Umutlar, tersine çevrilmiş anılardır. -Anonim |
|
||||||||||
|
Tema: Bireyin değişimi. İnsanın; “düşünce, bilgi, fikir ve değerlerden oluşan” bilincinin; sonucu olan eylemlerin tahlili. İnsan tabiatının, temelini oluşturan fikirlerin; eylemlerine nasıl yansıdığı. Entrika-tema: Siyasi, eski bir hücre mahkûmunun; ömür boyu kaçtığı, insafsız bir toplumun önyargılardan, kurtuluş yolları araması. Amaç: Bireyin kendini değiştirebileceğini; dramatize ederek; eylemler halinde sunmak.Karakterizasyon: Soyutlamanın evrenselliğine sahip; yeryüzünün en karmaşık varlığı olan insanın; bir birey olarak somutlanması. Yapıp, söyledikleriyle, yargılanan insanları; eylem, diyalog, görünüş, tavır vs. ile ilgili anlatmak.Onların karakterini, ne yaptığını, ne yapabileceğini ve ne dediğini ortaya koymak. B - BİÇEM: Kitabın okunması ve anlaşılması kolaydır. Anlatım yeterince eğlendirici ve açıklayıcıdır. Ayrıca bilinmeyen sözcükler de fazla yoktur. Cümleleri ne çok uzun ne de çok kısadır ve söyleşimler kesinlikle gerçeğe uygundur çünkü romanda anlatılan gerçekler yalnızca toplumsal yaşantı ve onunla ilişkili mekânlarla sınırlı değildir. Roman kahramanlarının önemli bir kısmı, yazarın yaşam öyküsünde ya da Türkiye tarihinde yaşamış kişilerden oluşur. Hatta gururlu, isyankâr ve devrimci Romancı tipi, yazarın kendi gençliğinin idealize edilmiş biçimidir. Romancı’yı merkezine alan roman, altmış sekizli yılların tarihini, başarıyla yansıtmaktadır. Roman 4 yıl hapis yattıktan sonra tahliye olan eski bir anarşist üzerine kurulu. Hikaye örgüsü, çok orijinal değilmiş gibi görünüyor. Ama, yirminci yüzyılda moda olmuş bir sanat anlayışına, meydan okur bir nitelikte.Yirminci yüzyılın moda sanat anlayışı, Natüralizmdir. Oysa bu roman Natüralizmin zıttı olan ve ondokuzuncu yüzyılda zirvesine çıkmış olan Romantisizm anlayışına sahiptir.Natüralizme göre; sanatçı. "gerçek-hayat"ı, hiçbir seçicilik ve değer-yargısı tatbik etmeden, güya "olduğu gibi" yansıtmalıdır. Natüralizm, insan iradesi kavramım reddeder ve insanın kendi kontrolü dışındaki kuvvetlerce belirlenen çaresiz bir yaratık olduğu, nosyonunu savunur. Romantisizm ise, insanı, değerlerini seçebilen, amaçlarını gerçekleştirebilen, kendi dünyasının kontrolune sahip bir varlık olarak görür. Romantisizm, olayları, gerçek hayatta olduğu gibi değil, "olması mümkün ve olması gereken haliyle" sunar. Romantik bir eserdeki kahramanlar, toplumun, istatistiki bir ortalaması olarak değil; insanın en iyi ve en yüksek potansiyelini temsil ederler. Bu eserdeki bütün kahramanlar, her yönleriyle, Romantisist sanattaki tanımlarına uyuyorlar. Bu romanda hiç kimse, kendisini kaderin eline teslim etmemiş: iradelerini kullanarak mücadele ediyorlar. Ahlaki değerlerinden hiç bir fedakarlık yapmıyorlar. Karakterler, öyle her gün karşınıza çıkabilecek tipler değildir. İnsan denen yaratığın, olabileceği ve olması gerektiği halindeki resmedilen karakterlerdir. Roman, günlük banaliteleri anlatmayı marifet sayan, natüralizm denen moda sanat anlayışına bir isyandır. BÖLÜM: 1 “İnsana, ne boyun eğilmeli, ne de kumanda etmelidir.” 1 — Haydi, Bozburun, Bozburun… Kalkıyor, diye bağırıyordu, tekneci. Elinde çantası ile uzunca bir yoldan geldiği belli olan, saçları kırlaşmış adam, ustaca bir adımla, atladı tekneye. Yaşı elliyi aşmış gibiydi. İstanbul’dan yeni gelmiş ve ayağının tozuyla, marinaya atmıştı kendisini. Marmaris’ten Bozburun’a tekne ile gitmeye bayılırdı. Beş yıl dolmuştu, bu köye yerleşeli. Sanki her gün, Bozburun’a tekneyle, gelip giden ilk insan, bir tek oydu! Yanıbaşından taka tuka ederek, dans edercesine gelip geçen tekne ve yelkenlilere bakarken uzaklaşan Marmaris; tüm geçmişiydi sanki.Bu ılık yaz akşamı, deniz mis gibi iyot kokuyordu.Fırlattığı izmarit, cızlayarak kayboldu….Güvertede hararetli ve koyu bir sohbete dalmış, üç beş kişinin arasından geçerek, oturup, hayran olduğu mavilikleri seyretmeye başladı. Yüzündeki huzur dolu ifade ve alnındaki kırışıklar; görmüş geçirmiş birisi olduğunu söylüyordu.İki gençti konuşan. Diğerleri, umursamaz bir ifade ile çaylarını yudumluyorlardı. — Âdem yasak meyva yüzünden ayvayı yemiş, günah işlemiş.. Kant’ın saf akıl anlayışı, komünistlerin özgürleşme ve eşitçilik safsatası; insan tabiatıyla çelişmiyormu sence? — Hem de nasıl! Zaten bu nedenle, hala hükümdar değilmi eşkıyalar? — Ya var oluşun kaynağını, arayıp bulmak için, düşünme zahmetine bile katlanamayan insanlara, aklı dışında dolaşanlara ne demeli? — Onlar, asalak, hırsız veya sürüngen gibi yaşamaya mahkûm zaten. Yeter ki ağlamasınlar… Bana ne! Piposunu tüttüren, mürekkep yalamış olduğu belli, orta yaşlıca, kravatlı şişko yolcu, gençlere dönerek; — Öyle diyorsunuz gençler ama, çıkmaz bir sokakta yaşar gibiyiz… Kendi mutluluğunu, hayatının en kutsal amacı olarak gören bencillerle dolu bu dünyadan gına geldi artık bana… ‘Toplumda neymiş!’ diyerek, bireyin mutluluğunu öne sürenlerden… Tüm kötülüklerin altında, para veya şeytanın olduğunu göremeyen batıcı kâfirlerden…İnsan haklarıymış peh! Kaçınılmaz bir felaketin eşiğinde; kötülüklerimizin cezasını çekeceğimiz kesin… Ne berbat bir dünya bu yahu… Bıktım artık, böyle yaşamaktan… Konuşmaya hiç de niyetli görünmeyen yaşlı adam, dayanamayıp döndü şişko adama doğru: — Ama karanlığa küfretmekle de çözülmez ki hiçbir şey! Felaket tellallığını bırakmak gerek önce. Utanç dolu, bayat ve üstünkörü ağlamaları da… Önce sorunların peşinde koşmalı insan… Sudan bahanelerin arkasına gizlenmemeli… Biliyorsak eğer, neyden korkup ve neden suçlu hissettiğimizi söylemeliyiz öncelikle… “Bıktım, usandım ben; böyle kaçak, göçek lagaluga palavralardan!” diye söylendi, kızarak şişko adam. Şaşırmıştı gençler… Bıyığı henüz terleyen, uzunca boylusu; — Beyamca, ayıp ettin ama. Ne âlemi var, kızıp bağırmanın şimdi? Tekne dolmuş, mavilikleri sıyırıp, sıyırdığı örtüyü beyazlatarak, Bozburun’a doğru koyulmuştu yola. Güleç yüzlü kaptan, sevecen bir tonla, seslendi yaşlı adama: — Hey Romancı amcam, öptüm seni… Senin parçanı çalıyorum şimdi. Bak unutmayasın bu kıyağımı ha! “Eyvallah be kaptanıderyam… Geçemez seni kimse, bu sularda…” diyerek gülümsedi yaşlı adam, kendi kendisine. Dağılıvermişti, az önce gerginleşen hava. Dalıp gidivermişti herkes, yeniden kendi dünyasına… Kaptan köşkünden gelen müzikle, coşmuş gibiydi tüm yolcular… İnletiyordu ortalığı yine Tarkan: — Oynama şıkıdım şıkıdım. Oynama şıkıdım şıkıdım… Kız hepsi senin mi? “Oynama…” dedikçe Tarkan, omuzları titrer gibi oluyordu, yaşlı adamın! Dayanamayıp kalktı ve başladı oynamaya şıkır şıkır. Yaşına başına bakmadan, düşmana inat öyle bir göbek atışı vardı ki… Hele o hınzır kaptan… O yokmuydu o! Rotayı motayı boş verip, başlamıştı Romancı amcası ile göbek yarıştırmaya. Şişko dâhil, kopmuştu tüm yolcular… Kaptan, Tarkan ve Romancı… Mavi, beyaz ve göbek havası… Âdem’in günahı, Kant’ın saf aklı… Komünizmin ‘özgürleşme ve eşitçiliği’…İnsan tabiatı… Akıl, mantık ve hayat… Yapmalı, etmeli, gerekli… Falan, filan vesaire… Hepsini, ama hepsini gümletmiş gibiydi, Tarkan… Onları, Bozburun’da merak içinde, özlemle bekleyenler, alışıktı bu manzaraya zaten… Karaya ayak basmanın sevinci ile kucaklaştı, özleyen ve özlenenler. Aranan ve arayanlar… Sanki okyanusları aşmış da gelip kavuşmuştu sevgililer. Birisi hariç! Tesadüfen ve öylesine çıkıp, takılıverdiği bu yolculukta, cenneti bulmuş gibiydi Şişko adam. Sürekli hayalini kurduğu o güzel diyar, bu köydü galiba… Ama nedense içi, tarifsiz duygularla burkuktu. Çelişkiler içinde oturup, başladı düşünmeye. Kelimenin tam anlamı ile yalnız, yapayalnız olması mıydı acaba tüm sorun? Yaşlı adamı “ Hoş geldin Romancım…” diye karşılayan, kızıl saçlı genç kadına takılıverdi gözleri. Oturup durduğu yerde bir ceset gibi kalakaldı. Ölmek üzere çözümleyemediği bir boşlukta, boğulur gibi oldu kıskançlıktan. Tarkan bitmişti. Gencebay başlamıştı söylemeye sanki: — Batsın bu dünya… Ne sevenim var… Ne bekleyenim… ‘Evli evine; köylü köyüne; evi köyü olmayan, girer sıçan deliğine’ misali, dağılıvermişti herkesçikler, tekne Bozburun’a varınca. Ama tekneden yayılan müzik, alışıla geldiği gibi, tüm koyu sarmış, sarmalamıştı yine: — Oynama şıkıdım şıkıdım. Oynama şıkıdım şıkıdım… Kız hepsi senin mi? 2 Aklı fikri roman yazmaktaydı yaşlı adamın. Romanları okumaz yaşardı. Bir romanın kadın kahramanına âşık olur, bir diğeri ile dost olurdu. Okuduğu roman yazarları, birer mucittiler onca. Onları inanılmaz yaratıcılar olarak görür, gıpta ederdi. Hugo’nun Sefilleri; Çernişevski’ nin Nasıl Yapmalı?’sı; Rand ‘ın Atlas Silkindi’ si… Yazmak istediği her şeyi anlatmış, olayı bitirmişler gibi geliyordu ona. Tekerleği yeniden mi keşfedecekti? Ama gelsin anlatsındı bunu kendi kendisine! Olmalı, mutlaka olmalıydı yazacak yeni bir konu, bir macera, bir eylem, bir aşk veya yeni bir fikir…Kendi kendine gelin güvey olan platonik âşıklar gibi, Çevnişevski’nin Vera’sına, Rand’ın Kira’sına âşıktı. Toplum denen soyutluktan kopmuş, tek başına ayakta kalmayı yeğlemişti. Onun aşkları, dostları, varsın, roman kahramanları olsun; ne çıkar ve kime neydi ki bundan? Böylesine kendini seven bir bencile rastlamak zordu velhasıl. Dünya umurunda bile değildi romancı olmaktan başka. Bir başlayabilseydi yazmaya, kimsenin gücü yetmeyecekti onu durdurmaya. Ama nereden başlayacağına bir türlü karar veremiyordu. Mutlak vardı bir açık kapı… İşte onu bulmalı ve yazmalıydıydı romanını! Bu bir tutku, bir saplantı idi onun için. Bir gün, mutlaka yazacaktı romanını. Bu tutkusunda ne şöhret ne de maddi bir çıkar vardı. İçinde patlamaya hazır bir yanar dağ olduğunu hissediyordu. Romanını yazamazsa, bu lavların içinde patlayıp onu yakıp kül edeceğinden emindi. Bu tutku, kendi çıkarı, kendi akıl sağlığı için, içinde oluşan lavları dışarı atabilmesi için elzemdi asıl…Bu arzu, bir amaç, bir aşk, bir sevdaydı onun için. Bu nedenle roman yazacak kabiliyeti, yeteneği var mı yok mu umurunda bile değildi. Kara sevdaya tutulmuş, göz kara, umutsuz bir âşık gibi, kaleme kâğıda sarılıyor, yazıyor, yazıyor, yazıyordu. Ama sonra, yazdıklarını okuyor, beğenmiyor ve hepsini yırtıp atıyordu. Yazdığı mektupları sevgilisine göndermekten aciz bir âşık gibiydi sanki. Amacı yaşam hikâyesini paylaşmak mıydı? İçinde patlayan fırtınaları anlatmak mıydı, yoksa dünyaya haykırmak mıydı? Aslında hiçbiri umurunda bile değildi. O, birisinin mimar, bir diğerinin doktor yâda marangoz olmak istemesi gibi, yalnız ama yalnızca romancı olmak istiyordu. İşte o kadar! Öyle ya, her mimar, doktor ya da marangoz olmak isteyen bir insan, başarılı olmuyordu ya... Bir kez de o deneseydi, ne çıkardı ki? Başaramasa da gam yemeyeceğinden emindi. Bunun bir okulu da yoktu ki gidip okusundu. "Romancı üniversitesi, fakültesi" vardı da, gitmemişimiydi ki sanki! Diyor, diyordu da… Ama gel gelelim bir türlü nereden başlayacağını bilemiyor ve başlamıyordu yazmaya. Öyle bir roman yazmalıydı ki, takdir ettiği yazarların çıtasının altına düşmemeliydi. “E kardeşim, sen de in olmadan cin olmaya kalkışıyorsun,” derlerdi adama. “Sen, hem yazmaya yeltenme, hem de ustaların çıtasında bir roman yazmayı hayal et! Olur mu hiç?” “Deli,” derlerdi adama. “Sen kimsin ki, boy ölçüşeceksin onlarla?” Nerdeyse okuduğu herşeyden sıkılmıştı artık. Neden tüm bunlar “insanlığın hali ne olacak? Sağa sola yardım edelim, komşumuzla iyi geçinelim, paradan puldan nefret edelim… Başarı değil duygu önemli, akıl her yeri kapladı kalplerimizde yer kalmadı…” gibi fikirlerle doluydu ki sanki? Aklı inkâr eden, duyguları yücelten, dahası duyguları akıldan bağımsız gören, birbirinden çirkin fikir ve kahramanlarla dolu idi, bu öykü, roman ve filmler… Hepsinin de ortak konusu, insan hayatına; ya siyasi otorite ya da devletin müdahale etmesine dayalıydı. Neden, ideolojiler, özellikle devletçi ideolojiler "insanların mutlu edilmesi gerektiği" fikirleriyle sarmalanmıştı ki? İnsanları mutlu etme adına yola çıkan bu ideolojileri destekleyen bütün filozof ve devlet adamları, neden insanlığın felaketi olmuşlardı ki o zaman? Neden filmlerdeki oğlan, kızı kurtarıp sonra bir ağacın altında düzerdi? Neden, en çok kurtardıklarını düzerdi ki insanlar? O yüzden “Tanrı bizi, önce kurtarıcılardan korumalı!” diye düşünürdü. Kahramanlardan nefret eden, hayatının kahramanı olamamış insan… Düşünme zahmetine bile katlanamayan; başarma ve yaratma isteği olmayan bir insan, neden nefret ederdi ki başaranlardan? Kollektivistlerin amacı da yeteneği geliştirmek değil köreltmek ve eşitlik dedikleri de bu değil miydi zaten? "Eşitlik" kavramı berrak bir şekilde nasıl tariflenebilirdi? Eşitlik, özgürlüğün en büyük düşmanı mıydı? Evrende herkes eşit olabilir miydi? Keşke herkes eşit olabilseydi! Her açıdan herkesin eşit olduğu, gösterişsiz, basit ve özgür bir yaşamdan daha güzel bir şey olamazdı elbette. Bu çok güzel bir hayaldi, ama özgürlük, eşitlikten daha önemliydi. Çünkü bireysel özgürlüklerle kaynaşamıyordu devletçilik. Çünkü eşitliği gerçekleştirme girişimleri özgürlüğü tehlikeye düşürüyor ve özgürlüğün yitirilmesi halinde, özgür olamayanlar arasında bile eşitlik sağlanamıyordu. Belirli bir ırkın veya toplumsal bir sınıfın, kendi tarihsel misyonuna olan inancı; bu yüzyılın en yıkıcı safsatası değil miydi? Milyonlarca masum insan, böylesi inançların kurbanı olmamışlar mıydı? Geleceğin dünyasını, bugünkü eylemlerimizden başka bir şey yaratmıyordu. Herkes, sorumluluklarını daha yakından tanımalı ve tetikte olmalıydı. Eleştirel akılcılık, bireylerin ve ülkelerin saygınlık ve barış içinde bir arada yaşamalarının ön şartı olmalıydı. “Kabile kültürünün devamı işte bu” diyerek, “Bizden olan iyi yalnızca!” diyenleri de eleştirirdi Romancı. Onun kahramanları...Hayat karşısında ayakta duramamış insanlar değil, dimdik ayakta kalmış insanlar... Kalbi kırıklar değil, ayakta durup kendi vizyonunu yaratmışlar.... Dünyayla baş etmeyi başarmış, dünyaya kafa tutmuş, ailesine bakan, dimdik insanlar ... Düşmüş insanlar, beceriksiz futbolcular, yaşam küskünleri değil, başarılı öğretmen, şarkıcı, yönetmen bankacılar...Varsayılan ahlaki değerlerle değil; ahlaki değerlerin insan karakterini biçimlendirmede sahip olduğu kudretlerle ilgilenenen, inandırıcı ve erdemli…İrade kavramını reddedip, insanın kendi kontrolu dışındaki kuvvetlerce belirlenen çaresiz bir yaratık olduğu safsatasına isyan eden… Bilincinin menzili, hem benzini, hem de bujisi ve görevi, onu ateşlemek ve hiç durmadan çalışmasını sağlayan…Yaşam problemleri karşısında derin bir nefes almayı bile, görkemli bir hayat görünümü olarak sunabilen…Seçim yaparken bile, değerlerinden veya ahlaki sorumluluktan kaçmayan...İnsanlar olmalıydı! İnsan en iyi ve en yüksek potansiyelini, kendi bireysel seçimlerine göre değiştirmeyi becerip uygulayabilmeli ve mevcudiyeti yüceltip hayatı yaşanabilir kılabilmliydi…Şikâyet etmeden, ağlamadan, kendi mutluluğunun peşinde koşanlar değil miydi asıl, dünyayı yaşanası kılanlar? Onlardan nefret edenleri, onları kıskananları, hatta öldürmek isteyenleri, deşifre etmeliydi romanı. İnsanlığın, mutluluğu arama hakkını günah ve suç sayanlara takmıştı kafasını bir kere. Onun romanı…Bilinç ve mevcudiyeti…İnsanın psikolojik ve fiziki eylemini… İnsanın kendi karakterini oluşturması işi ve fiziki dünyada yapacağı faaliyetlerin çizgisini….İnsanın en yüksek potansiyellerine hayranlık besleyebilme duygusallığını.. Kendisini bir model olarak alma zevkini…Değerlerle motive edilen ve değerlerin egemen olduğu ahlaki bir hayat hissinin; insanların seçimlerinin pratiğe geçirmesinin sonucu etkin olduğunu ve bunun hayati bir önem taşıdığını... Hayattan daha büyük, asli terimlerle yapılmış soyut tasarımların olamayacağını...Günlük hayatın rastgele teferruatıyla değil, insan mevcudiyetinin; ezeli ve ebedi, temel, evrensel mesele ve değerlerini temel alan bir roman olmalıydı! Fotoğraf çeker gibi mevcudiyeti kaydetmek değil, yaratıp tasarlamaktı önemli olan. Aristo'nun sözleriyle “Olagelen şeylerle değil, olabilecek, olması gereken değerler öncelik” taşımalıydı. Bayatlamış ahlak formülleri yavanca tekrarlamamalı ve değerlerini ıskalamamalıydı insan. Değer ve yargılar, duygularımızın kaynağı ve akıl, bir irade yeteneği değilmiydi? İrade sahibi, aklı başında bir canlı, değerlerini seçip, bunları kazanıp elde tutmak için davranabilir; bunun için, amaçlarını ortaya koyup, onlara erişmek için, amaçlı bir faaliyete girişebilirdi. Roman kurgusu, tarihi değil, felsefi bir önem taşımalıydı. Çünkü tarih, şeyleri olduğu gibi sunar; oysa onun kurgusu, şeyleri, olması mümkün ve olması gereken bir tazda olmalıydı. İnsanı, realitede yapmak zorunda kalacağı mücadeleler için eğitip teçhizatlandırmamalı ve ahlaki değerlerle bağlantısız olarak, yapılmış hiçbir faaliyete yer verilmemeliydi. Kurgusunu şekillendirip belirleyen ve motive eden şeyler; kaharamanlarının sahip olduğu değerler veya bu değerlere ihanet ve spritüel amaçlar peşinde yaptıkları mücadele, değer ve çatışmalar olmalı ve temaları, insan mevcudiyetinin temel, evrensel, ezeli ve ebedi konuları olmalıydı. Kurgusu; duygu, içgüdü ve iradenin akla olan üstünlüğünü savunan aleni mistikleri ifşa edebilmeli ve baş düşman tahripçisi, altrüist ahlak olmalıydı! Salt ‘kendini feda’ ahlakı, kendisini tahrip hali dışında, hayata geçirilemezdi çünkü. Bu yüzden, altrüist ahlak anlayışına sahip kahramanlar, insanın yeryüzünde yaşayacağı hayatın terimlerinde inandırıcı bir hikaye içinde projekte veya dramatize edilemez; değer ve erdem kriteri olarak altrüizm alındığında, insanın olabileceği ve olması gereken halini verebilecek bir imajın yaratılması imkansızdı. Karakterizasyon, varolan tek belirli öge olmamalı ve içerik, onun zevkine uygun olarak, şekli belirsiz bir anlatım ve olaylar "kurulmamış" amaçsız bir biçimde sunulmamalıydı. Kendisince yaratılmalı; insanlara hiçbir sadakat borcu olmamalı; sadece insana, sadece realitenin metafiziken verili tabiatına ve sadece kendi değerlerine sadakati yansıtmalıydı. Ahlaki kuralları, açık didaktik bir mesaj gibi değil; ahlaki bir idealin somutlaştırılmış soyutlaması olarak sunabilmeliydi… Akılcı ve insani bir ahlakı tanımlayıp, realist romantik bir hayatı canlandırabilmeliydi romanı. Dünyaya kısık gözleriyle keskince bakan, baş belası bir anarşistti yaşlı adam. Hayatının anlamsız olduğunu hissedip, yaşama gücünü kaybettiği o eski günleri anımsayarak “O da anarşistlik miydi sanki?” diye alalade dalga geçip gülerdi kendisine.. Gür, siyah saçlarının altından masumca ve zekâ dolu bakan, yeşile çalan ela gözleri ve çıkık elmacık kemikleri ile uyumlu eğikçe bir burnu vardı. Kalın dudakları, gülümser gibi bakardı hep. Uzun ince bedenini kamburlaştırıp, başını avuçlarının içine gömerek, öylece düşünürken; lacivert blucini ve sarı tişörtüyle, yakışıklı bir düşünen adam heykeli profili çizerdi...Kuantum fiziği icat olalı, bilime de inancı kalmamıştı o zamanlar. Ağlamak istiyor, ağlayamıyordu. Konuşmak istiyor, konuşamıyordu. Bağırmak istiyor, bağıramıyordu… “Düşün düşün, boktur işin, boşver artık.” diyenlerden bıkmış usanmış, “Yaşamın bir anlamı olmalı mutlaka” diye umuyordu. Evet, evet… İşte o, bu sırrı çözmeli, hayatın anlamını keşfe çıkmalıydı! Ne derseniz deyin, o yazarsa ancak böyle bir roman yazmalıydı. Aşağısı kurtarmazdı onu. Hatta yazacağı roman, ilk önce, kendi standartlarına ulaşmalı, ‘Atlas Silkindi’yi bile sollamalı ve onu bile silkip silkelemeliydi! İçten bir roman yazmak, kolay değildi elbette. Kendini yargılarken bile tarafsız olabilmeli, kendisini aldatmayan bir dürüstlük ve cesarete sahip bir üslupla yazabilmeliydi. Roman kahramanlarının; göz kulak burun, boy post gibi fiziksel gerçekliklerinin, çıktığı keşif yolundan kopuk bir şekilde betimlenmesine hiç mi hiç gerek yoktu. Çünkü bedenin, gerçek hayatla bir bağlantısı yoktu; vardıysa bile, hakikat, insan beyni ve yüreğine odaklanmalıydı! Kurtulmak istediği işkence dolu bir rüya ve keşfettiğini sandığı bir şeyler vardı aklında Romancı' nın. Bunlardan kurtulmak ve huzurlu olmak için, mutlaka yazıp bitirmeliydi romanını. Başarıya, şöhrete ya da zengin olmaya aldıracak zamanı yoktu. Onun amacı, boş konuşan bir edebiyatçı değil, bir romancı olmaktı. Ne toplum ne de eleştirmenler umurundaydı. Önemli olan onun tatmin olmasıydı! Yapıtını bitirmek için, tuğlaları teker teker dizen bir duvarcı ustası gibi, ,art arda dizebilmeliydi kelimeleri. İşin aslı, kullanacağı tüm malzemenin beyninde hazır oluşundaydı. Ama hala dizeceği duvara yerleştireceği ilk kelimeyi, bir türlü bulamıyordu. İşte o kelimeyi bir bulsa, bitecekti romanı! Henüz yazmaya nereden başlayacağına dahi karar veremediği bir romanın büyüsü altına girmişti içten içe. Okuduğu kitaplar, sevdiği eski dostlarla görüşür gibi sürekli geri dönüp okuduğu romanlardı. Bazılarının İncil’i okumaları gibi o da her yıl Atlas Silkindi’yi okurdu. Sonra Çernişevski, Hugo, Balzac, Hemingway, Gorki, Tolstoy, Çetin Altan, Sabahattin Ali ve Vedat Türkali’yi arada bir okur ve şairlerden, Nazım Hikmet, Mehmet Akif ve Ahmet Arif’i severdi. O kadar çok yeniden okumuştu ki artık onları baştan sona okumaz; yalnızca bir sahnesine ya da içlerindeki bir karaktere bakar, tıpkı bir arkadaşıyla birkaç dakikalığına sohbet ediyormuş gibi olurdu. En sevdiği roman kahramanları, kendini sevip sayan, kendisi ile gurur duyan ve güvenilir bir karaktere sahip olan, Vera, Kira, Howord Rock ve John Galt’tı. Ebette ki, Tommiks, Konyakçı, Çelik Bilek, Rodi, Karaoğlan ve Ret Kit gibi çizgi roman kahramanlarını da unutamazdı! Besbelli ki, mütevazılık sınırlarına yabancı, kendini beğenmiş bencilin teki, bir roman Don Kişot’uydu. Bu nasıl bir kendini beğenmişlikti ki, taparcasına sevdiği yazarların romanlarıyla bile boy ölçüşmeye kalkışıyordu? Ya hep ya hiç yani! Ama gelinde ona anlatın siz bunları… “Hiç de değil, yazdığım roman onlardan aşağı kalırsa ne anlamı kalır? Öyle olacaksa, hiç yazmam daha iyi.” derdi. Sefalet, acı ve ölümü değil, sevinci ve yeşeren ümitleri, yani yaşamın kaçınılmaz kıldığı var oluşun ta kendisini anlatmalıydı o. Bunu göremeyenlerin sahte mutsuzluğunu değil, mutluluğun resmini çizmeliydi romanı, körlerin yaşama ettikleri ihaneti değil. Dostluğu tariflemeliydi, örneğin zindanda bile gülmeyi beceren birisi olmalıydı onun kahramanı. “Bencillik ha,” der ve eklerdi: — Toplumculuk, savaşlarınız, jenositleriniz ve soygunlarınızsa eğer, bireyi topluma feda etmekse, elbette sapına kadar bencilim ben! Bahçesinde çırılçıplak uzanmış, sanki üstüne kapanmasını bekliyordu otların. Ne zaman bir rüzgâr çıksa, rüzgâra inat, uçmak geliyordu içinden. Denizin tam ortasına uzayan bir ovaya gidiyordu sanki… Ah, sallanırken nasıl da kırbaçlıyor, havaya savuruyordu saçlarını rüzgâr… İçinde pislenen bir devlet, bağırdıkça etinden kopan bir şey vardı. Sonra başka yiten ne var diye göğe bakıyor, yazdığı romanda, var oluşun izlerini görür gibi oluyordu. Etini kanatıp, üstüne yattığı toprakta, sanki sadece kırbacı vardı hayatın. Oysa tüm karelerini hissediyordu yaşamın; öyleyse ucundan çekiyordu ki yaşamı, artık yaşamasa da olur muydu ne? Bir zamanlar da, aynen bu sertlikte yansımıştı güneşleri… Beton sertliğinde düzleşen; dillendikçe kısalan, işlevsiz etinin, boşluğunu kime anlatsındı ki? Dibi çürümüş, yosun tutmuş bir okyanus gibi, içinde pislenen devleti çıkarmaya, yetmiyordu dili. Yazma tutkusu neyin telafisi, bilemiyordu. İçini deştikçe, tedavi oluyor gibiydi. Bir çeşit terapi miydi neydi bu? Dilinin ucuna gelen kelimeleri, kendini yok edercesine yazıyor, fiziksel ve ruhsal olarak, boşaldığını ve yeniden dolduğunu hissediyordu. Hayatla hesaplaşmalı, harfler kelimelere, kelimeler ete kemiğe bürünmeliydi romanında. Pislendiği o devleti ifşa etmeliydiler. Yaşamı, ölümü, sonsuzluğu, aşkı mutluluğu sorup sorgulamalı, cevapsız kalınca gene sormalıydı, kendi devletiyle konuşur gibi olmalıydı yazarken. Yazıp çizerek bedene getirdiği fikirleriyle değerlendirilmeliydi insan. Belki de salt buydu amacı… Değerlendirilmek… Kendi devletiyle konuşmayan, geçmişten geleceğe nasıl köprü olabilirdi? Putları kırmadan, duvarları yıkmadan, zincirleri parçalamadan… Akıl dolu bir mızrak atmalıydı tüm engellere. Bir çeşit filozofluğa mı soyunuyordu ne? Neyse neydi! Varsa yoksa romanıydı artık. Delicesine yazıyor, dönüp dönüp okuyor, okutuyordu. Hastalıklı bir şeydi bu. Yetenekli olup olmaması umurunda bile değildi.. Zaten bir sakatlığı olmasaydı, neden yazsındı ki? Kokladığı tuzlu suyun iyotu, hem bir hastalık hem de bir zehir taşımıyor muydu? Ancak yazdıkça, iyotu, onu zehirleyenden ayıracaktı çünkü zaten kendini yalnız hissetmiyor ve soyunduğu düşünme zahmetiyle coşuyor, mutlu oluyordu.Yalnızlık, yalnız olmayana zordu galiba, yalnıza değil! Bu nedenle romanı, ikircikli, mistik ve sözde aydın papazların ipliğini pazara çıkarmalıydı mutlaka. Şeytan ayrıntılarda gizli, derler. Belki de içinde yaşadığı ama bir türlü dahil olamadığını hissettiği hayatın dışına çıkıp, kendisi için "alternatif bir hayat" yaratmaya çalışıyordu, gömülüp kaldığı romanlarda. Ya da yaşadığı dünyayı tanımak, hayal kurmak veya kendi hayatına yön vermek konusunda taşıdığı umut ve umutsuzluklardan bir kaçıştı romancılığa soyunmak. Kim bilir, belki de, değiştiremediği şeylerle burun buruna yaşayıp depresyonu boylamaktansa, kaçmayı seçmek, daha akıllıca bir çözüm olabilirdi. Belki de gelecekte, gerçeği değiştirmek için daha fazla hayal kurmaya ihtiyacı olduğunun veya hayallerini gerçekleştirmek için realiteyle daha çok ilgilenmesi gerektiğinin farkına varmıştı! 3 Romancı olmak sevdası dışında, Akdeniz kıyısında bir balıkçı köyü olan Bozburun’a yerleşmiş, huzur içinde, aşkını yaşıyordu. Dağların arasından sarkıveren bir yeşillikten ulaşılan, lacivert bir koyda idi bu köy. İlk bakışta, Hollywood filmlerinde korsan gemilerinin, İngiliz donanmasından kaçmak için saklandığı ıssız adalardaki koyları andıran bir yerdi burası. Tarihi, Umar’a göre, M.Ö. 2000 yılına kadar uzanıyordu. Eskiden, burada yaşayanlar, bu yöreyi Larymna, insanlarını da “Kum halkı” diye adlandırlarmış. Köy, Bozburun Körfezi’nin iç ucunda ve hemen yanı başındaki derenin taşıdığı alüvyonlarla oluşmuş genişçe bir kumsaldaydı. “Poseidonion” diye de anılan kentin çevresinin, kale ve mezar kalıntıları ile dolu olduğu bilinirdi. Yerel halkın “Kale” dediği tepenin, denize bakan yamacında, surların ve dikdörtgen planlı burçların Leleg türü duvarları, kykop işçiliği örgüsüyle, olağanüstü güçlü yapıldığından olmalı, hayli etkileyici denebilecek bazı sur bölümleri kadar, tepelerin arasında sıkışmış müthiş güzellikte bir koya da sahipti. Sanki İstanbul’da Boğaziçi’ndeymişçesine hissederdi insan kendisini burada. Büyük şehir insanının en çok özlediği şeylerin hepsi sanki burada toplanmıştı. Sükûnet, deniz, kum, güneş, ılık hava, doğa, sıcak insan ilişkileri, sağlıklı ve güzel yemekler... Ama belki de en önemlisi huzur ve dinginlik.İşte bu şirin ve güzelim köyde, Romancı, denizin kıyısında saatlerce dalgaların sesini dinler, arada ufak sandalı ile balığa çıkar, yüzer yüzerdi. Emekli maaşı ile kıt kanaat yaşar, hak etmediği şeyler peşinde koşmazdı asla. Bozburun’da komşularınca çok sevilir ve herkes, onun orada yaşıyor olmasından gurur duyardı. Kurallara uymayan bir serseri olarak algılanmaktan hoşlanan, haylaz bir çocuk gibiydi burada. Bu yüzden “parti, cemaat, sendika, dernek ve sair” üyesi olarak tanınmaktansa, bencil bir romancı olarak bilinmeyi tercih etmişti. Roman yazacak bir yetenekten yoksun bile olsa, yaşamını bir romancı diliyle anlatmalıydı. Yazacağı roman, deniz, gitar ve aşkı yetiyor da artıyordu bile ona. Çok renkli simalar vardı köyde. Fakat, Romancı için varsa yoksa beş değerli kişi vardı: Alkolik Ömer, Yüce Majeste, Borsacı İlker, Politik İhsan ve de Balıkçı Alaadin. Hepsi de büyük şehrin kalabalığından kaçarcasına, gelip yerleşmişti Bozburun’a. Romancı anarşi, Ömer alkol, İlker kumar, İhsan yanlış teori, Aladdin varoşların bataklığında kaybolmanın eşiğinden dönmüş, yine de kaderin eline teslim olmamış ve iradesini kullanarak mücadele etmişti. Bunlardan yalnızca Yüce Majeste, bataklıklardan korunma yollarını çoktan keşfetmişti de gelmişti zaten... Ahlaki değerlerinden hiç bir fedakarlık yapmayan, öyle her gün karşımıza çıkabilecek tipler değildi hiçbirisi. İnsan denen yaratığın olabileceği ve olması gerektiği halin resmini bulup çizmekti sanki hepsinin amacı. ‘Mahşerin altı atlısı’ adını takmıştı köy halkı onlara. Sabahlara dek sohbet etmeye, tartışmaya doyamazdı bu altılı. Beyinsel bir iletişim vardı aralarında. Derya kuzuları idi bunlar yahu, nasıl da buluvermişlerdi birbirlerini! Evreni boykot eden altı kişilik bir dünyada yaşıyor gibiydiler. Şairin dediği gibi: “Bir ağaç gibi tek ve hür.Ve bir orman gibi kardeşçesine.” Mimardı ama soranlara, ‘Romancı olmaya çalısıyorum’ derdi, Romancı! Adamın birisi sormuştu bir gün: — E baba bu yaşa kadar yazamadıysan, daha ne çabalıyorsun? Ana avrat küfredip, kapı dışarı koyuvermişti adamı! O günü hatırladıkça başlardı kalaya yeniden “Anasını sinkaf ettiğimin çocuğu, sana ne?” diye. En sakat felsefe, amaçsızlıktı onun için. Amaçsız bir insana selam dahi vermez, konuşmazdı. Yaşamın bir amacı olmalıydı mutlaka. Ve de onun tek amacı romancı olmaktı. İşte o kadar. Roman yazmak, içinde günden güne daha fazla büyüyor, bu istek ve şevk ile gittiği her yer, her ortam ve her mekânda, yazacağı romandan bahsediyordu. Olayı duyan çocuklar, birgün koro halinde: “Romancı, romancı… Hani nerde, senin romanın?” diye tiye bile almışlardı onu. Kızmamıştı hiç, aksine “Daha roman moman yazmadan romancıya çıkmış adımız… Haberimiz bile yok yahu!” diye basmıştı kahkahayı. ”Deli galiba bu adam,” diyerek çil yavrusu gibi dağılıvermişlerdi veletler. Kısacısı, dost düşman tüm ahali, artık ona ‘Romancı’ adını takmış, o da bunu benimsemişti artık. Hatta yazmaktan umudunu kestiği zamanlarda, “Adımız, roman filan yazmadan romancıya çıktı ya, bu da yeter bize.” diye keyiflenirdi bile. Yirmili yaşları Selimiye askeri kışlasında, otuzlu yaşları alkol ve seks batağında, kırklı yaşları borsa ve parasızlık içinde geçmişti. Hepsinden de, denize batıp çıkan bir karabatak gibi yırtmış dimdik ayağa kalkmayı başarmıştı. Bir teki hariç, yalnızlık… Onu da, ellili yaşlarda çözmüş, nihayet huzurlu bir yaşamı yakalamıştı. Hem de nasıl! Üstelik 58’inde kavuşmuştu, hem kendisini hem de onu seven bir kadına. Böylesi de dostlar başına idi… Şanslı adamdı velhasıl… “Hayatım roman, hangi birini yazsam best-seller olur.” der ve sırıtırdı otuziki dişi tekmili birden. Ama bildiğimiz gibi, nereden başlayacağına bir türlü karar veremese de, yaşamını roman konusu yapmayı da yediremezdi kendisine. “Kendi kendini mi öveceksin, roman yazmak yerine?” derdi. Bir gün mahpusluktan, bir gün alkolik borsacılıktan, öteki gün aşktan giriyordu konuya. Onlarca sayfa yazıyor yazıyordu. Sonra okuyup, yırtıp atıyordu tüm sayfaları. Önünde beyaz bir kâğıt beklediği bile oluyordu haftalarca. Bazen, tek kelime yazmaz, yazamaz ve düşünür, düşünür, düşünürdü. Ama bir gün mutlaka, ama mutlaka bulup yazacaktı anahtar konuyu. İşte bundan, yüzde bin beş yüz emindi. Emindi, ama bu ara, yaş da kemale ermiş, altmışına merdiven dayamıştı. — Yazmadan ölürsem gözüm açık gideceğim! Ama boktan bir roman olacağına, varsın boş kalsın sayfalarım… İletişim kuramadığı bir toplumda, sanal bir roman âleminde yaşıyordu. Bu durum ona “ Şizofrenik miyim ben, nedir?” sorusunu da sordurmuyor değildi. Üç beş tecavüzcü katille bir odaya hapsedildiğini ve adamların, şeyleri elinde, etrafında dört döndüğünü düşündü bir an… “Ne kadar dayanabilirimdim acaba, kıçımı kollamaya? Yada vahşi bir hayvanla kapatılsaydım aynı yere, ne fark ederdi?” diye düşündü. Belki çok uç iki örnekti bu, ama çağımızın en tehlikeli hastalığı değil miydi iletişimsizlik? Romancı’nın iletişim kurmayı başardığı mahşerin altı atlısının dostluğu, bir efsane gibiydi Bozburun’da. Onların sohbetini dinlemeye can atardı herkes, ama özellikle de gençler. Hele sohbet bir tartışmaya dönüşmeye görsün, köyün yabancıları, hemen kanlı bıçaklı bir kavga çıktı sanırlardı. Haksız da değillerdi hani. Bağırmalar, çağırmalar, küfürler bini bin para… Altısı da kolay pes etmez, Hacivat’la Karagözü de aratmazlardı laf aramızda. Sonunda bitap düşüp, koyuverirlerdi kendilerini mavilerin derinliğine. Deniz hepsi için vazgeçilmez bir sevgili idi. Hele ızgarada et balık pişirmek, bir yaşam biçimiydi onlar için. Romancının karısı kıskanmıyor değildi hani onların bu sevdasını. “Aşk olsun Romancı,” diye takılırdı bazen karısı, “sen onları görünce unutuyosun vallahi beni bile!” Aslında, o da çok mutluydu, onların yakaladığı bu dostluktan. Çoğu kez hepsi birlikte de yer, içer, sohbet eder, şarkılar söylerlerdi. Altı dost da bilirdi birbirlerinin hayatını, duygularını, amaçlarını, günbegün yaşamışçasına tüm detayları ile. Nasıl bilmesinler di ki? Günler boyunca anlatır anlatırlardı hayat hikâyelerini. Bu nedenle roman yazma konusunda onu teşvik edip destek olurlardı Romancıya. Akdenizin masmavi, bu sakin koyunda, Bozburun Köy’ünde, onları sevmeyen, hayran olmayan yoktu işte. Şöyle sessiz ve sakin bir ortamda rahatça gerinmek için, herkesin kaçıvereceği bir yerdi burası. Deniz kıyısında, maviliğe doğru, şöylece tek başına yürümekten alamadı kendini. Portakal, mandalina, çam ve çınar ağaçlarının sarımsı yapraklarıyla dolu bu tenha deniz kıyısında yürümek ne hoştu… Politik şablonların yapay gümbürtülerinden uzak, Bozburun doğasının sakinleşip, kaybolmakta olan güneşinin kızıllığında, Ahmet Arif’in mısraları dokunur gibi oldu yüzüne: Haberin var mı taş duvar? Demir kapı, kör pencere, Yastığım, ranzam, zincirim, Uğrunda ölümlere gidip geldiğim, Zulamdaki mahzun resim… Bozburun koyu, yalnızlık, kimsesizlik ve çaresizliğe meydan okurcasına, mavilikler içinde uzayıp gidiyor, kıyısında avlanan bir dizi martıyla, örtüsünün altıda yüzen eti çekinmeden paylaşıyordu. Ne kadar da güzeldi masmavi, uzun bacakları; inceliğinin tadına bakmaya doyulmuyordu. Martıların kaçırdığı balıklarda, eti göğe yayılıyor, sanki şairin dediği gibi güneşi bu sefer hakkaten zapt ediyordu. Nedense, evrensel edebiyatın kilit taşlarından Tolstoy ile Çernişevski takılıvermişti aklına. Ahmet Arif'in bu güzel mısraları, alıp götürüvermişti yine onu Selimiye'deki hücresine. Her ikisini de onlarca kez okumuştu orada. Çernişevski, kendisini ve başkalarını aldatmayan, “bilinçli bencil” yeni insanları, Tolstoy ise, birbirini aldatan, metres tutan “bilinçsiz bencil”lerle dolu bir statükoyu savunuyordu. Sonuçta Tolstoy, bunalımdan bunalıma düşüp, köylü giysileri içinde yoksul bir mujik gibi yaşamış; Çernişevski ise, çar karşıtı olduğundan, hapis ve sürgünlere mahkum olmuş ancak balığı ve yaşamı gizlemeye çalışan örtüleri ne pahasına olursa olsun ifşa etmekten kaçınmamıştı. Bu iki ünlü romanı yazarı da, nereden gelmişti aklına? Herkez Tolstoy’u tanır da, neden Çernişevski’yi tanımazdı ki? Bunun balıklarla ne alakası vardı ki şimdi? Bu güzel yürüyüşten eve döndüğünde, tüm dostları karşılamıştı onu. Eşi, şömineyi yakmış, miniskül amerikanbarın üstüne de, yeşil yapraklarıyla bir sepet mandalina ve greyfurt koymuştu. Politikadan soyutlanmış kahkahalı bir sohbet, geceyarısını aşıp gitmişti. Ertesi gün, Alkolik Ömer’in teknesinde buluşup, ızgara partisi yapmaya karar verdiler. Bozburun koyu, masmavi uzanmakta, bir ucunda örtüsünü tutan Çernişevski, altında da Tolstoy’un bacakları vardı sanki… Bu güzel motifi, romanında kullanmalıydı işte. Tolstoy’u yiyen martılar ve buna çanak tutan bir Çernişevski. İşte aynen o çanak gibi olmalıydı yazacağı roman da, insana hayatı yediren. Alkolik Ömer’in teknesinde, haftanın en az iki üç günü yaptıkları ızgara partileri, dillere destan olmuştu artık. Tanrım, bunca ortak zevki paylaşan daha kaç insan olabilirdi acaba bu koca dünyada? Aslında bu, bir ızgara partisi değil, bir düğün, bir sevgi şöleni, kutsal bir törendi onlar için! Tapılanı, bu ucsuz bucaksızlığa yayılan kelimelerinden başka birşey olmayan bir tören, balıklara atılan kırıntılardan, martının pislediği balık kalıntılarından. İşte bu döngüydü kelimelerini sarıp sarmalayan. Teknenin karpuz kıçındaki ızgaranın yakılışından, söndürülüp temizlenişine; masanın kurulmasından, mezelerin dizilip balığın pişirilmesine; meyve tatlı servisinden, okkalı kahveye ve sohbetten şarkılara yapılan tüm eylem, bir orkestrayı andırıyordu sanki. Akortsuz bir tek alet bulmanız mümkün değildi. Bir şey hariçti elbette: sofrada rakılar devrilirken, Alkolik Ömer’in meyve suyuna talim etmesi… Ama o da, bundan şikâyet etmezdi zaten. Hepsi de, Ömer’in bu irade gücüne saygı duyar, takdir eder ama içten içe duydukları suçluluk hissini de engelleyemezlerdi. Sabahlara dek süren bu olağanüstü fikir alışverişine, hep de Balıkçı’nın o olağanüstü sesiyle söylediği şarkı son noktayı koyardı. — “ Boğaziçi şen gönüller ocağı…Her bucağı âşıkların otağı… Yamaçları sanki cennetin bağı…” Dalar giderdi hepsi de kendi geçmişlerine… Martıların denize daldığı gibi… Ve şarkılar şarkılar şarkılar… “Çoktan unutmaz, aklımızda kalmaz, hiç bağlanmaz ve terk edip gitmez” miydik? “Ah bu şarkıların gözü kör” olmasaydı zaten; kendimizi yemeye ne gerek kalırdı? 4 Köy kahvesinde oturmuş, piposunu tüttürüyor, göbeğinin altına doğru sarkan kravatını, bir o yana bir bu yana çekiştirip duruyordu şişko adam. Bir put, taşdan bir heykeldi sanki. Uzaklarda, çok uzaklarda birşeyler arar gibiydi bakışları. Sağını solunu umursamadığını anlatır bir hava içinde, kimseciklerin onu takmadığının farkında değildi. En büyük benim dercesine, emirler yağdırıyordu garsona. — Tazele oğlum şu çayı… Toparla bakayim masamı… Yap bana bir orta kahve... Hadi be yavrum, nerede kaldı benim sodam? Al koçum şu on lirayı, bir malbora alıver bana, üstü sende kalsın… Bir ara karşı masada, çoluk çocuk oturan gruptan yayılan kahkahalara takıldı kulağı. Sekiz dokuz kişiydiler, her kafadan bir ses çıkıyor, gülüşüp eğleniyorlardı. Birden teknede gördüğü yaşlı adamı farketti oturanlar arasında. Teknede kendisine ukalalık yapan hıyarto değil miydi o? Kesin ‘gominist’ idi bu pezevenk… Bir yerlerden hatırlıyor gibiydi bu ipneyi zaten. Avının kokusunu almış bir köpekten farkı yoktu. Emekli sayamıyordu bir türlü kendisini. Bir çeşit alışkanlık, bir çeşit şartlı refleksti bu! Onca, insan, iradesiz, tapınmaktan ve boyun eğmekten başka hiçbir alternatifi olmayan bir ‘şey’di. Öyle ya, irade, zorunlu olarak iyiye, şehvetse kötüye doğru giden birşeyden başka ne olabilirdi ki? Günahın kaynağı, özgürlük ya da seçme özgürlüğünde değil, şehvetin ta kendisiydi. Sahibinin sesi ve emirleriyle yaşayan, evcil bir bekçi köpeğiydi sanki. Hem av, hem bekçi… Sahibi olmasa, ona zaten anlamsız gelen bu yaşamda, açlıktan ve soğuktan geberip gideceğini düşünürdü. Düşüncelerini besleyen tek cevher ve saplantılarının tek koruyucusu, şiddet, sefalet ve otoriteydi. İnanmak için düşünmez, tersine, düşünmek için inanınırdı. Avının kokusunu almış bir köpek, asalak bir sürüngen ve bir engerek yılanı gibi sinsice yanaşıp, kırkyıllık dostmuşçasına oturuverdi Romancı' nın yanı başına. - Gel satranç oynalayım Romancı… Romancı aldırış bile etmiyor, hararetli hareretli bir konuyu tartışıyordu masadakilerle. Bir ara, "Bu da kim yahu?" diye geçirerek içinden, yanı başından gelen sese doğru döndü aniden. “Bu da nereden çıktı” der gibi anlamsız anlamsız bakarak, - Kurallarını bilir ve severim satrancı. Ama ne satrancı ne de diğer benzerlerini oynamam! - Neden ki? - Hepsi de, yaşam kurallarına aykırı da, ondan… - Nasıl? - Nasıl’ı var mı? İnsan bir piyon olamaz asla! - … - Altmış-dört kareli bir satranç tahtası gibi korunaklı ve düzenli bir yer mi bu dünya? Bu kurallar insan tarafından keşfedilmek zorunda değil mi? Ben atacağı adımları kurulu bir piyon olmayı tercih etmem ve de olamam asla… - Satranç bir oyundur ve her oyunun kendi kuralları vardır! “Evet yüzde yüz haklısınız: Her oyunun bir kuralı vardır. Fakat hayatın tek kuralı: akıl ve gerçekliktir. Çünkü hayat bir oyun değildir ve olamaz da! Kim doğrudan, kim yanlıştan yana? İşte asıl konu sanırım bu.” deyip masadaki sohpete döndü Romancı. “Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz?” diye diklenmek istedi bir an Şişko Adam. Başkaca verecek bir cevap da bulamayarak süt dökmüş bir kedi gibi donup kalıvermişti. “Dur ulan hergele, ben senin yedi sülalenin resmini çıkartmaz mıyım…” diye düşünerek, yandan yana sürünürcesine kalkıp ayrıldı masadan. Kimin nesi, kimin fesiydi bu adamlar? Nasıl da bulurdu bunlar biri birilerini, hayret doğrusu! Neler konuşur, nasıl da gülüp eğlenirlerdi? Öyle ya, bu köyde kalacaksa, kendisini sağlama almalıydı. Kimselerle paylaşamadığı duygular içinde yalnız, yapayalnızlığın acısı ile de burkuktu yüreği. Onları hasetle süzen sinsi, sarımsı gözleri, karanlık bir inanç perdesi ile kaplanmıştı sanki. Ayakta kalabilmek için, kabilesine sığınan, ama acıktığında kendi kabiledaşını çiğ çiğ yiyen, yaşam düşmanı bir yamyamdan farksızdı. Düşmanlı bir hayat, beslenme kaynağı olmuştu bir kere… “Komünist, irticacı ve bölücü tehlikesi” ona nefes aldırıp palazlanmasını sağlayan, tek ekmek kapısıydı. “Düşman tehditlerine karşı” devleti, milleti, kimse koruyup kollayamazdı ondan başka. Korunup kollanması gereken, onun eline verilen silah gücüydü oysa! “İlkin bu yaşlı zibididen başlamalı!” diye düşündü. Besbelli ki oydu bunların çıbanbaşı ve kendisinin baş düşmanı! Düşmansız bir yaşam, dosthane bir sığınak olamazdı Şişko’ya. Hedefini bulmuş, aporta hazır bir av köpeği gibi gerildi ve aldığı bu kararla rahatladı. İşe koyulmuştu bile… Yılların verdiği tecrübeyle kafaya aldığı garsondan, yaşlı adamın adını sanını, cibini cibiliyetini öğrenivermişti. Bizim Romancı değil miydi bu! Hedefinin kokusunu almıştı artık. Sonrası, çocuk oyuncağıydı onun için. Elinden eksik etmediği, çok havalı, renkli kameralı ve pahalı olduğu belli olan cep telefonunu tık tıkladı hemencecik… — Saygılar komutanım, nasılsınız? Bir ricam olacak sizden efendim… Devlet düşmanı, şüpheli bir şahıs hakkında… Romancı hakkında, garsondan aldığı tüm bilgileri iletmişti komutanına. “Sağolunuz varolunuz, sayın komutanım!” diyerek, görevini yerine getirmişliğin huzuru içinde kapattı telefonu. Şişko Adam, mahkeme önlerinde arzuhalcilik yaparken, aldığı bir teklifle, insanların hayatını karartan eylemleri hiç düşünmeden uygulayan ruhsuz bir örgütün kuklası oluvermişti. En karışık dönemlerde bile kışkırtıcı bir ajan olarak, verilen görevleri başarıyla bitirmişti. Yazdırılanları yazar, söylenenleri söyler, yap denileni tereddütsüz yapardı. En aşağılık iftiraları yaymak, en acımasız eylemleri yapmak, çocuk oyuncağından farksızdı onun için, yeter ki saldırının hedefi emir buyrulsundu. Kendisini, üstlendiği bu iğrenç görevlerden utanıp sıkılmadan “Ben, bana verilen emirleri yerine getirdim! Ne yapayım?” diyerek kolayca temize çıkarmıyor muydu? Bazen de, beynindeki küflü önyargı, hamaset ve anlamsız ezberler imdadına yetişiyor, rahatlatıyordu onu. Efendileri için canı feda olsundu. Hem o olmasa, kim koruyacaktı ki devleti, milleti? Böylesi sefil bir görevi de başka türlü üstelenemezdi zaten. 60, 71 ve 80 cuntaları öncesi, her taşın altında parmağı olması ile öğünürdü. Bir başkasına da anlatamazdı ya! Haysiyet, cesaret ve mertlik de neydi? Onca, önemli olan ‘görev aşkı’ idi! Ne olursa olsun, görev! İnsanların vurulması, işsiz kalması, hayatlarının savrulması ve bir devletin nasıl işlediği umurunda bile değildi. Aşağılık bir komplonun piyonu değil, resmen, şerefli bir devlet memuruydu o. Attığı iftiraların, işlediği cinayetlerin doğru mu yanlış mı olduğunu düşünmesine ne gerek vardı? Verilen emirleri gözü kapalı uygulamalıydı ki devleti güçlü olsundu. Baskı, işkence ve insanlara yapılan kötülüklere karşı çıkan kim varsa haindi… O kadardı işte! “Devleti ve ulusu ile gurur duyan, vatansever bir devlet memuruyum ben!” diye caka satar, ama nedense bazı sabahlar, aynadaki suratına tükürmekten de alıkoyamazdı kendisini! Altmış yıllık yaşamında, güvenilir bir tek insana rastlamamış, sağlam bir dost bulamamıştı. Bir çift laf edecek kimsesi yoktu. Ne konuşacaktı ki zaten bulsa... Millettin kıçına nasıl cop soktuğunu mu? Cinsel organlarına nasıl elektrik verdiğini mi? 24 Nisan’da Beyazıt Meydanı’nda onca gencin ölümüne neden olan bombayı nasıl büyük bir maharetle attığını mı? İşkenceci olmaya ne zaman karar verdiğini mi? Zaten akıl dışı değil miydi bu dünya? Vicdan sesi de neydi ki? Kırk yıllık karısına bile nasıl anlatabilirdi bunları? Eli kolu bağlı, savunmasız insanlara saatlerce yaptığı şiddet dolu işkenceler ve kabadayılık, tüm ahlaki değerlerini silip süpürmüş, suyun kurak bir toprağı erozyona uğratışı gibi hepsini alıp götürmüştü zaten. Nedense kendini yargılayıp eleştirmek, en korktuğu şeydi yine de. Kendisine yabancılaşmış ruhunu, körü körüne ezberlediği reçete ve içgüdüler bile tatmin etmiyor, yabancılığının nedenlerini bir türlü haklı gösteremiyordu. Bir türlü sevemiyordu kendisini. Tam da bu nedenle, göğsünü gere gere yapıp ettiği, üretip yarattığı işleri anlatan insanlara tahammül edemiyordu işte. Karşılarında duyduğu zayıflık, ahlaki bir işkenceye dönüşmüştü. Bu farkındalık halini beyninden kovmak istiyor, ancak ifade etmekten kaçındığı duygular, ruhunda ölümcül bir yalnızlık ve sessizliğe dönüşüyordu. Kendisini yargılamaktan kaçabileceği bir yerler arıyor, ne var ki, gittiği her yere kafasını da taşımak zorunda olduğundan, böylesi saçma sapan duygulardan kaçıp uzaklaşmayı da beceremiyordu. Yapıp ettiği kötülükleri hazmedememenin dehşeti içinde sığındığı bahane ve boş vermişlikler de köreltemiyordu ruhunu. Kendi kendisini gördüğü halde “kör,” işittiği halde “sağır” olduğuna inandırmak akılsızlığı içinde boğulup kalakalmıştı. Asil ve doğru bir amacın değil, yanlış bir kötülüğün kurbanı olduğunu kabullenmek, aklının ucundan dahi geçmiyordu. Başarılı insanları takdirden yoksun, insan erdemini inkâr eden duygular içinde, aklının kapılarını “neden, niçin, nasıl” sorularına kapatmaya mahkum kalmıştı. Böylesi ahlaki bir vurdumduymazlık ve aciz bir korkaklık içinde felç olmuştu işte beyni; ancak patlayıp dağılsa kurtulabilecekti kabını sıkıştıran kabızlığından sanki... 5 Ayakları çıplak yürüyordu sahilde Romancı. Nereye varsa, bir heykel gibi karşısına dikilip, “Sıfırlara tapma, kendini başkası, başkasını kendin için kurban etme..” diye haykırıyordu John Galt. Adam, bir roman kahramanı değil, capcanlı birisiydi sanki! “Yaşanacak an yarın değil şimdi! İşte budur yaşamın kuralı…” diye söylendi kendi kendine. Talan dolan, yalan soygun, sömürü kan, neyse neydi. Dünyanın en iyi cerrahı bile olsa, kaç kişiyi kurtarabilirdi sanki bir başına? Nehir olsa kolay, bir köprü yapıverirdi. Ama değişmesi ya da değiştirilmesi gereken tabiat değil, insandı, toplumdu. Salt olan değişim değil, değişimin yönü… Yaşamın kaynağı, aşkta meşkte değil, aklı insani yönde çalıştırabilecek bir program olmalıydı mutlaka. Tercihlerini belirlemeyi başaran, aklı başında bir canlıya yakışırdı yaşam. Yaşam, bilinmeyenlerle dolu bir rastlantılar denklemi olamazdı asla. Rastgele seçilmiş, virüslü bir programla, bilgisayar bile çalışmazdı, değil ki akıl! Allanıp pullanarak gizlenemezdi bu gerçekler. Gözleri kapalı değil, dört gözle dinlemeliydi evreni aklı başında bir canlı! Façasını indirmeli, foyasını açığa çıkarmalıydı yaşamın! İşte bu noktadan başlamalıydı yazmaya. İpin ucunu bulmuşluğun ve bu işi bitireceğinden emin olmanın rahatlığıyla, gözlerini kapayıp boylu boyunca uzanıverdi sımsıcacık kumlara. — Selam Romancı Amca, nasılsınız? Hiç de yabancı gelmeyen bu peltekçe sese doğru açtı gözlerini. Teknede gördüğü gençlerden birisiydi bu. Çat kapı evine bir dost gelmişcesine sevindi. Sırtüstü kımıldamadan gözleri yarı açık gülümseyerek, — Hoşgeldin genç adam, iyidir.Ya sen? — Bilmem hatırladınız mı beni, hani geçen gün teknede… — Elbette yahu! Çöksene yanıma şöyle, güneş gözüme giriyor… Yüzünde saygılı bir ifade ile bağdaş kurup, oturuverdi yanı başına genç adam. — Teşekkür ederim efendim. Teknede Şişko Adam’a verdiğiniz cevabı düşündüm de… Vaktiniz varsa konuşmak isterim… “Zevkle genç dostum… Nereden başlamak istersin?” diyerek yarı doğruldu Romancı. — Değiştirmek, ama nasıl? — Felsefeyle elbet! Asıl sorun, dünyayı yorumlamak değil, onu değiştirmektir. — Felsefenin de değiştiremeyeceği şeyler yok mudur sizce? — Bir nehire köprü inşa ederek kısaltabilirsin yolu. Ya insanı, ya toplumu? — Ama temel, sistem mi, yoksa insan mı olmalı? — Bak genç dostum, hayatını devam ettirmek için, üretmek zorunda olan tek canlıdır insan. Pençesi var mı insanın? Avlanmak için bile aletler üretmesi gerekmiyor mu? — Üretmek yerine hırsızlığı tercih eden bir insanı ya da toplumu, nasıl değiştirebilir ki felsefe? Üretenler iktidar olmadan elbette! — Kimler onlar? — İşçiler, köylüler ve tabi ki tüm çalışanlar… — Ya patronlar, mucitler, esnaflar? Onlar üretmiyor mu? — Onlar olmadan da üretim olur ama! — Kim olacak o zaman patron? — Çalışanların devleti elbette! — O da ne demek? — Sosyal devlet… — Allasen, yaşayan bir tek örnek göstersene bana! —… — Ne oldu? — SSCB’deki gibi bir sosyalist sistem… — Pardon ama, nerede o şimdi ? — Emperyalizm izin vermedi ki! “Sosyalist sistem devirseydi ya o zaman emperyalizmi! Baldan tatlıymış el parasını harcamak. Elin oğlu ölünce, kahramanlık da baldan tatlı olmaz mı? Elin oğlu asker, senin oğlun devlet kapısında memursa elbette!” deyiverdi paldır güldür Romancı. — Nasıl efendim? Kazanamadığımız para, nasıl tatlı olur ki? — Değiştirebileceği şeyleri pas geçip, neden değiştiremeyeceği şeyler peşinde koşar ki insanlar? - Ama “Ya değişim, ya ölüm!” demeden nasıl değiştirebiliriz ki, bu bozuk, bu rezil düzeni? - Değişim aşkına değişim olmaz da ondan. - Nasıl? - Neyi, nasıl, hangi maksatla ve ne zamanda bir değişim? Soruların cevabını vermeden, ortaya bir proje koymadan… Nasıl olur ki, bu değişim? - Sizce değiştirmeye gerek yok mu yani düzeni? - Aksine! Bence de değişmeli elbet bu ahlaksız, bu mantık dışı düzen… - O zaman? - Ama, düzeni değiştirmek, bu kötü, bu rezil düzenin yerine, başka bir kaos koymakla olamaz ki! Değişim bu olamaz! Sadece, mevcudiyeti insani yönde değiştiren doğru ve iyidir bence. Değişim kavramı, felsefe tarihinde özel bir yer tutar aslında. Bazıları, değişimi her halükarda faydalı görür. Bazıları ise, istikameti belirsiz bir değişimin, faydadan çok zarar getirebileceğini düşünür. Bundan 2500 yıl önce yaşamış olan filozof Heraklitus, dünyada değişimden başka hiçbir şey olmadığını savunmuştu. Heraklitus’a göre, aynı ırmağa iki defa giremezsin; çünkü sular akmaktadır ve ırmağa birinci girişinden sonra su değiştiğinden, ırmak da değişmiş olacaktır. İnsanlar bu görüşü sempatik görüp, kendilerine çarpıcı bir gerçeklikten bahsedildiğini zannederler. Bence bu tür yaklaşımlar, felsefeyi insan hayatından kopartıp, dünyadan habersiz eksantrik insanların meşgalesi haline getirmiş. Oysa ırmaktaki suyun aktığını ve durmadan değişmekte olduğunu kim bilmez ki? Irmakta çamaşır yıkayan bir köylü kadınına, suyun değiştiğini anlatmaya kalkışsan, "Hadi get işine lan! Irmağın suyu değişmese, kirli çamaşırlarımı neden yıkayım ki burada?" diye sormaz mı sana? Suyu değişse de, akıp giden hep aynı ırmak değil midir? Baraj yapıldıktan sonra, suyunun rengi kızıldan maviye de dönse, köylünün dilinden, topoğrafın planına kadar her yerde, tabii yanlış bir felsefeye sahip olmaları yüzünden şaşkına dönmüşlerin zihinleri dışında her yerde, o nehir Kızılırmak’tır, Yeşilırmak’tır, neyse ne! Gelgelelim, yanlış da olsa felsefi görüşlerin etkisi büyük. Başlı başına "değişim" kavramını, matah bir şey zannedenler, günümüzde çok. Habire "değişelim!" diye slogan atmakla sorun çözülemez özetle. Önce çözüm projelerini tartışmak ve eğer makul görülürlerse, kurumları, bu projelerde gösterilen istikamette ikna ederek değiştirmek, daha mantıklı değil mi sence? — Pardon ama sizce hiçbir şeyi değiştiremez mi yani insan? Ya da ‘neleri değiştirip neleri değiştiremez?’ onu konuşalım o zaman. — Zorla güzellik olmaz! Dediğim bu genç dostum. Gördüğün halde kör, işittiğin halde sağır olduğunu iddia edebilir misin? "Tanrı yoksa, evreni kim yarattı?" diye sormak, evrenin bir yaratıcısı olduğunu ispatlamaz ki. İnsan dediğin alim-i mutlak olamaz, yanılabilir, hatalar yapabilir… Ama bilgiyi, akıl süzgecinden geçirerek elde etmeli insan. Tabiat-üstü bir kuvvet, bilgiyi ona ani bir vahiyle bahşedemez… Yok böyle bir şey! İnsanı kırbaç zoruyla, tabiatı ise iknayla değiştirmek mümkün mü? Bence bu yol, insanları zor yoluyla yönetmekten, yani tabiata, dua, büyü, rüşvet ve kurbanlarla yalvaran vahşi insanların ürettiği siyasetten başka bir şey değil. Böylesi bir siyaset, tarih boyunca hiçbir toplumda işlememiş. Tabiata, pasif, mistik, "ekolojik" bir boyun eğiş önerirken, insanların kaba kuvvetle yönetilmesi nasıl tasvip edilebilir? Tabiata isyan edilemeyeceğini bilmek ve karşısında hiçbir eylem mümkün değilken, onun ortaya koyduklarını kabul etmek gerekmez mi? Tabiatta değiştiremeyeceğimiz şeyleri kabullenmeden, değiştirebileceklerimizi değiştiremeyiz çünkü. Depremi değiştirebilir miyiz mesela? Tabi ki hayır! Ama depremi kabullenmeden, ona karşı önlem de alamayız. İnsanla ilgili olaraksa "kabul etmek," hemfikir olmak veya "değiştirmeye" zorlamak anlamına gelmiyor asla! Bence kabullenmemiz gereken, asıl, başkalarının zihninin işleyişine gücümüzün, bizim zihnimizin işleyişine de başkalarının gücünün yetmeyeceği gerçeğidir. Başkalarının kendi seçimlerini yapma hakkına sahip olduklarını kabul etmek, yani depremi kabul etmek, onlara katılıp katılmama konusunda sadece kendi zihnimizin dikte ettiği tarzda davranmak, bu yolla seçimlerinin bizi etkileyen yönlerinde gizli duran kötülükleri tevekkülle karşılamamak, yani bu yönlere asla gönüllü olarak teslim olmamak demektir. Direnecek en ufak bir tercihinin dahi bırakılmadığı bir zindana esir düşüp, işkence altına alınmış da olsa, altında bulunduğu kötülüğü görmenin ve bu kötülüğü kabul etmiyor olmanın bilinciyle, o şartlarda dahi duyabileceği bir huzurun kaynağına sahiptir çünkü insan. İnsan aklı, hiçbir şekilde bilincinden yoksun bırakılamaz. Başka bir deyişle, kavram ve tanımlarının geçerli olmasını istiyorsa insan, hem keşfettiklerinden daha fazlasını bilemeyeceğini bilmeli, hem de olgularla ilgili delillerin gösterdiğinden daha azını biliyormuş gibi davranmamalı bence. Değişimin temel şartı, insan bilincinin sınırlarının özerkliğini gözden kaçırmamak kanımca. Bilinç, etine kemiğine işlemiş olan devleti kusabilecek kadar güçlü bir alan… — O zaman, devrim ve devrimci olmadan nasıl kusacağız bu bozuk devleti içimizden? — Devrim mi? Devrimcilik mi? Onlar da neymiş? Dinle genç dostum, devrim ‘önce insan’ için olmalı! Birey haklarını temel alan felsefeden yoksun bir devrimin iyiliğine yobazlar inanır ancak. Devrim, herşeyi zorla yakıp yıkmak ve yoktan var etmek değil, varolan toplumsal malzemenin yeni ve ileri biçimlerde tekrar düzenlenmesi olmalı önce. Yani o ete kemiğe bürünmüş bozukluğu tanımak, onunla yüzleşmek… Dolayısıyla devrimin, yenilik yaratmak yanında, varolanı dönüştürmek gibi bir görevi de var. Bu, zorla değil, akılcı bir felsefenin ışığında gerçekleşebilecek birşey ancak. Çünkü, bu yüzleşmeyi ancak ve ancak bilinciyle seçebilir insan. Bireyi ‘Millet – Devlet – Sınıf’ adına feda eden, sağcı solcu tüm kollektivist sistemler bir diktatörlük değil mi sence? Bu zincirden herhangi bir halkayı feda eden her politik hercümerç, devrim değil cunta, saray darbesi ya da bir "Celali İsyanı" olarak sonuçlanmadı mı? Devrim, insanı zoraki çalışma kamplarında ve gaz odalarında, sefalet, açlık ve hastalık içinde telef eden bir sistem yaratmamalı asla! Bizi sömürüp kemirip zayıflatan, etimizi yiyip içip bitiren devlet değil, devletçilik… Bizi bu düşünüşün sınırlamalarından kurtaracak radikal ve olumlu bir değişimi, insan yaşamı lehinde gerçekleştirebilecek bir olay olmalı devrim. Onbinlerce insanı hunharca katleden bir vahşet değil, önce mutluluğun garantörü, hürriyetin bekçisi olmalı! Devrimciye gelince… Gerçeğin peşinden koşan bağımsız bir yaratıcı olmalı önce. Devrimi pratik yaratıcılık alanı olarak değil, satranç, matematik ve teorik bilimler gibi hayal ürünü zanneden bir fildişi kulesi entellektüeli olamaz devrimci. Devrimci, kendi hakkı yenmişlik sanrısına tepki olarak devrime katılıp, yıkmak istediği despotun tahtına geçmekten başka bir arzusu olmayan, otoriteye karşı davranıp, otoritenin tabiatındaki hastalıkları sorgulamayan bir asi olamaz. Kendine duyduğu marazi sevgiden ya da aklını icra etmede gösterdiği isteksizlikten dolayı, dış dünyayla irtibatını kaybedip, bu yüzden duyduğu korku ve yalnızlıktan bir kaçış olarak bedenen ya da fikren katıldığı bir tekkenin dogmalarından başka hiçbir hakikat tanımayan bir fanatik, bir narsist de olamaz devrimci! Devrimci, tanımlanmış hiçbir yeniliği benimsemeden, sırf yıkım öneren sorumsuz bir nihilist de olamaz! —.... — Bak genç dostum, şimdi de ben sana sorayım. Amacının tam tersini üreten ve sonunda silaha sarılmak zorunda kalan bir teoriye bağlı kalalabilir misin? Bu idealizm değil, akıldışılık olmaz mı sence? — Akıldışı bir eyleme nasıl devam edebiliriz? Haklısınız. Ama yaşama koşullarımızı, yani bilincimizi belirleyen bu yanlışlık, nasıl doğru yaşanabilir ki? — Bu fiziksel değil, psikolojik bir olay, doğru. Ama "ya kendini ya başkalarını feda" veya "hem kendini, hem başkasını feda" etmeye dayalı teoriler, madolyonun diğer yüzü söylediğine göre. Birincisi psikopatlık, ikincisi akıldışılık. Doğru yaşanamayacağını iddia ettiğin yaşama, tam da bilinç düzeyinde karşı çıkmak mümkün değil mi? Yanlışı yanlışla örtmek… Kolaycılıktan başka bir şey değil bu. Çünkü, hiçbir benlik duygusu ve kişilik değeri geliştirememiş olana, kendini feda küçültücü gelemez. Neyi feda etmesinin gerektiğini bilemeyen, realiteden de haberdar olamaz, onun dayattıklarından da! — İnsan, insan olduğunu böylesine unutabilir mi peki? — Mantık dışını kendi standart değeri, imkansız olanı kendi "iyi eylemi" kavramı haline getirmiş, kimliğiyle sıfır arasında yaptığı tercihler ile hak etmediği ödül, servet ve sevgilerin peşinde koşmaya yeltenen