Bütün sanatlarda insanı şaşırtan bir yan vardır. -Alain |
|
||||||||||
|
Arkadaşının aracı olduğu kamyonet sahibi saat onbirde geliriz demişti. Her ne kadar güven duyulmasa da bu tür ayarlamalarda saat vermelere; kendisinin saatinde burada bulunmasına engel sebep oluşturamazdı. Açık bıraktığı valizinin üstündeki beyaz iç çamaşırlarını süratle geçirdi üstüne. Tıraş losyonunu sakınmadı her zamanki gibi bu defa. Üstelik fazladan bir avuç boca etti boynuna, ensesine, kulaklarının arkasına. Yumdu gözlerini kirpikleri ancak temas edercesine, kokusunu beğendiğini söylemiş saydı kendine böylelikle. Pantolonunu, gömleğini, süveterini giyindi. Geceden yatarken karar verdiği kravatını çözdü aldı boynundan. “Yok, o kadar da değil” dedi. Ceketten de caymak demekti bu. Diğer valizi çabucak açarak kadife montunu çıkartması ile sırtına geçirmesi bir oldu. Sair zamanlar katiyen aynanın önüne son bir defa geçmeden adım atmazdı dışarıya ama kapıyı çekmişti bile ardından, kilitleri attırtıyordu. “Oooof, olaaamaaaaazz” deyip gerisin geriye açtı kapıyı. En değerli hazinesi; bir yerlere, herhangi bir kutuya sığdırmaya kıyamadığı, en kıymetlisi olmuş, onun elleriyle koymuş olduğu yerinden oynatmadığı mor menekşenin bir sapını o’nun için kopardı. Bu menekşe ile isteyecekti onu. Nasıl yer seçmişti hediye olarak getirdiğinde! Pencere önünü o mu, bu mu, şu mu olsun diye yeğlemeyip, burada karar kılmıştı. “Sen beceremezsin sakın ellemeye kalkma menekşemi; ben günaşırı gelir, sular bakarım ona” diye tembihlemişti o güzelim kaşları çatık çatık. “Peki hanfendileri, hiç endişeniz olmasın” deyip kollarını açarak davet etmişti sarmalamaya. Ve sarılmışlardı birbirlerine. Sarılmışlardı. Sevecen. Sarım sarım. İçlerinde kaybetmek istercesine kendilerini. Öpmüştüler birbirlerini. Öpüşmüştüler. Gözleri açık. Derinliklerinde. Hissettiklerini, duyumsadıklarını taa derinlerinde okunur kılarak öpüşmüştüler. “N’aapıyorum beeeen?” diye bastı feryadı. İrkildi. Silkelendi. Çekti aldı kendini kalakaldığı yatak başı komodininin başında yaslandığı duvardan, gözleri buğulu. Frenlemedi kendini arkasından düdük çalan görevliye rağmen üçer dörder indi metro merdivenlerini. Burun farkıyla denir ya. Kapının iki kanadı tarafından sıkıştırılsa da attı kendini içeri. Sabahın bu erken saatinde uyku mamuru gözlerin tümü üzerine çevrilmişti. N’aparsınız, acelem var, yetişmeliyim işvesiyle tümüne birden geçerli olmak üzere mağrur bir tebessüm iliştirdi yüzüne ve yere eğdi. Döndü kapıya doğru. En kızdığı hareketi kendi yaparak bir, iki kişiyi omzuyla bir kaçını elleriyle ayrıştırarak yol açtı kendine. Gün hareketleniyordu. Vazgeçti otobüsten. Taksiyi durdurdu. Nefeslendiğinde elini cebine attı. Yokladı menekşeyi koymuş olduğu kutuyu. Hissedince gülümsedi. İlk tanışmalarındaki cebelleşmelerini anımsadı. Filmi taa başa sardı. O gün bir kaşık suda boğardı o’nu. Ne işine senin be kızım yan masadan bizim masaya mayonez olup en maçoluk hoşbeşimize feminizm katmak! Öylesine sinirlenmiştiler; gidecekleri, binbir zorlukla bilet bulabildikleri Milli Takımın basket maçı öncesi. Kalkmasalardı saatinden önce masadan -feminizmden kurtulmasalardı- zerre keyifleri kalmayacaktı. Biraz daha oturmuş ve küstah konuşmalarını dinliyor olsaydı boğazını sıkıp orda bırakabilirdi. Suratları asık kalkmalarına alınmış o da kalkıp kapıdan çıkarken centilmence ona yol vermesini, eldivenlerini giyerken şemsiyesini tutmasını ve maça davet edip biletsiz içeri sokmak için olmadık şeyler yapmasına bir anlam da veremiyordu hala. Mutlu tebessümler eşliğinde içi kıpır kıpır, daldığı anılarından şoförün “Hakas Han mı demiştin bilader?” diye seslenmesi ile kendini toparlamaya çalıştı. Aklı anıları bugüne getirememişlikte, ikircikli “e…ee..evet” diyebildi. İndi. Pastaneyi geçmişti. Planladığına uygun gözü saatinde geriye döndü. Çok sevdiği ayçöreklerinden alacaktı o’na. Ve kahvede çay içerken, kahvaltı niyetine, menekşeyi ortaya koyup söyleyecekti beş aydır düşündüklerini ve kurduklarını dün gecenin bir kısmı. Öğrenmişti titizliğini. Çalışmaya özen göstermeyi tartıştıkları olmuştu. “Bu liyakat nişanı gerektirir çalışmalarınızın patronunuzu daha zengin etmekten size kalan nedir” sorusuna verdiği “insanlığımın farkındalığında olmak” cevabı çok çoook düşündürüp durmuştu kendisini. Kıştan çıkmış güneş –kaşkolunu atmış beresini çıkarmış olup- daha bir ısıtıyor olsa da kışa sadık kalmayı kadirşinaslık sanan hava ısırıyordu sabahları. Ellerini önce birini sonra diğerini yumruk yapıp ağzına götürerek ohladı. Fayda etmeyeceğini bile bile. Köşedeki banka reklamının saatine baktı omzu ile dayanmış olduğu duvardan kımıldamadan. Hayret, on dakika geçmişti normal mesai saatini. Görmeden içeriye girmiş olabilir miydi? Görmemiş miydi? “Hadi canıııım, ben onu görmeyeceğim ha! Değil bu caddenin kalabalığı yüzbinlik stadyumda çeker gözlerimi üzerine mıknatıs gibi. Bir on dakika daha bekleyeyim” dedi. Isınmak için mi, hırsından mı hanın karşısında kısa kısa gidip gelirken ayaklarını daha bi sert vuruyordu yere. Birinin kolunda geçmişse. Kol kola girmişlerse handan içeri…Eşlere dikkat etmemişti ki … Asansörü bekleyemedi başındaki kalabalığa bakıp. Dört kat merdiveni çıktı bir hışımla.Kapının önüne geldiğinde durdu, soluklandı. Tuttu nefesini. Sonra bastı zile. Bir daha. Yinelemeye yeltendiğinde; kulak kabarttığı içeriden gelen ayak seslerine dikkat kesildi? Yüzünün kızardığını koşuşturduğuna mı yoksa ayak seslerinin onunkilere benzemesine mi yormayı bilemedi. Dik omuzları normal haline dönüşmüştü. O’nundu. O’ydu. O. Heyecanına uygun hızlılıkta ardına kadar açıldı kapı. O da donup kalmıştı karşısında. Kıpırdayamıyorlardı. Kıpırdamadılar. Eli hala kapıda adını söylemeye uğraştı. “T…T…Te” dedi vazgeçti. “S…s… sen” diyebildi. Konuştuğuna mı hayret ediyordu, karşısında durana mı? Kapıda öyle durup bakıyorlardı birbirlerine. Asansör kapısının açılmasıyla ancak “buyur, geçsene içeri” demeyi akıl edebildi. Koridorun bir kısmı bir kapı ile ayrılmış, arkasında kalan bört/beş odadan ibaret bir büroydu. Tam karşı ki odanın kapısı kapandığında –tüh niye kapamamışım- tedirginliğiyle baktı o yana sevgilisi. Solda ki ilk odanın kapısını açtı yol verdi kendisini böylesine şaşkınlığa düşürene. Bunca zamandan sonra çıkagelip. “Hayra alamet değil” dedi içinden. Nasıl olsundu ki. Beraberlikleri boyunca ısrarla davet ettiği –dostuna, düşmanına, kendinde gözü olanına göstereceği- sevgilisi; bağrıştıkları o günden beri ilk karşısına çıkıyordu. “Çay söyler misin lütfen. Ayçöreği getirdim.” Çörekleri kağıdından çıkardıktan sonra menekşe kutusunu da çıkarıp yanına koydu. Bütün ilgiyi kutu üstüne çekmek istercesine bir yavaşlıkla açtı kapağını. “Bak bu da senin menekşende” dedi. Kapı açılmasaydı gözyaşlarını mutlaka görecekti. Çay ocağının garson kız çocuğu “sabah demi” dedi. İkisi birden bırakmasını rica etti. Üçü birden gülümsediler duruma. Çayından ilk yudumunu alırken; “beni hatırladın mı hiç; …..sanda gösterme histeğini duydun mu beş aydır” dedi. Nefes alıp, “mesajlarımın birisine olsun cevap yazdın mı? … bir kez olsun onca telefonumun birini açtın mı?” deyip ara verdi. Gözleri alev alev, çakmak çakmak, dik dik bakarken. “Nasıl arayabilirdim, karşına çıkabilirdim; çıktığımız mavi turda görüp hayaller kurduğumuz o yeri ayarlamadan… aldım. Ve yarım kulübeyi bitirdim. Hayallediğimize hazır sayılır. Şöhretimizin yayılması artık senin hünerli ellerine kalıyor. Tutunur muyuz, baş edebilecek miyiz, çekeceğimiz eziyetlere katlanabilir miyiz? Hiçbir şey vaat etmiyorum sana ay ışığında beraber çırılçıplak denize girmelerden gayrı.” “Arzuların, tutkuların senin, düşündüğünü yakacak kadar ateşli hayal gücün… Cesaretin nerde. Nerdeeeee?” Hiddeti gözlerinden ellerine geçmiş şekilde masaya yaslanıp kalktı, pencerenin önüne geçti. Poposu ile yaslanıp ellerini göğüslerinin altında bağladı. Üzerinde kazağı olmamış olsaydı kolları kan revan içinde kalmış olurdu şimdiye, tırnaklarını o şekilde bastırırken. Nefes alış verişleri öfke dalgalarının ölçücüsü yerineydi. “İşte cesaretim. Menekşe. Onunla istiyorum seni. Tüm eskiye, olumsuzluklara meydan okuyarak ve bu hayatın sensiz yaşanılmayacağına oluşan inancımla” derken gözlerini gözlerine dikti sevgilisinin. Gözlerini kaçırmak için bu bakışlardan döndü. Dalgın dalgın camdan dışarıyı seyrediyormuşçasına. Burnunu çektiğini belli belirsiz fark etti sevgilisinin. Kapının açılma sesi ile geri dönerken ellerini gözlerinin altına koymuş bastırarak yana doğru çekiştirdi. Saçlarını düzeltiyor havalarında. Saygılı, tedirgin, çekingen; “tanıştırayım…arkadaşım… patronum Zait Bey." “……cım ben çıkıyorum. Dosyaları toparladım, masanın üstünde. Çantaya yerleştiriverirsin lütfen. Ben çocuklarımla vedalaşır, onları annelerine bırakır, gelir seni alırım saat iki gibi. Ha çıktığında bana üç/dört tane mavi gömlek alır mısın lütfen. Orada temizleyicilerle uğraşmak istemiyorum… Tanıştığımıza memnun oldum… iyi günler." Kapıyı kapatıp çıktığında bir süre sessizlik oldu kimsenin bir hareket yapıpta bozulmasına cesaret edemediği. Sessizliğe dikkat ederek yerinden kalktı. Yüzü yere eğikti. Gözleri kirliliklerde. Kapıyı çektiğinde kapatmak için, şiddetinden üst çerçevenin camının düşmesini, parçalanmasını duymadı. Sevgilisinin; “ben Zait Beyle Belçika’ya Fuara gidiyorum bugün. Bir hafta sonra geldiğimde mutlaka oturup konuşalım” dediğini duymadığı gibi. “Hanım, hanımefendi değil. ……cım dedi. Birkaç gömlek almasını istedi. Bedenini biliyor. ….cım dedi. …..cım dedi. Hanfendi, hanım değil.” Sayıklar gibi konuşup duruyordu kendi kendine, merdivenleri inerken. Deprem mi olmuştu, sendelemiş miydi? Tırabzana tutunmak zorunda kaldı. Bitmesine birkaç basamak kalmış merdivene çöktü, oturur gibi bıraktı kendini. Elektrikleri niye kapatıyorlardı ki. Holden sızan bir ışık huzmesi de olmasa göz gözü görmeyecekti. Çay ocağının garson kızı “ağbi n’ooldu, iyi misin” diye sordu çare bulacakmışçasına, omuzlarından tutmuş. Elini kaldırıp kaygılanacak bir durum yok anlamına hareket yaptı. “Yalnız ışıkları açar mısın lütfen” dedi. Garson kız çocuğu “yanıyorlar ki” diye tüm endişesi ile cevapladı. Titremesine, sallanmalarına mani olamadığı ellerini gözüne götürmek istedi, ovuşturmak niyetinde. Burnunun kenarına değdi parmakları. Görmüyordu parmaklarını. Zifiri karanlıktı. Parmak uçları ıslanıyordu. Yanıyordu ıslaklığından...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © cenab ersöz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |