Bilgi sakalla ölçülmez. -Moliere |
|
||||||||||
|
Gemlik’te sokaklar meydandan sonra yokuşa sarılıdır mesela. İstanbul’da ve Trabzon’da da rastlayabilirsiniz böyle sokaklara. O sokakların çocukları, topları denize doğru kanatlanmayı hemencecik öğrendiğinden, plastik topları ile evlerin salonlarında, kırılacak bir büfe camı, ya da vitrinde parçalanacak bir vazo yüzünden dayak yemeyi göze alan çocuklardır. Plastik topların en çok kuşlara özendiği bu sokakların çocuklarının, her birinin, iyi ya da kötü bir dayak anısı vardır bu yüzden. Rizeli çocukları da dahil edebiliriz bu çocuklar arasına. Öte yandan, kuşlardan çok, alıç ağaçlarına özenen topları olan çocuklar da vardır. Eskişehir’de, sokak aralarında top oynanabilir. Her ne kadar Odunpazarı bu konuda biraz inat ediyorsa da, onun gibiler pek azdır. Toplar, önlerinde uzanan dar ama düz sokaklar nedeniyle vurdukça keyifle uzaklaşır ve yalnızlıklarını sahiplenmeyi iyi bilirler. Emek mahallesi ile Doğanbüke’de de toplar kanala kaçar ve su ortasında narin narin salınıp, kendilerini kenarda izleyen çocukların üzgün bakışları arasında salına salına gidiverirler. Toplar ve çocuklar arasındaki olası bütün ilişkiyi anlatmaktan bir kastım yok. Nihayetinde ben sokaksız bir köyün çocuğuyum. Sonbaharda bir bahçede top oynadığı için köy muhtarı tarafından cezalandırılan bir köyün çocuğuyum. Sokaklar, çocukluğun şahitleridir diyedir sözüm. Bir divan gibi, üzerine uzanmadan kimsenin çocukluğuna inemeyeceği sıralı evler, dar ya da geniş yollar, evler arasında makaralar ile çamaşır iplerinin asıldığı ya da asılmadığı, omuz omuza ya da sırt sırta, önümü kapatır diye bütün binaların diğer binalara ilk başlarda ısınamadığı, ilk misketin kazanıldığı ya da kaybedildiği, ip atlayan kızların ve topaç çeviren oğlanların gözlerinin henüz kirlenmediği o sokaklara inmeden sözüm yarımdır diye dilime doladım sokakları. Her ne kadar, artık çocuklar kendi sokaklarında mahpus, bilgisayar ekranı renginde gözler taşıyorsa, sokaklar değnekçilere, arabalara, kapkaççılara, hırsızlara kalmışsa da, yine de benim anlatımsa bu, ben o sokaklar böyle olmadan koşuyordum onlarda. Topaç çevirmedim evet ip de atlamadım ama iyi misket oynardım. Şanslıydım ve. Yüzlerce misketi bir evin temeline çocukluğum orada emniyette diye gömen de benim. Annem misketlerim için beyaz bezden bir tabut bile yapmıştı.Sokağı olmayan bir köyün çocuğuyken nereden mi çıktı şimdi bu sokaklar. Sokaklar kadar taşlaşmıştım. Erzurum’a Tahta arabalarla, hurma yaprağı paralarla, Eti Puf kaplarında alınan elma ve armutları taşıyan çocuklardan biriydim. Hiç sokağı olmayan bir köyden Erzurum’a gidiyorsun ya, Erzurum’u da duymuşuz babamızdan. Sokaklar var orada demiş babamız. İsim bile vermiş. Biz de koca Fındık Cevizinin gölgesinde yollar yapmışız. Erzurum’da hale giden arabalarımız Gürcü Kapı’dan geçecek, Sanayi Mahallesi var hem. Mahalleler sokaklardan mürekkep. Sokak yapmayı öğrenmenin keyfi de cabası. Fındık Cevizinin altındaki harman yerinde bir köye sığan kocaman bir şehir yapmışız. Herkesin hayali kendi sokağını Hale yakın kılmak olunca da sokağın ne olduğunu bilmeden sokakları olan adamlar oluvermişiz. Hayata, sokağı olan bir çocuk olarak başlamış olmamın, bunca sokak biriktirmemle bir alakası var mı, bunu bilmem ama, sokağı dinlerken taşlaşmış olmayı, orada öğrendim. “Sokakta, insanın insandan duyduğu”, derdi İstanbullu bir kadın; -Sokakta insanın insandan duyduğu, sokak olsun ya da olmasın sadece insanın insandan duyduğu şeydir. Oysa sokağın ne söylediğini bilmek için onun kadar taşlaşmış olmak gerekir. İyi de demiştim ben de ona; -“Sokağın gürültüsünü duyacak kadar taşlaşabilir mi insan?” Cevabını hala sokağa bakan bir resmin altında taşıyorum. -Sokağın gürültüsü, sadece insanın gürültüsü olursa buna gerek yoktur. Bir merdivenin gıcırdaması, ondan inen ya da çıkan birine işaret ediyorsa, merdivenin neden gıcırdadığı açıktır. Nihayetinde, insanlar hem kendileri hem de başkaları için merdiven değil midirler? Oysa üzerinde biri yokken gıcırdayan ahşap bir merdiveni anlamak için insan olmak yetmez..Çünkü gıcırdayan çivide olabilir, tahta da. Sokaklar gibi. Evler mi gıcırdıyor, yoksa kalpler mi, bunu çözmekle başlamalı insan. Gelelim taşlaşıp taşlaşamayacağımıza, duvarları her seferinde yıkılan insanların, taşlaşamadığını düşünmek biraz komik olmaz mı? Tek ihtiyacımız biraz sabır. II.Mektup N.Ezberci’ye İlk harfi senden öğrendim. Karın, bulut olmadığını ve plaj ayakkabılarımı bağlamayı da. Kendi türküsünü yazacak kadar cesur olmayı da senden öğrendiğimi unutmamalıyım. Sen de mi öğreneceğim çok şey vardı, yoksa ben mi çok hevesliydim, bunu hiç bilemeden, öğrendim de öğrendim. Aynı şeyleri babana da yazmışsın dersin, şimdi sen. Kilerin olduğu üst katın merdiven kepeneği üzerinde, ambardan aşırdığı reçelleri dedesi ile paylaşan bir annenin oğlu olduğunu mu söylemeliyim; yoksa, ilk aşkım için leylak kokusundan şikayet ettiğini mi? Öyle ya, ayrılığın kokusudur senin için leylağın kokusu. Kaç senedir leylaklar arasındasın anne? Dur, ağlama. Gözyaşlarını hazır tuttuğunu unutmadım. Zaman, anne, içinde ne kadar çok tutarsan, o kadar kolay kaybettiğin şey. Bir dakika öncenin tekrar yaşanması ihtimali yok? İlk evden çıkışımı hatırlıyor musun? Siyah çantanın kaderi demiştin, siyah çantanın kaderi, sürekli bir yerlere gidecek birileri ile gitmek.Sadece giden, tekrar gitmeye karar verinceye kadar bir yerlerde unutulmak. Sonrası hep yol, hep gözönündelik. Hermann Hesse’in de bir bavulu vardır. Kaplıcadan dönerken bir karışıklık olur ve kaybolur. Onu hikayesinde öylesine anlatır ki, insanın Hesse’in bavulu olası gelir. Benim siyah bavulum olmak isteyen biri olur mu dersin? Leylakları anlatırken neden mi geçtim zamana? Gözyaşlarını hatırlamak kadar acı vermiyor, çünkü zaman. Tanıdığım ilk kadın sensin. Seksen ihtilali yıllarında, çarşının hemen altındaki, iki katlı evde otururken, sokakta devriye gezen askerlere selam vermek için sokağa her kaçışımda, arkamdan gelen sendin.Askerlerin neden gezdiklerini sorduğumda, sobanın başında fokurdayan güğümü tutup, içinde odun parçaları ve kabukları olan soba altlığına indirmiş ve insanlar için buradalar demiştin. Yıllar sonra bunu sana hatırlattığımda ise, yalan mı söylemişim sanki. Onlar insanlar için oradaydılar diye tekrarlamıştın cevabını. İnsanlar için orada olup olmadıklarını değil, senin hala aynı şeyi düşünüp düşünmediğini merak etmiş olduğumu anladığın için de açıklamıştın, cevabını. İnsanlar, kendilerini bir türlü insan olmanın erdemine alıştıramadıklarından, her zaman askerler vardır insanların hayatında. İnsan olmanın erdemi, insan olmanın kendisidir. İyi de anne diyecek olmuştum; -İnsan olmanın kendisi değil midir bütün bunların sebebi? Sen yine o bildik ve yukardan bakan, biraz aristokrat sevecenlikle; -Neden öyle olsun ki, ben de insanım.Ama ben kimseye zarar vermiyorum. Düşünmeyi bilenin doğru yolu, sadece kendisi için doğru yol ise o yolun doğru olduğunu kim iddia edebilir. Kendim için istemediğim şeyi başkası için de istemediğim zaman çözülebilecek hangi sorunum kalır insan olan yanımla... İhtilalin, kavganın, askerlerin neden orada bulunuyor olduğunun cevabını, hiçbir komplo teorisine bulaşmadan bu kadar kolay nasıl açıkladığını hep merak edip durdum yıllarca. Bunun senin bilgeliğin olmadığını söyledin hep, hatta bazen bunu açıklamanın bilgelikle ilgisinin bile bulunmadığını yineledin. Çünkü; -Her şeyin kökü, varlığının içinde bulunandı. İnsan kendi kökünü dinamitlerken bireysel hırsları ile hareket edebilen ve bu hareketine iradi olarak karar veren tek canlıydı. Neden insanlara indirilen onlarca peygamber vardı da, hayvanlara indirilen tek bir peygamberden bahsedilmezdi. Dinsel esatirin ne kadar geçerli bir kanıt olacağını bilmiyorum ama söylediklerini, yıllarca her öğrendiğim şeyin içerisinde gördüm. Macciahavelli’nin Prensi, Hobbes, Rouessau ve diğerleri, bir şekilde dönüp dolaşıp aynı şeyi anlatıyorlardı. Bir gün, bir yerde “homo hominu lipus” ‘u duyduğumda, şaşkınlığım daha bir arttı. Her seferinde, tandır ocağında ufaklığın üniversite sınavını kazandığını öğrendiğimiz gün söylediklerin geldin aklıma; -İnsanlara sadece kendileri ile yarışmaları öğretilmeli bence, en başta. Kendini geçemeyen insan başkalarını geçmiş ne fayda. Kendimi geçmek için sokaklara açıldığımda sokakların sadece onları duyabilecek kadar taşlaştığımda anlaşılabileceğini de senden öğrendim. Hayat dedin en başta. Hayat sokakarasında sokağın neden sesli olduğunu anladığında hayattır. Çünkü şehirleri sokaklar kurar. Hiçbir şehrin sokak kurduğuna tanık olamazsın. İyi bir yarışçı mıyım gözünde, yoksa sürekli yerimde saymaktan aşınıyor muyum, bir gün bunu da söyleyeceğini biliyorum. Ellerinden öperim. İlkiftar EZBERCİ 27/04/2005 Antalya
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © İlkiftar Ezberci, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |