Barışı bulacağız. Melekleri duyacağız, göğün elmaslarla parladığını göreceğiz. -Çehov |
|
||||||||||
|
- Abicim saat kaç ya? Bu saatte millet napsın patatesi? Herkes uyuyor. - Ayıpsın hocam! Sen öğrencisin. Bi buçuk olur sana. - Ya git işine ya! İstemiyorum patates filan. Uyumak istiyorum ben! - Ne kızıyon hocam? Uyanınca yersin.İlla uykudan önce ye diyen yok ki sana. Hayret bi şey ya! - Yemiyorum kardeşim! Bi daha patates yemiyorum. Var mı itirazın? Sen bana ordan bir kilo soğan ver. 12 numarada oturuyorum. Ya ben naptım şimdi? Niye soğan aldım ki? Bir sürü soğan var evde. Neyse... Uykum kaçtı. Bari gidip işlerimi halledeyim. Otobüs durağındayım. Kuyruk da amma uzun. Bir tane adam elinde sigara yanıma yaklaşıyor: - Ateş var mı delikanlı? - Yok kullanmıyorum. - Ocağı neyle yakıyorsun? - Yoo...Öyle değil. Sigara yakma maksatlı kullanmıyorum. Ateşim de yok. - Haa... Öyle de! İşte bir manyağa daha çattım. Neyse ki kuyruktakiler yardımıma yetiştiler: - Beyfendi, lütfen sıraya girin! - Niye? Ben otobüse binmeyeceğim ki! Ateş almak için de mi sıraya giriliyor? Neyse ki birisi ateş verdi de manyak yanımdan ayrıldı. Nihayet otobüs geldi.Kapıdan zar zor girdim. Bayağı bir gerildikten sonra, biraz da el yordamıyla bilet kutusunu buldum ve işte attım biletimi. Zorlu geçecek yolculuğumun ilk kısmını başardım. Yanağımın birisi cama yapışık bir şekilde bağırıyorum: - “Lütfen arkaya ilerleyelim! Bakın ortalar bomboş. ” (Gerçi arka tarafı hiç göremiyorum ama her zaman boş kalır orası; kime rezerve edildiğini bilen yok) - Yer mi var birader? Ne bağırıyon? Artistliğin kime?” Otobüs boşalırsa gösterirdim ona artistliği ama sesin sahibini göremiyorum. Başka bir duraktayız. Bayağı bir insan iniyor. İşte sonunda bir yer boşaldı.Yarım saattir ayaktayım. Çok yoruldum. Oraya mutlaka oturmalıyım. Otobüsün baş tarafından koltuğa doğru hareketlenmişken, benle aynı anda hareketlenen arka taraftaki karizmatik giyinişli yolcuyu fark ettim. İkimiz de birbirimize fark ettirmemeye çalışarak adımlarımızı hızlandırıyoruz. Tam koltuğa varmışken o karizmatik adam sanki ekmek kuyruğunda bedava ekmek bekleyen çocuklar gibi havaya sıçradı ve koltuğun üstüne atladı. Herkes bize bakıyor. Değer miydi bir koltuk için, rezil olduk. Durumun kötülüğünden muzdarip sırıttım etrafa. Az sonra bir yer daha boşaldı. Bu sefer rakibim olmadığı için, biraz da az önceki olayda yerle bir olan karizmamı yeniden kazanmak için sakin sakin, geze geze vardım koltuğa ve sonunda oturuyorum. Bir durak sonra, bir koltuğa olabilecek en büyük sevgiyi beslerken, 60 yaşlarında bir amca otobüse bindi. Yanımda dikildi ama çok yorgunum, yer veremem. Zaten amca benden daha sıhhatli görünüyor. Amca bana bakıyor, ben kendimi kamburlaştırıp hasta gözükmeye çalışıyorum. Hiç uğraşma dercesine gülümseyip elindeki kartı gösteren amca konuşuyor: - Gaziyim - Nasıl yani? Savaş mı çıktı? - 1960, Kıbrıs harekatı - Allah kabul etsin ( Aslında içimden “FBI, gizli ajan” demek geçti). - Yer vermeyecek misin? - Yer mi? Eeee....Tabi! Tabi ki vereceğim amca, buyrun oturun. - Sağol evladım. Daktilocuydum o zamanlar. Kağıdı değiştirirken parmağım daktilonun dişlisine takıldı, bu çizik de ordan. Çizik filan göremedim ama elbette nokta dahi olsa vatan için çizilen her insan bizim için önemlidir. Nihayet otobüsten indim. İşim otoyolun karşı tarafında. Ama önce içimde kalan oturma eylemini gerçekleştireyim. İşte bir çay bahçesi. Oturuyorum. Garsondan çay istedim. Bekliyorum. Bu arada etrafa bakıyorum. Çay bahçesi kalabalık. Yoldan arabalar geçiyor. İnsanlar koşturuyorlar. Garson geldi. Keyifle çayımı içerken, manyak olduğunu sonradan anlayacağım benim yaşlarımda bir genç masama geldi, ayakta dikiliyor. O bana bakıyor, ben hem ona hem de elinde ahenkle salladığı tespihe bakıyorum. Adamın kolları çok uzun olmalı ki montun içinde değil. Ayağında sivri burunlu bir ayakkabı var. Adam arada bir, yere tükürüyor. Galiba bana bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Çünkü bizim mahalledeki Karabaş da bir şeyler anlatmak isteyince buna benzer garip hareketler yapar. Meğer bu konuşabiliyormuş: - Napdığını sanıyon olum! - Karıstırıyorsun ben senin oğlun değilim. - Bana “debegoji” yapma lan! Benim yanımdaki kıza nasıl bakarsın? Mevzu bahis kıza baktım ki eğer dayak yersem ne için yediğimi bileyim. Hayır, ben bu kıza bakmış olamam. Daha önce görmedim. Eee, o zaman bu manyak nerden çıktı durup dururken? Kıza rüştünü ispat etmek için beni kullanacak heralde. Şimdi ne cevap vereyim bu manyağa? “ Niye bakmayayım ki? Kız arkadaşının bağlı olduğu mafya, onun bir süre ortalarda görülmemesini mi istedi?” diye bir espiri yapmanın gereği yok. Zaten şimdi fark ettim; çok salakça bir espri olacak. Korkuyor muyum acaba? Hayır, korkmuyorum. Korksaydım kalbim çarpardı. Eee napayım ben şimdi? Ben de mi dikleneyim yoksa? Yere tüküreyim. Sesimi kalınlaştırıp, “Ne diyon olum!” mu diyim acaba? Yok yok! En iyisi adam gibi konuşmak. Umarım o da adam gibi dinler: - Bir yanlışlık var ortada. Kimseye kötü niyetle bakmadım. - Hadi ya! Yalan mı söylüyorum ben? Dingil! - Yalan söylüyorsun tabi; ayrıca dingil sensin! - Bana ha! Yaktım lan seni inek! - İnek mi? Bana “inek” denmesinden nefret ederim. Diğer küfürler bir yana “inek” bir yana. Hemen gözlerim etrafı aradı. Masanın yanında duran bir boru gözüme ilişti.Boruyu alıp, adamın kafasına indirdim: Tink! Tink! Borunun içi boşmuş. Adama hiçbir şey olmadı. Hadi hayırlısı! Adam tam bana yumruk atıyordu ki kalabalıklaşan masamın yanından bir kol araya girdi. Galiba yırttım! Evet, bizi ayırdılar. İçi boş borunun çıkardığı “tink!” sesi yanıma kar kaldı. Hemen sıvışmalı. İşim otoyolun karşısında. Genelde arabalar vızır vızır geçer bu yoldan.Şimdi pek araba yok ama ne olur ne olmaz. En iyisi üst geçidi kullanmak. Çünkü önceki gün yoldan karşıya geçerken bir kadına araba çarptı. Üst geçide doğru yürüyorum. Bakalım beni karşı tarafta ne tür süprizler bekliyor. Üst geçide tam girecektim ki iki tane inek gördüm. “Üst geçidi kullanın!” tabelasından etkilenmiş olacaklar ki yoldan geçmiyorlar karşıya. İnsanların itibar etmediği çok insancıl bir eylemi gerçekleştiren bu ineklerden etkilendiğimi itiraf etmek isterim. Aşağıdaki tel örgülerden atlayıp karşıya geçen insanlara bakınca, ineklerle arkadaş olasım geldi. Hintlilerin inek konusundaki inançlarını bile anladım. Bazen inekler bizden üstün olabiliyorlarmış, ilginç! İnek olmak meğer o kadar kötü bir şey değilmiş.Hatta çay bahçesinde masama gelen manyağa bile aşırı tepki gösterdiğimi düşünüyorum artık. Karşıya geçtim. Yerler yağmurdan dolayı ıslak. İyi ki botlarımı giymişim. Yürürken botlarımın çıkardığı “gırç” sesinin rüzgarla yarattığı melodi eşliğinde, karşılaşacağım yeni süprizin ne olabileceğini düşünürken kendimi belediyenin kazıp doldurmadığı çukuru doldurmuş vaziyette buldum. Bağrışıma gelen bir adam elini uzatıyor ama yetişemiyor. Adam, benim çukurun içinden göremediğim birisiyle konuşuyor: - İpi getir hele! - Bi salak daha mı düştü usta? - Salağa pek benzemiyor ama çıkarmadan anlayamayız, sen ipi getir! - Ya ben sana ip orda dursun demedim mi usta? - Haklısın aslında. Bunları çıkarmaktan kendi işimizi yapamıyoruz. - İpi Boyacı Hüso aldı usta. Bir saate kadar gelmez. - Tamam, gelince kurtarın şunu. Belediyenin ihmali yüzünden potansiyel salak durumundayım. Bir sürü işim var ama ben belime kadar suyla dolmuş leş gibi bir çukurun içinde Boyacı Hüso’ yu bekliyorum. Kim bu Boyacı Hüso? Niye alıyor ki ipi? Hem bu adam niye girdi benim hayatıma? Dışarıda oynayan çocukların seslerini işitiyorum. İşte bir tanesinin kafası gözüktü. Peşinden diğerleri. O da ne? Birisi pantolonunu indiriyor. Müdahale zamanı: - Dur yavrum yapma! - Şırrrrrrr! - Kesin şunu ama...Çok ayıp! - Şırrrrrrr! Bugün bende eksik kalan tek şeyi de bıraktıktan sonra çocuklar gülüşerek gittiler. Artık belimin üst tarafı da ıslak.Tenim çukurun içinde daha istikrarlı bir görüntü çiziyor artık. Ne güzel! Daha önce görmediğim bir adam yaklaşıyor çukura. Bu adam çocukların babasıysa bırakacağı şey malum. Adam eğildi, ağzına bir sigara koyduktan sonra konuştu: - Geçmiş olsun delikanlı! - Sağol! - Buralara ilk düşen sen değilsin. Senin gibi ne yiğitler düştü buraya. - Yapma ya! Çıktılar mı bari? - Hayır! Suyun içinde 5 tane ceset var. Görmedin mi? - Ceset mi? - Şaka yapıyorum, şaka! - Üzerime yapılmayan bir şaka kalmıştı zaten. - Kusura bakma! Sigara? - Kullanmıyorum. - Sen bilirsin! - Vazgeçtim. At bir tane. Adam bir sigara attı, peşinden çakmağı. Ama yakamıyorum sigarayı. Ben sigarayı yakmakla uğraşırken adam bana gülüyor. İçime çekmeliymiş yakarken. Çakmak yanarken sigara ağzımda içime nefes alıyorum.Öhöö! Öhö! Yaktım sigarayı. Eee... Bir şey olmuyor. Hala sinirliyim. Demek ki bir tane daha içmek lazım. Adam bir tane daha attı. Onu da içiyorum şimdi. Başım dönüyor. Ya düşersem bu suya? İki adam bana bakıyor. Elinde ip olan Boyacı Hüso olmalı. Neyse ki kurtuluyorum buradan. İşlerimi halletmekten vazgeçtim. Eve gideyim bari. Ama nasıl gideceğim eve? Taksi tutacak param yok; olsa bile taksici kesin pis yolcu tarifesi açar. Bu kılıkla otobüse de binemem. En iyisi burada beklemek. Belki karşıdaki dere üstüme taşar da temizlenirim. Bekliyorum...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mehmet Dönmez, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |