..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Milli egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar batar, mahvolur. -Atatürk
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Aşk ve Romantizm > Serkan Köse




22 Ocak 2014
Randevu  
Serkan Köse
Zarif ve yumuşak parmaklarıyla kristal, ince kadehe uzandı. Sandalyesinde daha rahat oturup bacak bacak üstüne attı. Beyaz, sıfır kollu, yakası işlemeli bir gömlek ve bordo, diz üstü bir etek giymişti. Parmak uçlarıyla gerdanlığıyla oynuyor ve giden balıkçı gemisinin etrafına üşüşen martıları izliyordu.


:ABEB:
Zarif ve yumuşak parmaklarıyla kristal, ince kadehe uzandı. Sandalyesinde daha rahat oturup bacak bacak üstüne attı. Beyaz, sıfır kollu, yakası işlemeli bir gömlek ve bordo, diz üstü bir etek giymişti. Parmak uçlarıyla gerdanlığıyla oynuyor ve giden balıkçı gemisinin etrafına üşüşen martıları izliyordu.

Kadehinden bir yudum daha aldı. Yaklaşık on beş dakikadır karşı masada kendisini izleyen adamla göz göze gelmemeye çalışıyordu. Adam otuzlu yaşların başında, kır saçlı, alnı hafiften açılmış, bronz tenli, geniş omuzlu biriydi. Gri, baharlık bir blezır giymiş, içine de gömlek ve yelek çekmişti. Gümüşi kaşlarının altından keskin yeşil gözleri bir anlığına parıldadı.

Mehpare çantasından özensizce bir sigara çıkarıp pembe dudaklarının arasına iliştirdi. Keşmekeşten kurtulup çakmağını bir an evvel bulmak amacıyla çantasında ne var ne yoksa masaya döktü.

Bir an sonra sigarasının on santim kadar önünde yanan Zippo’yu görünce “Hayır!” diye düşündü. Biliyordu ki çakmağı tutan el deminden beri onu seyreden adama aitti. Bilinçsizce kendisine yaklaşması için bahane sunmuştu.

Sigarasından bir nefes alıp havaya üfledi. Adamın parmağındaki garip yüzük dikkatini çekmişti. Dumanın ciğerlerinden temizlendiğine ikna olunca başını kaldırıp adama tebessüm ederek teşekkür etti.

Adam Zippo’yu ceketinin iç kısmındaki çakmak bölmesine koyarken “Benim için bir zevkti,” dedi. Sesi derinden ve güçlü çıkıyordu.

Mehpare tebessüm etmeye devam ederek sesine alabildiğine ciddilik kattı ve “İnanın, o zevk bana ait.” dedi.

Adam sözün doğruluğu karşısında güldü. “İnanırım,” diyerek arkasını döndü. Tam kendi masasına gidecekken bir an duraksadı. Kararsız kalmış bir ifadeyle adımları bir ileri gidecek gibi oluyor, bir geri dönecek gibi oluyordu. Sonunda Mehpare’ye dönüp “Hanımefendi,” dedi “biliyorum, uygunsuz kaçacak ama şu masada oturmuş sizi seyrederken aklımdan geçenleri dile getirmezsem kendime kızarım. Bazı anlar insanın nefesini keser; az evvel de benim için o nadide zamanlardan biriydi. Yanınıza gelip masanıza oturmak istedim fakat zarafetiniz tek başına seyirlik bir tablo gibiydi ve bu büyüleyici görüntüyü kendi bedenimle bozmak yerine bir çiçekle size eşlik etmek isterdim."

“Cüretkârlığımı mazur görün ve lütfen şaşırmayın. Emin olun ki sizi görenlerin aklında uyandırdığınız ilk düşünceler bunlar. Daha fazla rahatsızlık vermek istemem. İyi günler.”

Mehpare ne diyeceğini bilemeden öylece adamın bistrodan ayrılışını izledi. Cevap beklememişti adam. Tanışmak veya masasına oturmak da istememişti. Telefon numarasını da sormamıştı. Kendisine içki ısmarlamak da istememişti. Söyleyeceğini söylemiş ve gitmişti.

Tuhaftı… Garip, sıcak ve samimi… Mehpare şimdiye dek pek çok iltifat almıştı ama adamın söylediklerinin iltifat olmadığını biliyordu. Kendisinde en sevdiği yönü adam da görmüş ve duru bir şekilde ifade etmişti.

Garson boş kadehi alırken başka bir şey isteyip istemediğini sordu. “Az evvel çıkan adam; hani şu masada oturan… Buraya çok sık gelir mi?”

Garson, Mehpare’nin işaret ettiği masaya baktı. “Karan Bey mi?”

Demek Karan’dı ismi. “Evet o.”

“Arada bir uğrar.” Garson bir bulmacayı çözmeye çalışır gibi bakıyordu.

“Kendisine nasıl ulaşabilirim?” Mehpare soruyu sorar sormaz pişman oldu. Ulaşıp ne diyecekti ki? Çok güzel iltifat ettiniz mi?

Garson dudaklarını çıkarıp “Bilmem,” dedi, “ama patronun arkadaşı olur, telefon numarasını almamı ister misiniz?”

“Hayır, hayır.” Mehpare hızla yanıtladı. Sanki önemsiz bir şeyden bahsediyormuş gibi bir hava vermeye çalışmıştı. “Hiç gerek yok. Hem de hiç.. Eee, hesabı alabilir miyim lütfen?”

“Peki, efendim,” diyerek garson masadan ayrıldı. Birkaç dakika sonra döndüğündeyse “Karan Bey hesabınızı ödemiş ve size bunu göndermiş,” diyerek küçük, pembe bir orkideyi masasına bıraktı. Çiçeğin yanına bir not iliştirilmişti:

Masanıza olmasa da en azından bir orkideyle evinize kadar eşlik edebilirim. İyi günler hanımefendi.

Karan

Gözlerini nottan ayırıp dudağında küçük bir tebessümle orkidenin kokusunu içine çekti. Kokuyu çok tanıdık buldu. Tebessümle garsonu çağırıp kendisine Karan Bey'in numarasını getirmesini rica etti.

**************************************************************************************************************************

Aradan üç yıl geçmişti. Karan gözlerini 14 Şubat’a açtı. İki aydır bugünü bekliyordu. “Randevu,“ diye düşündü.

Gerçekleşecek randevuyu hayalinde canlandırmaktan gece boyu uyuyamamış, bu yüzden de günün büyük kısmını uyuyarak geçirmişti. Saate baktı. Yılın bu mevsiminde hava erkenden kararıyordu ve randevuya dört saatçik kalmıştı. İki yüz kırk dakika, diyerek yatağına oturdu. Terliklerini giyerken “On dört bin dört yüz saniye,” diye mırıldandı ve duşa giderken geri saymaya başladı.

Tıraş oldu ve saçlarını şekillendirdi. Üzerine siyaha çalan parlak gri bir pantolon giydi. Ütülü beyaz gömleklerden bir tane alıp giyindi. Kol düğmelerini unutmayalım, dedi. Bordo kemer ve aynı renkte kravat taktı. Gri bir hırkanın üzerine uzun, kahverengi deriden montunu sırtına geçirip aynanın karşısında kendini beğenmiş bir ifadeyle bir süre durdu. Yeterli olacağını umarak komodinin üzerinden aldığı alyansı parmağına geçirirken yüreğinde garip bir heyecan uyandı. “Üç yıl,” diye geçirdi içinden, “Üç harika yıl!” Şimdi de liseli âşıklar gibi 14 Şubat’ı kutlayacaklardı. Bir an çiçek götürüp götürmemeyi düşündü ama sonra “Hayır,” dedi, ne de olsa akşam onu çiçeğe boğacaktı. Hem zaten her gün çiçek götürmüyor muydu?

Aynada son kontrolleri yapıp kapıdan çıktı. Apartmandan ayrılırken posta kutusundaki paket dikkatini çekti. Paketin arkasındaki gönderen kısmında “Mehpare” yazıyordu ama gönderilme tarihi iki buçuk ay öncesini söylüyordu. Mehpare’yi her zaman planlı, disiplinli ve çok zeki bulurdu. Karan neşeyle güldü. Nasıl bir oyunun peşindesin, diyerek paketi açtı.

Paketin içinden dolunay şeklindeki kadranıyla bir saat çıktı ve yanında da küçük bir not vardı: “Geçen her dakikada biraz daha yaklaşıyoruz vuslata.” Tebessüm ederek saati koluna taktı.

Arabasına yürüdü. Buzlanmış arka camda “Seni seviyorum” kelimelerine benzer belli belirsiz bir yazı gördü. Karan’ın gözlerinin içi gülüyordu.

Gün boyunca olur olmaz yerlerden sürpriz hediyeler alıyor ve hepsinin arkasından Mehpare ismi çıkıyordu. Aslında böyle hoş sürprizleri erkekler yapardı ama içinden “Bu defa başka,” diyordu “Bu defa başka!”

Gerekli malzemeleri alıp bistroya gittiğinde emektar şef garson onu güleç yüzle karşıladı. “Hoş geldiniz Karan Bey,” diyerek terasa yönlendirdi. “İstediğiniz gibi teras sizin için ayrıldı; gece boyu rahatsız edilmeyeceksiniz.”

“Güzel,” diyerek elindeki paket ve kutuları masanın üzerine bıraktı. Garson terastan ayrılırken Karan yerleri pembe karanfillerle bezemeye koyuldu. Masayı ve sandalyeleri bir gün öncesinden değiştirmişti. “Her şey kırmızı ve pembe olacak,” derken Ay’a baktı. Bu gece dolunay vardı. Kamer en ışıltılı gecesini yaşayacaktı. “Mehpare,” dedi “Karan-lığımı aydınlatan Meh parçası.”

Masanın ortasına pembe bir glayör bıraktı. Bir yandan masaya gül yaprakları döküyor, diğer yandan diline dolanan bir şiiri mırıldanıyordu.

“…Gemiler yolculuğa çağırır durur da beni

Gitmem düşünerek geri döneceğin günü.

Ben büyük rüzgârları severim; büyük olsun

Aşkım da özlemim de hepsi, her şey ve mahzun.

İnsan bir yanınca Kerem misali yanmalı

Uykudan bile mahşer gününde uyanmalı.”

Bir an durup düşündü. “Yok, hayır,” dedi “Ara sıra gözünü açıp bir bakmalı.”

Masanın yerini beğenmedi. Bir kıyısını terasa yapıştırmaya karar verdi. Yan yana oturup manzaraya karşıdan bakacaklardı. Sağ tarafta, ayaklarının altına sere serpe uzanmış şehir randevu saatini beklerken karşıdan deniz ve mehtap eşlik edecekti.

Dolunay kadranlı saatine baktı. “Deniz ve mehtap sordular seni nerede...?” Masadan uzaklaşıp geri çekildi. Çiçeklerle donattığı, ayaklarına sarmaşık güller bağladığı masaya ve arka plandaki görüntüye baktı. Tatmin olmuş bir ifadeyle gülümsedi. Bir an kemancı çağırmayı düşündüyse de vazgeçti. Ses, bistrodan yükselen romantik müzikle karışır ve her şey berbat olurdu. “Kemansız yaysız güzel bir gece olacak.”

Camekândan eliyle işaret ederek içerideki garsonlardan birinin dikkatini çekmeyi başardı. Sade bir kahve sipariş etti.

Masaya oturdu. Soğuk rüzgâr hafif hafif eserken sıcak kahvesinden yudumladı. Zamanın geçmesini ve randevu saatinin gelmesini bekledi.

Dakikalar bir hızlanıyor, bir yavaşlıyordu. Saatlerin 20:00’yi göstermesine beş dakika kala vücuduna ter basmaya başladı. Kravatını gevşetti.

Sonunda korktuğu soru beyninde çınladı: Acaba gelmeyecek mi? Ama sonra iç seslerinden biri yanıtladı: “Söz verdi, kesin gelecek! Ne demişti? Ne olursa olsun, nerede olursam olayım seni sevgililer gününde yalnız bırakmayacağım.”

Alayla konuşan başka bir iç ses konuşmaya katıldı. “Bence gelmeyecek. Eğer gelecek olsaydı çoktan burada olurdu. Her zaman dakik olmuştur.”

“Daha saat sekiz olmadı” dedi diğer ses.

İç seslerinden biri kesin geleceğini, diğeri ise gelmeyeceğini söyleyerek hararetli bir tartışmaya girişti. Her ikisi de mantıklı çıkarımlar yapıyordu. Karan saate baktı. Saat 19:59’u gösteriyordu. “Gelmeyecek,” diye fısıldadı. İç sesleri susmuştu. “Gelmeyecek, gelemeyecek çünkü öldü."

Öldü kelimesi dudaklarından kayar gibi çıkmıştı. Başını kaldırıp etrafına baktı. Her şey sessizdi. Dünya durmuş, rüzgâr bile esmiyordu. Hiçbir hava akımı, hiçbir hareket yoktu. Sanki dünya da bu basit kelimeyle birlikte ölmüştü.

"Kimi kandırıyorum!” Başını ellerinin arasına aldı. “Kansere yenik düştü ve gitti. Üç ay öncesinden hazırlık yapıp beni sürprizlere boğdu diye geleceğini nasıl düşünebilirim ki? Bu imkânsız!” Kendi kendine hüzünle söylenirken “Sevgilim,” diye ince bir ses duydu. Ürpererek etrafına bakındı. Gelmişti! Onun sesiydi, biliyordu! Sesini duyuyor ama onu göremiyordu. İçinde yıldırımlar çarpışıyormuş gibi hissetti.

“Geleceğimi söylemiştim,” dedi aynı ince ses. Karan dikkat kesilince sesin kolundaki saatin kadranından geldiğini anladı. “Söz verdiğim gibi, seninleyim. Bugün dolunay ne kadar da parlak değil mi?” Saati kolundan çıkarıp titreyen ellerle masanın üzerine koydu. Vücudu titriyor, kasılıyordu.

Kulak kesildi; saatten çıkıp içine akan sesi dinledi. Mehpare öldüğünde gözüne yaşlar birikmiş, sinüslerini acıtmıştı ama o zaman bile ağlayamamıştı. Şimdi ise hem gülerek, hem ağlayarak Mehpare’yi dinliyordu. Aylardır, kansere yenik düşüp öldüğünden beri sesini duymadığı sevgilisini dinliyordu.

Mehpare sanki Karan’ı görüyormuş gibi konuşuyordu. “Masa ve çiçekler harika görünüyor ama keşke yerlere de çiçek dökmeseydin.” dediğinde Karan neşeyle güldü.

“Çocuk,” dedi kadrandan çıkan ses. Ciddi bir şey konuşacakları zaman böyle seslenirlerdi birbirlerine. Saat 20:59’u gösteriyordu. “Çocuk, bu son randevumuz. İlk tanışmamız kadar güzeldi. İnan bana her ne kadar beni göremesen de yanında olacağım. İnancıma tutun.

“Hayatına devam et çocuk. Beni unutmasan da öldüğümü kabullen ve hayatına devam et.” Mehparenin sesi çatallanıyordu. Karan, sesteki hüznü fark etti. Beyninde eşinin ağlayan yüzü canlandı. Onu göğsüne bastırmak için, ağlamamasını söylemek için yüreğinde müthiş bir istek uyandı. Farkında olmaksızın kendi bedenine sarılıyordu.

“Ölüm bizi ayırana kadar dedik sevgilim; şimdi yüzüğü parmağından çıkar…” Mehpare yeniden durakladı “ve hayatına devam et. " ve ses sustu.

Ses kaydı burada bitiyordu. Karan bir süre kıpırdamaksızın öylece durdu. Sanki ilahi bir kuvvet vücudunu felce uğratmış gibiydi. Tüm enerjisini soğurmuş gibiydi. Yavaşça ama kendinden emin, sert bir ifadeyle düşen başını kaldırdı. Terasın ucuna çıktı. Önce kıyıyı döven dalgalara, sonra Kamer’e baktı.

“Madem ki ölüm bizi ayırana kadar dedik, öyleyse bizi birleştirsin!” Sesi mırıltıyla, üzgünce, korkuyla çıkıyordu. Yorgun bakışlarını kaldırdı. Gözlerinde ölüme yürüyen birinin o her şeyi bilen bakışı vardı. Her sabah onsuz uyanmanın anlamını kadrandan çıkan bir ses bilemezdi. Sevdiği kadına sarılamamanın sancısını. Her köşede onunla ilgili hatıraların sinsice gülümseyişini, her eşyaya sinmiş kokusunu içine çekip acıyla kıvranmasını kayıttan çıkan ses bilemezdi. Onsuz yaşamın hiçbir anlamı yoktu. Hayatın hiçbir esprisi heyecanı yoktu. Adımını boşluğa atarken bir patlamayla başını kaldırdı. Donmuş halde kalakaldı. Gökte patlayan havai fişeklerden dökülen kıvılcımlardan iki eğri oluşuyor ve koca, ışıktan bir kalp çiziliyordu. Kalbin tam ortasındaysa dolunay tüm görkemiyle parıldıyordu.

