..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
"Bazen bir mısra yaşamı değiştirir." -Kafka
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Deneme > Sevgi ve Aşk > Salih İRVEN




7 Temmuz 2003
Sevgiliye Mektup  
Salih İRVEN
İki tane ben oluştu benden o gün. Biri 'ben', diğeri bana düşman olan 'ben'. O gece sabaha kadar gözlerimden dökülen kristal parçacıklarnı toplamaya çalıştım. Ve bu, günler-geceler boyu sürdü... Hızla tükeniyor, eriyor, bitiyordum. Her gün aynaya bakıp tü


:CDAB:
Merhaba Arkadaş;
     Aylardır, belkide yıllar, bilmiyorum, ama bildiğim, uzun zamandır sana, yüzleşmekten, açılmaktan korktuğum sana, anlatamadığım kaçtığım, içten içe beni kemire duygularımı mantığımı, bedenimi, umutlarım sigaramı, televizyonumu, yatağımı-yorganımı, varlığımı, ilişkilerimi, özlemlerimi esir alan, içinde onmaz yaralar açan bu duygularımı kelimelere sığdırmam mümkün değil; yine de yazmak, söylemekten daha rahat ve rahatlatıcıdır, diye düşünüyorum.
     Görüşmeyeli uzun zaman oldu. Bu zaman senden, bizden neler götürdü, ne kazandırdı bilmiyorum. Ama kendim için söyleyecek birkaç sözümün olduğunu düşünüyorum.
     Yaşıyorum!
     Yaşam alabildiğine acımasız ve bir cellat kıvamında devam ediyor, ve ben devam ediyorum yaşamaya!     
     Yaşıyorum! her durakta birkaç yolcusunu yitiren, ve son durağa içi boş bir şekilde varan bir otobüs, ya da sevdiğine ulaşmak içinaşacak bir çölü bile olmayan, delecek bir dağ bulamayan biçare aşık gibi... iğne deliği kadar küçük bir umut görsem senden, kendimi, dünyamı sığdırırdım o deliğe, oysa... bilmiyorum, belkide vardı o umut ışığı, ama ben gör(e)medim.
Belki de sen örttün üstünü, kendi duygularını, yeni umutlarını örttün üzerine...
     Buna hakkın vardı. Çünkü aşk bitmişse, aşka dair hiçbir hissi belirti kalmamışsa, umut vermek, acı vermek ve acı çekmektir. Sen doğru olanı yapmıştın, ama bunu ben kendime bir türlü kabullendiremedim.
     Artık sadece sensiz değildim, senin gidişin tüm anılarımı, umutlarımı, inançlarımı götürdü beraberinde.

Hatırlarsan en son 18 Ekim, yani doğum gününden iki gün sonra görüşmüş, oturmuş-konuşmuştuk akşam saat 17:05'e kadar.
     İki tane ben oluştu benden o gün. Biri 'ben', diğeri bana düşman olan 'ben'. O gece sabaha kadar gözlerimden dökülen kristal parçacıklarnı toplamaya çalıştım. Ve bu, günler-geceler boyu sürdü... Hızla tükeniyor, eriyor, bitiyordum. Her gün aynaya bakıp tükenişimi izliyordum.
     Varlığım yokluğuna armağan olmalıydı, ama yapamadım. Yok edemedim kendimi. Diğer yolu denedim, azla yetinmeyi yani.
Yoksa kim senin 'mahur' bakışlı resimlerine dalıp gözyaşlarını tutamayacak, hüngür hüngür ağlayarak anılarında boğulacak, yeni umutlar yeşertecek ve tekrar boğulacak...
"Hayatımda ilk kez senin için ağlamıştım".
En azından hâla seni düşünüp-sevebilirdim, buna kimse -sen bile- engel olamazdı(n).
Yine seninle sessiz sohbetlere dalabilir, yane gezer, yine karşılıklı yemek yiyebilirdik. Hatta yine bira içer, sarhoş olur, bu kez bütün saçak altlarına, bütün reklam tabelalarına, bütün duvarlaraadımızı yazar, yollar- caddeler boyu öpüşebilirdik.
En azından yaşıyordun ve aynı şehirdeydik. Her gece pencerenin kenarına tutunup sessizce seni izleyebilirdim.
     Hayal bile olsa, bir gün kavuşma ihtimalimiz bile vardı.

     Yalnızdım...
Yokluğunda hep yalnız kaldım, en kalabalık günlerde bile.
Yalnızlığımı, seni gördüğüm düşlerimle paylaşıyor, anılarımıza sığınıyor, gülüşlerini çoğaltarak gideriyordum.
     Bir sabah uyandım; yine seni görmüştüm rüyamda. Sana en çok yakıştırdığım kırmızı elbiseni giymiştin, bana doğru geliyordun. Hüzün vardı gözlerinde. Uyandığımda gözlerimden sızan iki damla yaşı sildim. Hemen giyinip evden çıkmışım.
Serseri bir mayın gibi sokak sokak gezip durdum. Günlerden pazardı.
"hava kurşun gibi ağırdı"
Havanın dondurucu soğuğu, saf, temiz aşkları anımsatan kar taneciklerinin sihirli ritmine katılmış, gönülsüz gönülsüz yerini ılık bir esintiye bırakmaya çalışıyordu. Sokaklar, caddeler sakindi. Herkes alelacele işini bitirip evine gitmeye, ısınmaya çabalıyordu. Mardinkapı'nın dar sokaklarından, tarihin acılı-acısız, kanlı-şanlı-aşklı günlerine tanıklık eden kurşuni parke taşlarının üzerine basa basa, gezdiğimiz surların üzerine çıktım.
'Suzan-Suzi' efsanesiyle ünlü kırklar dağı, on gözlü köprü ve altından yıllardan beri sessizliğini bozmadan, o ahenkli akışını sürdüren'umarım bu son yılım olur' diye feryat etmek isteyen Dicle nehriyle dertleştim.
Dicle ile bu kadar ortak yanımızın olduğunu o gün farkettim. Hiç gocunmadan yaramı Dicle'ye bastım. Yüreği(m) ağladı, kanadı.
     Gece saat 21:00 olmuştu. Serserilerin, eserarkeşlerin, hapçıların, jiletçilerin, tinercilerin, kapkaççıların kol gezdiği sokaklardan sana doğru geliyordum.
Kar armonik ihtişamıyla yağmaya devam ediyordu. Apartmanınızın karşısına, kimseye-sana- görünmemem gereken bir köşede dikildim, ışığı açık olan odana bakmaya başladım. Seni görmek, izlemek için bir kuş olmayı aklımdan geçiriyordum.
Kaç saat kaldığımı bilmiyorum, ama ışığı kapatınca bende çekildim ordan.
     Acıkmıştım, gidip karnımı doyurdum, hem de çok aç olduğunu ve üşüdüğünü söyleyen bir dilenciyle birlikte. Çok yaşlı bir adamdı. Teni, susuzluktan çatlamıştı sanki, toprak gibi duruyordu yüzü. Belli ki toprağa bakıyordu.
Gidecek yeri yoktu. Benim de o gece gidecek yerim yoktu. Birlikte sıcak bir yer, yumuşak bir tüy aramaya başladık.
Hamza'ydı adı. Seni ona anlattım, yaşadıklarımızı, yaşadığım duygularımı, kıskançlığımı, sana haksızlık ettiğim olayları...
Seni kırdığım zamanlarda yüreğimde hissettiğim, fakat sana anlat(a)madığım ağrıları...
Uzun uzun dinledi beni. Çok az konuştu. Belli ki o da yaralıydı. Gözleri doldu ve başladı kendini anlatmaya. Delice bir aşk yaşamıştı, imkansız bir aşk ve yarası hala taptazeydi.
     "biz çoktan erittik yüreklerimizin çelik potasında
     sütun bacaklı kızların göz bebeklerini"

     Sen gideli yorgunum; şarkılarda, türkülerde, şiirlerde, efsanelerde arıyorum kendimi. İlkay'ı her dinlediğimde sana koşmak, sarılmak, solumak, yudum yudum içmek seni, başımı omzuna dayayıp ağlamak...
Ya Kıvırcık Ali'nin 'gülüm' parçası... o klibi izlediğim zaman "keşke yezidi olsam' demek geliyor içimden. Hiç olmazsa, kendimi hapsedebileceğim bir çemberimolurdu, ve bende onu ateşe verip sonsuza kadar içnde kalabilirdim.

     "...her yerde bırakıp gittin beni gözlerinle
     düşlerin yüreğiyle bırakıp gittin beni
     yarım kalmış bir cümle gibi bırakıp gittin
     gelişigüzel bir nesne, bir iskemle gibi
     yazla birlikte biten kısa bir tatil
     çekmecede bir kart gibi bırakıp gittin..."

     Sen gideli hayatın akordiyonu bozuldu. Artık hiçbir ezgisi kalmadı yaşamın.
     Kendimi 'çaresizlik' resmindeki siyahi tonlar gibi görüyorum. Artık yemek yemeyi bile sevmiyorum, sensiz bir türlü doymuyorum, doyamıyorum. İçkiyi hiç içmiyorum, sensizde içilmez ki güzelim...
Yalan atmayı bile öğreniyorum artık, yalansız, yalanlarla kendimi avutmadan nasıl gelebilirdim ki, bu günlere. Oysa sana hiç yalan söylememiştim. Öğreniyor, öğrenmek zorunda kalıyor insan...

     Biliyor musun, hiçbir şe, hiçbir duygu sana aşık olmak kadar güzel değil. Karşılığı olmasa da seni sevmek tanrısal bir yol, bir ibadettir.
     Kimbilir; belki de var olduğum sürece hep seni, yalnız seni seveceğim.

     Sen gittin, ve sen gideli koca beş ay oldu. Seninle geçirdiğim sadece bir an'la bile boy ölçüşemeyecek kocaman beş ay. Dile kolay, ne kadar boş ve anlamsız geçti tarif edemem. Oysa... ne güzellikleri sığdırırdık, ne an'larımız, anılarımız olurdu bir bilsen.
     Bir şarkımız vardı, birde şiirimiz olurdu. Bize, yalnızca ikimize ait bir şiir...
     Ama üçüncü şahsa yenildik.

     Keşke he şeye yeniden başlayabilseydik. Sana imkansız geliyor değil mi? Oysa hiçbir şey imkansız değil, değildir.
Duygularımızın, aklımızın, mantığımızın bir köşesine yenilmek değil mi imkansızlık? Kararsızlığımızla, beynimizi bulandıran çelişkilerle ve bunları ayyuka çıkarmakla imkansızlığı daha da perçinlemiyor muyuz?
Özür dilerim, sana nasihat etmek değil amacım, etkilemek hiç değil!
Çılgınsın! Çılgın olduğunu söylüyordun. O halde son bir çılgınlık daha yapıp "seni seviyorum" desene Kurtarsana bu trape manastırında apukuryaya yatmış eski sevgilini. iyileştirsene onmaz yarasını, tekrar dört elle sarılmasını sağlasana yaşama...
Sen benim tek sihirli değneğimsin, dokunman yeter.

Geçmişe bir sünger çekip yeniden başlayalım herşeye. Ganj Nehrinde savrulalım bir o yana, bir bu yana; bir dost, bir arkadaş, bir sevgili gibi...
Dolu dolu yaşayalım, ebruli kılalım her an'ımızı. Birbirimize daha fazla zaman ayırıp yeni umutlar yeşertelim. Ya da 'kendimize daha az zaman ayırsak da olur, çünkü boğulabilir insan yalnız kendini düşünmekten.'

Biliyorum güzelim, hayır diyecek, kibrit çakacaksın bu benzin dolu varile. Yine bencilce davrandığımı düşüneceksin belki de.
Haklısın, ama aşkın kendisi bencillik değil mi biraz da? Hangi ilişkimizde, hangi özelliğimizde becillik yok ki? Zaten aşık olduğumuz kişiye yaklaşımımız, ona duyduğumuz aşkın yoğunluğuyla doğru orantılı değil mi? İnsan aşkına mı aşık, aşık olduğu kişiye mi? Tam bir paradoks gibi geliyor insana. Ya da bunun tersi de doğru değil mi? Uğruna ölünecek bir aşkta bencillik nasıl olabilir? Tam bir çelişki...

Neyse, seni daha fazla yormayayım. Yakında gidecek, uzun bir yolculuğa çıkacağım.
Burada kalmak ölümden de beter be güzelim. Bu acıya dayanacak gücüm kalmadı. Her günüm zehir zemberek. Hem gündüzüm, hem de gecem oldun. Herşey, Heryer adınla anılıyor artık. Gündüz telefonun başında, gece de sabaha kadar en az altı-yedi kez uyanarak, bazen hiç uyumayarak, çoğu zaman kalbimin sıkıştığını, nefes alamadan balkona koştuğum an'ların derin üzüntüsüyle sabahı getirdiği zamanların beni kanatmasını...
Artık tükensin, bitsin istiyorum herşey. Yok, yanlış anlama, intihar etmiyorum, hiçbir zaman da edemeyeceğim.
Çünkü ölüler intihar edemez.

Eğer canını sıktıysam özür dilerim. Bunu yazarken tüm gururumu uçurumun kenarına yuvarladım. Seni karşıma alıp dertleştim: Kolay olmadı tabii, kaç defa anıların girdabında boğuşdum, bilmiyorum. Zaman zaman o tütsülü gözlerinle bakışıyor, bazen de nefesini hissediyordum düğümlenmiş boğazımda.

Bu mektubun bitmesini istemiyorum. Keşke kalemi elimden bırakmasam, yazsam, yazsam, yazsam... çünkü yazdıkça sana daha çok yaklaşıyor, seni daha çok hissediyorum.
Ben sana yaklaştıkça sen daha da uzaklaşıyorsun oysa, tıpkı Yesenin ve Isadora Duncan gibi...

Hoşça kal güzelim! Kendine iyi bak. Her an'ını mutlu kılmaya çalış. Hiçbir zaman, hiçbir şeyin seni üzmesine izin verme. ben senin yerine de ağlarım.

Yüzündeki tebessüm hiç bitmesin.

Bir sabah uyandığında, benim için pencereyi açarsan, bil ki sabahın esintisiyle birlikte odanda olacağım.

Sevgilerimle...

.Eleştiriler & Yorumlar

:: acıtmalı aşk...
Gönderen: A.Latif İRVEN / Adana
24 Eylül 2003
acıtmadığında aşk olmaz ki adı... sevgili Salih, aşkın kıvrandıran bu duygularını yaşamış olman ayrıcalıktır. kutsal şarabı içmektir. sevgilinin tenine dokunamadığı için eli yanmaktır insanın. duyguları kaleminden okuyabilmek dileğiyle.

:: ahh kadın!! tehlikenin ürpertik ismi
Gönderen: emre / izmir
6 Ağustos 2003
hiçbir şey içindeki kalpten büyük değil. onun içine neler sığdırdığına baksana!! Bir yaşam o yaşamın içinde bir aşk, binbir ıstırap bir çok dost birçok gülüş, birçok sahtelikle gülüşen yüz sızlayan et. Sesin kalbinde, sevdan kalbinde, mavi aşk, aşk-ı rüzgar, hüzün, hezeyan, bir çocuk,yıpranmış bir adam, yıllanmış umutlar,onulmaz yaralar,kayıp hatıralar, saplı duran kırık hayallerin sivri uçlu keskin kılıcı, sevdaya dair ışıklar, kırmızı mor düşler, yeşil yollar, tenin tuzu , sus payı, konuşma heyecanı... ve seni senle buluşturan herşeyin o sıkılmış bir yumruk gibi duran parçanda konumlu değil mi? Ve şimdi giden mi büyük? yoksa içinde kalan mı? aziz dostum yakında beni de buralarda bulacaksın kendine ve kalbine iyi bak vee.. "sıkılmış bir yumruk gibi gir hayata"

:: bravo sana
Gönderen: aziz birbir / türkiye
6 Ağustos 2003
bu kadar olur.dahası can sağlığı.umarım böyle bir mektubu bir daha yazmak zorunda kalmazsın. SEVGİLERİMLE....




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Salih İRVEN kimdir?

An'ı yaşayan. . . sorugulayan, muhalif olan özelliklere sahibim. . .

Etkilendiği Yazarlar:
Ahmed Arif, Ömer Hayyam, Neitzche


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Salih İRVEN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.