Hata! Klavye bağlı değil. Devam etmek için F11'e basın... |
|
||||||||||
|
*** Zehra Hanım tam iki saattir örgü örüyordu, etrafa çökmüş sessizliği çıtırdayan kemiklerinden ve şişlerin sesinden başka bozan bir şey yoktu. “Ev ne kadar sessiz değil mi Ali Bey” dedi belli belirsiz. Tam içini derin derin çekiyordu ki evin küçük kızı giriverdi odaya kendinden oldukça büyük bir hışımla. Zehra Hanım’ın küçüğü, ailenin miniği 25’lik Zeliha dedesinden şikâyet ediyordu: “Ya koca kazık oldum ya ben bıktım ya bıktım!” “ Başladın yine bana da günah” “Allah’ım ya niye bizimle yaşıyor? Hiçbir arkadaşımın dedesi, anneannesi, babaannesi onlarla yaşamıyor, bu da sizin adetler işte bıktım ya! ” Zeliha’nın gözlerinden bugüne kadar hiç görülmemiş bir ateş fışkırıyordu. Aslında herkes en çok da onun dedesine düşkün olduğunu içten içe bilir, evde dedeyle ilgili bir sorun yaşansa o dedeciğini koluna takar, hemen dışarı çıkarırdı. Ellerini öper, bu 80’lik delikanlının kokusunu bile özlerdi. Ama o gün bir farklıydı Zeliha, sanki daha büyük bir çocuktu ya da çocuk gibi bir büyük… Zeliha’nın söylenişleri Zehra Hanım’ın kulağında bir uğultuya dönüşüyordu. Tam bağıracaktı ki; o yüksek sesli harfleri gırtlağının ağzından dilinin hareketi ile bastırdı, göğsü indi kalktı hızlı hızlı... Sonra Zeliha’nın haklı olduğunu düşündü, doğduğundan beri ilk önce kocasının sonra kendisinin anne-babası hep onlarla birlikteydi. Bu çocuklar yaşlıların tuvaletteki balgamlarına az şahit olmamışlardı… Bunları düşünürken koltukta hala yatan kocasına şöyle bir baktı. Bir an tiksinti duydu; “Amma içi geniş herif, dünya yıkılsa yine de uyanmayacak” diye düşündü. Zeliha ise annesinin düşüncelerinden habersiz söylenmeye devam ediyordu. Dedesinin tiz ve yaşlı sesi ise zaman zaman onu bastırıyor, bu 80’lik alaycı delikanlı, yaşlılığından çok bitip tükenmek bilmeyen dalga geçmeleri ile ev ahalisini canlarından bezdiriyordu. “Cükül bey, cükül bey, cük cük cükülll” “Duydun mu bak duydun mu anneeeeeee!!!” “Tam tımarhane ya, cükül ne demek, hem ben orta boyluyum tamam mı cüce mi demek istiyorsun?” “E yenilen pehlivan güreşten de hiç doymazmış” “Ya bir kere ben o haylaz Ahmet’i yere yatırdım daha demin! Annesi zor elimden aldı, hem cükülken pehlivan mı oldum şimdi hem de yenik pehlivan!!!” Zehra Hanım’ın içi karardı, içinin karası sanki yüzüne de vurmuştu, bir kendine bir de aynı kendisi gibi kararmış kocasının yüzüne baktı “Gittikçe sana mı benziyorum ne…” diye mırıldandı. Etraftaki sesler onu için artık rutinleşmişti. Kocasının, kızların, babasının birbirlerini suçlamalarından, aynı evde bir tımarhanenin üyeleri gibi yaşamaktan en çok da o yorulmuştu. Çünkü bu tımarhanenin başhekimi ne yazık ki evlat vazifesinden hallice Zehra Hanım’dan başkası değildi. Ama o da bir garip terzi gibi kendi söküğünü dikemiyordu… ZELİHA’NIN OĞLU Ortalığı yıkan, yaman bir çığlık tüm mahalleyi inletiyordu. Zeliha ne zaman evlendiğini, damada yürüdüğü anı, babasıyla göz göze gelişini, Zehra Hanım’ın mutlulukla karışık gözyaşlarını, düğünün akşamını, kocasıyla bedeninin ilk defa uzaktan uzağa değil de yakından birbirine değdiği o anı düşündü… Ancak aklında beliren tek şey koskoca bir karanlıktı... Zeliha karnını tutarak bağırıyor, etrafında tanıdık gelen yüzler ona bakıyor, Zehra Hanım elini tutuyordu. Sancıları gittikçe sıklaşıyor, hastane odasında başında duran doktorlara sürekli bir yenisi daha katılıyordu. İçerideki beyaz önlüklülerin sayısı çoğaldığı gibi, yüzlerindeki o ölü moru ifade de gittikçe daha beter bir hal alıyordu. Zeliha son avazı bastığında doktorlardan bir tanesi fırlayarak yakaladı! Zeliha acısının dindiğine sevinir bir yüz ifadesi ile bacaklarının arasından çıkardığı şahesere bakmak istercesine öne doğru atıldı. Gördüğü şeye inanamadı; bu bacakları kuyruk şeklinde kol yerine yüzgeçleri olan hatta kafası da tıpa tıp bir orkinosu andıran fakat sadece pipisi insanoğlununkine benzeyen bir “balık oğlandı”. Herkes, bir ağlama sesi beklerken, kuyruğunu doktorun eline vurarak “şlap, şlap” sesler çıkaran bir balık oğlanın doğumuna tanık olmuştu. Balık da olsa, çok sevimliydi, o Zeliha’nın ve dolayısıyla Zehra Hanım’ın ve varlığını hatırlayamadığı esmer uzun boylu kocasının bir parçasıydı. O balık ağzını kıpırdattı, tıpkı normal bir insan yavrusu gibi gerindi, doktor onu kuyruğundan kavrayarak aşağıya doğru çevirdi, biraz tereddüt ederek sırt yüzgecinin hemen altına kuyruğun biraz üstüne tahminen bir ademoğlunun poposuna eşdeğer bir mesafeye şaplağı patlattı. Herkes, bu tezahürüne tezat da olsa, sevimliliği ve savunmasız hali ile ondan minik bir bebenin ağlama sesini beklerken balık oğlandan sadece iki kelime işitildi “Ölü moru”… Zeliha kan ter içinde rüyasından uyandı ve sabaha kadar bir kabus daha görebilme ihtimalinin verdiği huzursuzlukla uyuyamadı. Yatakta her dönüşünde yayları eskimiş karyolanın gıcırtısı tüm ev halkını huzursuz etti… GÜL KOKULU ALİ BEY Zehra Hanım her zamanki gibi akşam sofrasını topluyordu. Kızlardan Zeliha ödevlerini, normalde ortalarda görünmeyen evin büyük kızı Saliha iç bunalımlarını bahane ederek odalarına çekilivermişlerdi. Evin babası devrilmiş olduğu yerde yatıyor, Zehra Hanım herkesten çok ona sinir oluyordu. Oysa ne umutlarla evlenmişti onunla. Hele o takım elbiseli hali hiç gözünün önünden gitmiyordu. Zehra Hanım henüz 17 yaşındaydı. Liseyi bitirmesine çok az bir zaman kala bu uzun boylu, esmer güzeli delikanlı evlerinin etrafında gece turlarına başlamıştı bile… Bu böyle tam 730 gün sürdü. En sonunda Zehra Hanım Ali Bey’in “konuşma” teklifini kabul etti. Üstelik bu adamın gül kokusuna “hayır” diyebilecek bir kız olduğunu da düşünmüyordu. 19’luk Zehra Hanım O yıl üniversite sınavını kazanamamıştı ama umudu en azından güzel bir iş bulabilme konusunda sürüyordu. Bu Ali Bey ona türlü sözler verip, isterse ileride onu okutabilecek desteği sağlayacağını da söyleyince, mahallenin güzel kızı Zehra bu –kendi deyimiyle- “çulsuz” delikanlıya varıvermişti. Onu seviyor muydu yoksa acıyor muydu ya da kendinden aşağı mı görüyordu hiçbir zaman çözememişti. Ama şu bir gerçekti ki o çok iyi bir baba olmuştu. Kızlarının bir dediğini iki etmemiş, onlara hiç kıyamamış, bir fiske bile vurmamıştı. Biraz da ondandı bu şımarıkların haddini bilmez asi tavırlarının nedeni… Birlikte iyisiyle, kötüsüyle yaşlanmışlardı. Şimdi Zehra Hanım’ın en çok desteğe ihtiyacı olduğu zamandı aslında… Artık o da yaş almıştı, ağrılar hareketlerini kısıtlıyor, iki adım atsa yoruluyordu. Buna rağmen tasarruf etmek için bile hala bulaşıkları makinede değil elinde yıkıyor, o soğuk sularda üşütüp, kemiklerinin ağrısı azdığında doktor masraflarına verdiği paranın bu tasarrufu çoktan bir “zarara” dönüştürdüğünü unutuyordu. Bir dönemin çalışkan mı çalışkan meşhur mu meşhur mahallenin adeta “babası” Ali Bey ise artık emekli olmuştu. Kurt kocayınca misali ona “baba” diyen de pek kalmamıştı. Söz vermişti emekli olunca Zehra Hanım’ı her hafta gezdireceğine… Biraz olsun evin genç delikanlısından, çocuklardan uzaklaşabileceklerini tekrar baş başa kalabileceklerini müjdelemişti karısına… Zehra Hanım yıllar sonra, belki 20 yıl sonra, ilk defa artık atmasını duymaz olduğu kalbinin “tık tık” diyerek hızlandığını hissetmiş, bu yağız adama gençliğinde olduğu gibi bakmıştı. Ancak verilen sözlerin hiçbiri yerine getirilmemişti. Ali Bey tüm gün eskiden işten geldiğinde yorgunluktan sızdığı yerde yatıyordu yine… Zehra Hanım yüzündeki her zerreyi buruşturarak kocasına baktı “Gül kokuluymuş, bok kokulu ne olacak!” 80’LİK DELİKANLI’DAN SON VEDA Mahalleyi keskin bir ezan sesi kapladı. Evet, insanın burnunun direğini sızlatacak kadar keskin hüzün kokusunu salıvermişti mahallenin imamı ahaliye… Nasıl da içli okuyordu bu sefer… Saliha ilk defa ezanı dinlerken duygulandı. Belki daha önce hiç kulak vermediği için, belki de geçmişe duyduğu öfkeden artık inancını yitirdiğini düşündüğünden manasız gelmişti çok uzun süre bu şimdi duyduğu yüreğini burkan sese… Zeliha ablasına yanaştı, o da aldı kardeşini koynuna sıkıca sarıldı; o narin vücuduna inat ince bir yaprak sarmayı andıran, tombul ama özenle sarılmış gibi duran parmaklarla kaplı elleriyle… Zehra Hanım çocuklarını kanatlarının altına aldı, sonra öyle öfkelendi ki kocası şimdi yanında olsa onu bir kaşık suda boğacaktı. Böyle bir günde bile yorgunluğunu bahane edip gelmemişti. Son zamanlarda artık “iyi” bir baba olma görevini de boşlamıştı. Üstelik bu görev Zehra Hanım’ın kocasından uzaklaştığı her anda ondan kopmamasını sağlayan yegâne sebepti. “E o zaman” dedi. “ Ne diye senin gibi bir ruhsuza katlanayım?” **** Eve döndüklerinde herkes çok yorulmuştu, üstelik ihtiyar delikanlılarının bir süre sonra duyulması oldukça güçleşecek kokusu bile hala içerdeydi. Zehra ve Saliha’nın aynı anda aklından şu cümle geçti: “Keşke burada olsa da her gün bizimle dalga geçse…” Böyle zamanların belki de en kötü tarafı ayıp olmasın diye ilk önce cenazede, daha sonra eve gelen eş dost karşısında ayakta durmaya, kimseye kırmamaya çalışmaktı. Zehra Hanım en çok da bundan yorulmuştu. Oysa tam aksine gelenler onu alttan almalıydı. Bunca yıl, gece gündüz demeden herkesle o ilgilenmişti. Babası bu kadar yıl sağlıkla yaşayıp artık bir makinenin eskimesi misali eceliyle gidiverdiyse anacığının yanına bu Zehra Hanım’ın şifalı kişiliği ve bakımı sayesindeydi. Kızları üniversiteyi iyi derecelerle bitirip, güzel işlerde çalışabiliyorlarsa her akşam eve geldiklerinde sıcacık yemekler, meyveler, kuruyemişler bulup zekalarına zeka kattıkları içindi. Kocası yıllarca çalışıp para kazanabildiyse; her sabah rahat rahat ütülü gömleklerini giyebildiğinden, karnı tok sırtı pek olduğundan, üç kuruşla geçinip yine de çıt çıkarmayan “kendisi” sayesindeydi. Peki, ona ne kalmıştı? Şimdi eğlenmesi, gezmesi gereken zamandı, kocası kendi alemindeydi, çocuklar iyice ondan uzaklaşmıştı. Ayağa kalktı, yüzü alabildiğine kızarmış, gözleri dolmuştu. Uzun zamandır ilk defa kocasına öfkeyle karışık bir duygusallıkla, koltukta bu kederli günün aksine neşeli gibi duran ama gözlerini hafif yummuş Ali Bey’e doğru baktı. Ali Bey gözlerini açtı, belki aylardan sonra, ilk defa göz göze geldiler… Zehra Hanım kocasından sadece şu sözleri duydu: “Ölü moru babama da yakıştı”… Zehra Hanım aynı sözleri kendi kendine mırıldandığı sırada kızlar odaya girmişlerdi. Ayağa kalkmış, karşısında boş duran koltuğa doğru bakan annelerine sarıldılar ve o günden sonra onun kendi kendine konuştuğunu bir daha hiç görmediler…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Leyla Özyol Kayrak, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |