Doğaüstü henüz anlayamadığımız doğal şeylerin adı. -Elbert Hubbard |
|
||||||||||
|
Bir kağıt ve bir de kalem yoksunluğundan olan muzdaripliğim, üniversite yıllarında gelmeyi adet edindiğim ve Taksimin arka sokaklarında kimsenin seni bulmayı akıl edemeyeceği ufak salaş bir çay ocağında, arkasında kahve ve çay hesabının yapıldığı anlaşılan kullanılmış bir kağıdın varlığı ile sona eriyor.Ne garip… Yazar olarak ihtiyaç duyulan yegane şeyin bir kirli parşömen ve bir de yanında –keyife göre- çay ocağı mahsulü karbonatlı bir çay olması yeterince mütevazi. Toplu taşıma araçlarında yolculuk ederken düşünmeyi pek bir iş edinmiş ben, günce ile ifrazat arası sayılabilecek bu tümceleri ancak yazmaya fırsat bulabildim. “Kimsenin ben yardım etmeksizin beni bulamayacağı” bu ufak hapishanenin Taksim adlı yöresinde Pazar günü kapalı kocaman bir hanın minicik çay ocağında aklıma gelen ve birazdan anlatacağım yerin adı “Altenbeken” Bu yazı coğrafi bir nitelik taşımıyor. Merak edenler ayrıca araştırmakta özgürler tabii ama bu yazıyı okumak için bu yer hakkında anlatacaklarımdan fazla bir şey bilmenize gerek yok. Annelerimizin tabiri ile gavuru gavur yapan, memleketini demir ağlarla örmesi, hiçliğin bile ortasından geçen bir çift ray yapması mıdır bilinmez ama Altenbeken benim bilindik Endülüs diyarları özlemimden bir hayli uzakta, Cermen diyarlarında ve hiçliğin tam ortasında küçük bir kasaba. Belki de büyüktür, belki de kasaba meydanından her yıl yapılan bir festival vardır ve göbekli Cermen ırkı her yıl bu festivalde biralarını içip kasabalarının bilmem kaçıncı yüzyıllarını kutluyorlardır. Ama ben öyle hayal etmek istemiyorum. Neden mi? Çünkü şu an oturduğum çay ocağının kapısından giren herhangi birinin tanıdık olma ihtimali ne kadar az ise Altenbeken’in sadece bir saat bulunduğum yoksul ve ıssız tren istasyonunda tanıdık birini görme ihtimalim de o kadar azdı… Çocukken seksek oynayıp bisiklete bindiğimiz ve “Hey Jude” dinlediğimiz zamanları özlemle hatırladığımız bir arkadaşım müzik sevdasıyla Almanya’nın ufak ama aslında dev bir müzik şehrine okumaya geleli çok olmuştu. Yıllar sonra birlikte tekrar “ hey Jude “ u söyleme isteğinden midir bilinmez öyle bir rüzgar beni alıp buralara getirdi. Tıngır mıngır gitmeye alıştığımız yurdum trenlerinin yerini bu memlekette uçağın yarı hızıyla giden trenler alsa da trenle yapılan yolculuk yalnızlığın içine yapılan yolculuktur dünyanın her yerinde… Ve yalnızlığın derinlerine ne kadar çok gitmeye başlarsan bindiğin trenler de her aktarmada o kadar yavaşlar ve ıssızlaşır. Hele ki aktarma yapmak için indiğin istasyonlarda yalnızlığın tam da göbeğinde bulabiliyorsan kendini…Altenbeken işte oraydı… Elimde bir bavul,bir gitar ve önümde akşam sisinin üzerine çöreklendiği 200 haneli bir kasaba.. Niye buradayım??? Hayatımızda her şeyin, her anın ve her tesadüfün bir anlamı olmalı diye düşünen ben, hala bu koca bir saati düşünür dururum zaman zaman. Sessizliğin bir kentin üzerine bu kadar umarsızca ve acımasızca çöktüğüne tanık olduğum o dakikalarda aklıma gelen ilk şey-aklıma normalde hiç gelmemesine rağmen- camilerin aslında kentin ve insanların üzerine çöken sessizliği günde 5 kez yırtmak ve dağıtmak için yapılan “sessizlikkovarlar” olduğuydu. Bu tezimi kanıtlamak istercesine aniden çalan kilise çanını dinledim bir süre. Sanki girdiğim bir tünelden başka bir aleme çıkmıştım ve hayatımın anlamını bulmam için bu istasyonda 1 saat tek başına beklemeye, düşünmeye ve sorgulamaya bırakılmış gibiydim. İnsan; dünyadaki diğer 5 milyar insandan herhangi biri olduğunu yine dünyanın herhangi uzak ve ıssız bir yerinde en doğru şekilde kavrayabiliyormuş. Aslında önemli olan nokta bulunulan yerin tanıdık olmasından öte, sizi orada tanıyan kimsenin olmaması. Bundan da ötesi sizin orada olduğunuzu kimsenin bilmiyor olması. Orada kaybolup gitme, aklınızı yitirme ve bir daha hiçbir şeyi hatırlamama ihtimalinin bir an bile aklınızdan geçmesi, korkmak ile özgür olma hissinin en güzel kesiştiği yer olsa gerek… O bir saat içinde özgürlük bu mu acaba diye düşündüğümü hatırlıyorum.Her bir hücrenle baş başa öylece kalakalmak ve kendini hissettiğin an… Hiç tanımadığın bir memleketin, hiç tanımadığın bir kasabasının, insansız,sessiz ve sisli bir akşamında bir trenin, seni alıp “hey jude” u yıllar sonra tekrar beraber söyleyeceğin arkadaşının yanına götürmesini beklemek O ıssızlığı içinde bir saat bavulumun üzerinde hiçliği hesapladım. Sonsuza kadar böyle kalabilirim duygusu sardı içimi. Kasabaya inip herhangi bir evin kapısını çalıp sonsuza kadar orda kalma fikri uzaktan gelen tren düdüğüyle yavaş yavaş soldu zihnimde. Hiç kimsenin olmadığı bu istasyondan yine hiç kimsenin olmadığı bir vagona binip yola devam ederken güneşi gördüm Altenbeken’in evleri arasında batan. Güneş her yerde tanıdık, ıssızlığın ortasında bile. Trenden indiğimde Altenbeken’deki his yoktu nedense. Bavulumu alıp sürümeye başlarken bir şarkı mırıldanmaya başladım ve karşımda o tanıdık yüzü gördüğümde “Hey jude” olduğunu fark ettim. Biz hasret giderirken tren başka birilerini kendi yalnızlıklarına, ıssızlıklarına doğru yola çıkarmak üzere gitmeye başladı. Ama benim ıssızlığım Altenbeken’de Ve sanırım hala orda..
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2025 | © Dilek_Morrison, 2025
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |