrının nakış nakış işlendiği kalbin, suretin ve ruhun zerre zerre pasını silen iksir. Virane ve metruk bir hane suretinde som altından usta nakkaşın ruhuyla bezediği saray. Öyle bir hal ki cismani ve ruhani, nurani ve kalbi, iç içe. Görebilmek, duyabilmek ve dokunabilmek maharet ve feragat isteyen, usta işi…
Uyumasam olur muydu bu gece, bir sokak lambası gibi çöksem koynuna gecenin sabah olur muydu? Yorgun argın ve bezgin âlemin düşlerine deli bir nehir gibi dökülsem olur muydu? Uykularına bir hırsız gibi sızsam ayva sarı nar kırmızı olur muydu? Gecenin koynuna bir yılan gibi sokulsam, acep mevsim bahar olur muydu? Ağaçlarda hışırtı, bir serseri rüzgâr, başımın üzerinden uçup giden gece kuşları…
Birkaç adım attık geceye, bir kurşun gibi gözlerimize değen bizi tarifsiz kederlere salan geceye. Susmuştuk belkide yorgunduk. Belkide gözlerimizdeki o kusursuz hüzün düşmüştü sözlerimize. Belki de hayat çırpınıyordu dudaklarımızda, biz yoktuk. Yorgun ve bezgin, saçları tarumar bir kadın gibiydi omuzlarımızda; öyle sessiz öylece mazlum öyle naçar ellerime aldım; tren istasyonları arasında kimsesiz duraklar gibi, hiçbir taraftan ne itibar ne arzu vesilesi. Renklerinden sıyrılmış kokularından arınmış biçimsiz ve manasız. Ne başı ne sonu ile de olsa hayra ve hayırsızlığa uğramayan meçhul… Hayat veren suları çoktan kurumuş elden ayaktan işten düşmüş bozkırın ortasında metruk bir değirmen, ışıkları sönmüş insanları yorgun bir taşra kasabası. Yatağında umutsuz hasta, yolunu bulamayan yolcu…
İçimde bir yağmur serinliği, ihtiyarın ayak sesleri, Yakub’ un gözyaşları… Dönsem yüreğime yağmur diner mi?
Öpsem gözlerinden hayatın, akasyalar açar mı?