Birkaç saniyenin ardından kıvılcımlar yok olsa da Karan’ın retinasını yakmış gibi görüntü gözlerinde kalakaldı. Karanlığın göbeğindeki ışıktan kalbi ve dolunayı ilk bakışta ruhani bir çağrı gibi düşünmüştü. Ne de olsa o Karan’lıktı ve tam ortasında Meh vardı. Ama sonra yanı başında soğuk, nemli ve karanlık bir mezar açılmış gibi korkunç bir ürperti yüreğine yerleşti. Ürperti kudretle onu kucakladı. Aydınlandığını hissetti. Her şey o kadar açıktı ki… Gökteki işaret “Atla, kavuşalım sevgilim,” demiyordu; tüm olağanüstülüğüyle “DUR!” diye haykırıyordu. “Dur, yoksa asla kavuşamayacaksınız!”

Parmağından çıkardığı yüzüğü avucunda hırsla sıkarak terasın ucundan usulca aşağı indi. Masanın üzerinden dolunay kadranlı saati alıp bistrodan hırsla çıktı.

Yıllar, yıllar, yıllar sonra ise saçları, sakalı ağardığında, elleri buruşup gözleri görmez olduğunda, yatağında uykuya dalarken bir ses çalındı kulağına. İyi duyamasa da sözcükler anlaşılıyordu. Sesin bileğindeki dolunay kadranından yükseldiğini düşündü. Ama sesin nereden geldiğinin pek bir önemi olmadığını biliyordu. Tebessüm etti. Ses şöyle diyordu: Son randevuya hazırsın çocuk.

Dolunay kadranın parıltısı söndü ve saat durdu.



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Serkan Köse kimdir?

Bir dünyayım kocaman. Atmosferimi koklayamazsın; burada oksijen yok, ağır bir karbondioksit çevremi saran. Gölgemle yer değiştirdim. Karalara bürünmüş bir siluet gibi dolanıyor gölgem sokaklarda ve ben onun yerinde takip ediyorum bir zaman. Bir dünyayım koskocaman; giremezsin sınırlarıma, psikolojik savaş var her mevsimde, taşıyamaz ruhun bu yükü, kaldırmaz. Koca bir okyanusum var içimde, her pisliği içine alabilecek kadar temiz ya da pis miydi daha fazla kirlenemeyecek kadar. Kocaman dalgalarım var içerisinde döne döne savrulduğum, alkol komalarım var içki nehirlerimden kana kana içerken boğulduğum. Doğrularım var dogmalardan beslenen; yanlışlarım var aynı kökten yükselen. Hastalıklarım var, dedim ya, psikolojik. Sanrılarım var. Her gece tanıştığım yabancı insanlarım var ne idiğü belirsiz. Rüyalarım var hep karmaşık anlamsız. Bulanık düşlerim var uykuya yatmadan önce izlediğim. Bir de sen vardın işte düşlerimi bulandıran. Sigaram var her nefeste kendime geldiğim. Kaşım var, gözüm var, kulağım var, burnum var, bir beğenip bir beğenmediğim saçım var -bir de sen vardın beğendiğim-. Bir dünyayım kocaman içine seni sığdıramadığım. Bir dünyayım kocaman ve bir de çevremde dönen ay var hiç yalnız bırakmayan. Sen miydin o dolanan? Komik fıkralarım var anlattığım. Masallarım var çocukluğumdan hatırladığım. Hayallerim var üzerinde dolandığın. Bir dünyayım kocaman anlata anlata bitiremediğim. Kitaplarım var okuyup da bitiremediğim. Şiirlerim var sarhoş ağzımdan dökülen. Eksiltili cümlelerim var mesela seni… Kocaman bir dünyayım boşlukta süzülüp giden. Sorularım var: Ay mısın etrafımda dönen, Güneş misin etrafında döndüğüm? Hangisi? Milyonlarca insan daha var içimde beslenen; milyonlarca ruh her biri farklı. Biri çocuk gülüyor hala, biri büyümüş adam olmuş, biri romantik şiir yazar, bir tanesi gotik kendi kendine kara çalar… En çok o içimdeki deliyi seviyorum; umursamaz hiçbir şeyi, sallamaz dünyayı-beni.


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2025 | © Serkan Köse, 2025
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.