bir insan, insan olduğunu elbette unutabilir! Oysa hiç kimse kendisini, "ne cennetteki hayaletler, ne de dünyadaki beceriksizler" için feda etmek zorunda değildir! Bu hararetli sohbet, Romancı’nın bir anda çalmaya başlayan cep telefonu ile kesilmişti. Oysa daha ne çok şey vardı anlatacağı… Karısının güzel sesiyle, uzanmış olduğu kumlardan doğruldu ve eve gitmeden ayaklarını denizin serin suyunda yıkamak istediğini anımsadı. Bundan başka ne olabilirdi ki insan olmak? Serinliğin yavaşça bedenine yayılmasına izin verişinde, sözlerinin ardında gizli duranı kendisine hatırlatır bir hali vardı. Nerelerden nereye gelmişti bu ayaklar ve gideceği daha nereler vardı acaba? Ama önemli olan, gelip gitmek miydi? Şu an, içi boş, ayağı dışlayan bir durak mıydı sadece? Bundan mı ibaretti şimdiki zaman? Bastığının, söylediğinin, baktığının hiç mi izi yoktu insanın? Hayır, hayır, böyle olamazdı! Bu sobhete devam etmelilerdi bir ara. Genç Adam’a dönüp kumsalın tadını çıkarmasını ama kendisinin şu anda eve dönmesi gerektiğini söyleyerek ekledi: — Belki de kabusundan uyanmamız gereken, bu güzel sohbeti bitiren an değil, onun içine işlenmiş izler. Suyun değişkenliği değil, bizi nasıl değiştirebileceği üzerine düşünmek ve düşünürken de met cezir gibi gidip gelen dalgaları örnek almalıyız bence. İnsanlığımızı hatırlamanın bundan başka bir yolu olabilir mi? 6 Dört ayı üç adımlık bir hücrede geçen, dört küsür yıllık bir hapislikten sonra, yolunu ‘nasıl daha iyi bir komünist olup, devrim yapılır?’ yönünde değiştirmiş ama topluma öfke ve kin duymamıştı Romancı. Üstelik, ilkin kendi yaşamına yabancılaşmış olduğunu fark edip nasıl da mutlu olmuştu hücresinde! Özgürlük, direnç, umut fışkırıyordu sanki bu üç adımlık tabutlukta... Dışarda, umutsuzluk ve boşluk içinde geçen günlerini anımsayıp sırıttı pisi pisine. Öyle ya, dünyanın merkezinde değildi. Etrafında mı dönüyordu sanki ağaçlar kuşlar? İnsanın kendini kaybedip ruhunu aradığı bir kör çember miydi ki dünya? Huzur ve sükûn arayan bir insanı, buhrandan buhrana yuvarlayan bir akış olamazdı yaşam; insanın tüm problemleri bu noktada düğümlenemezdi asla. Ama madalyonun bir yüzü zalimlikse diğer yüzü kendini acındırmak değil miydi zaten? Hayata adanmış zorluklar içinde yıpranabilir ama düştüğü yerden de kendi kendine ayağa kalkamayı bilmeliydi insan. Ayağa kalkmak için, başkalarını bir koltuk değneği gibi kullanmamalı ve kendisini de kullandırtmamalıydı aklı başında bir canlı. Yazgısına egemen olmak ve mutluluğu yakalamak elinde değil miydi insanın? Bu nedenle, bir iki ay hücrede yatıp, arabesk kahramanlık destanları yazanlara sadece acıyordu Romancı. Yakup Kadri’nin Yaban’ında, onu çok etkileyen “Yalnızlık dinmeyen bir sızıdır…” cümlesini anımsayıp şaşakaldı! Üç adımlık tabutunda hem yalnız hem de tekbaşına durabilmiş, üstelik sızı mızı da duymamıştı Romancı. Aksine kurtulmuştu yahu, dışardaki sızıntılarından. Yoksa kalabalıklar mı nedendi bu dinmeyen sızıntılara? Hep "Hücrem, hücrem… Ah canım hücrem!” diye anardı yetmişli yılları... Selimiye askeri kışlasının, karanlık, küflü ve soğuk bir hücresine kapatıldığı an, işte o an, hayatının en mutlu günlerini, burada geçirebileceğini nereden bilebilirdi? Eski bir at ahırından bozma, bu altı duvarlı ürkütücü mezarda, başına neler geleceğinden habersiz bir üniversite öğrencisiydi henüz. Zamana açılmamıştı daha zihni. Hayatın baharında, aşktan, meşkten ve mevcudiyetten bihaber, kafasında kavak yelleri esmekteydi. Kapatıldığı bu üç adımlık yerde, ölmek üzereymiş gibi hissediyor, içinde sıkışıp kalmış sırlardan boğulur gibi oluyordu. Dram dolu duygusal bir okyanusun yaşam ile ölümü çağrıştıran azgın dalgaları arasında sıkışmış bir sandaldaydı sanki. Tanımadığı, yeni bir duygu değildi bu korku. Kim ne derse desindi: nedensizce ölmekten korkuyor ama yaşamayı da bir türlü beceremiyordu. “Yaşamak ve ölmek… Ha bu üç adımlık, bu piç tabutlukta, ha da bu puşt dalgaların arasında… Ha çözemediğim sırlar içinde, ha bu korkunç karanlıkta… Ne farkı var?” diye düşündü. Nasıl da çetin bir bilmeceydi bu! Çözemediği sırlar mı, yoksa azgın dalgalar mıydı onu korkutup sindiren, bir türlü ayırt edemiyordu. Yoksa bu üç adımlık cehenneme bir başına tıkılıp kalmış olması mıydı bunun nedeni? Ardından takip eden bir avcının menzilinde, her an vurulacak bir hayvan gibi hissetmemiş miydi kendisini hayatı boyunca? Azgın dalgalar, üç adımlık hücreler ve içinden çıkılamaz iletimşizlikler ile mi doluydu hayat? Bir yoksunluk, bir tiryakilik, bir yalandan öte, beyinsel birliktelikler kurma özlemiyle dopdolu olamaz mıydı gerçek dostluk ve sevgiler? Beyinsel iletişimden yoksun bir yaşam nasıl gerçek olabilirdi? Birbiri ardına gelen askeri cuntaları birebir yaşamış birisi olarak, birşeyler yazmalı, söyleyecek sözleri olmalıydı mutlak! Bu bir’lerin belirsizliğinden kurtaramayacak mıydı kendini? Biri olmak, birşeyler bilmek… Ne demekti bunlar? Yaşayan yaşamayan, asker sivil, tüm sözde vatansever cuntacı devletçilerden hesap sorması gerekmiyor muydu biri’lerinin? İlk kez, hiç kimseye ait olmayan bu altı duvarlık mekanda kendi kendisi ile tanışır gibi olmuş, bir başına kalmıştı bedeni ve ruhuyla. Oysa hep korkmaz mıydı birisi olmanın yalnızlığından? Sığındığı, hep kalabalıklar olmamış mıydı o zamana kadar? Asıl korkulması gereken, yalnızlıktan öte, farkında bile olmadığı benliği miydi yoksa? Afrika ormanlarının tam ortasında ıskalanmış bir ağaç gibi hissetti kendisini. Iskalanmış, çünkü kim olduğu hiçbir zaman düşünülmemiş, bilinmemişti, ne kendisi ne de başkaları tarafından. Ama ya şimdi? İşte şimdi, bu üç adımlık tabutluk, bu üç adımlık altı duvar arasında, tekbaşına ve yalnız, hem de yapayalnızdı. Etrafı birisi olmanın kaçınılmazlığıyla örülmüş olmasına rağmen, hiç de gelmemişti korktuğu başına. Yüreği dopdolu, beyni bomboştu ama nasıl da yeniden doğmuş gibi hissediyor, her adımını ilk kez özgür kalmışcasına atıyordu. “Bu da nasıl bir şey yahu?” diyerek gülümsedi yeniden. Sanki yalnızlıktan kaçayım derken, kalabalığa tutulmuştu önceleri. Arkasına sığındığı başkalar, kendini dordururcasına maske edindiği önyargılar geldi aklına birer birer. “Nasıl da ıskalamışım ben hayatı? Yarım bir doğru, bir tam yanlıştan kötü yahu” diye düşündü. Hayatın bir çaresizlikten ibaret olduğunu, mutlululuğunsa insan için mümkün olmadığını haykıranlar arasında ne işi vardı bunca zaman? Acıları değil, sevinçleri paylaşmak olamaz mıydı yaşam? Yaşamak için illa ki bir düşmanının mı olması gerekiyordu? “Bunca yıl bana boğuluyormuşum gibi hissettiren ikiyüzlülük denizi, önce içimde birikmiş demek” diye düşündü. Ancak sorunun ne olduğunun farkına varıp sentezleyebilmiş değildi henüz. Adalet adaletsizlik, ahlak ahlaksızlık, düzen düzensizlik… Ne demekti bunlar? Salya sümük ağlamak mı? Neyi, neden, niçin, nasıl yapmalı ve nasıl uygulamalıydı hayatına? Tanrı savaşı icat edip, bilim barışı bozuyorsa, neydi bu yolun doğrusu, yanlışı yahu? Şaşkın, mağrur ve gurur dolu gözlerle, üzerine kilitlenen kapının demir parmaklıklı penceresi önünde, hazır ol vaziyette bekleyen gardiyana, yatağa ve hücresinin yüksekçe tavanına öylece bakıp kalakaldı. Soruşturma, işkence ve uykusuzluktan bitkin düşmüş vücudunu duvara yaslayarak çöktü. Gözlerini kapayıp duyduğu sessizliğin derinliğinde kendini keşfe çıkmıştı sanki. Buna duyduğu ihtiyacın keyfini çıkardı doyasıya. Ne binbir kovalamaca, ne geceler boyu süren işkenceler, ne de sırf babasını memnun etmek için girdiği üniversite kalmıştı artık yeni hayatında. Tarih kokan bu kışlanın, üç adımlık odasından fışkıran bir çınar ağacı gibi hissetti kendisini. Hücresinin yakınında bir çamaşırhane vardı galiba. Buradan geldiği belli, mis gibi kokan çamaşırları derin bir nefes alarak ciğerlerine doldurdu, gözleri kapalı. Sanki yirmi değil, yüz yaşında bir bilge gibi hissediyordu kendisini. Bir öğrenci değil bir filozof, başıboş bir genç değil bir kahraman ve bir asalak, bir sürüngen değil, kükreyen bir aslandı sanki… Öyle ya, kimdi kafa tutan, başkaldıran, isyan eden, polisiyle ordusuyla koskocaman bir devlete? Kendisinden emin ve görevini yerine getirmişliğin huzuruyla yatağa uzanıp, öylece derin bir uykuya dalıverdi. 12 Mart sonrası elinde silah, kalbi beyni ve ruhu memleket, insan ve bilim aşkıyla dolu, orta yerde yapayalnız bırakılan yüzlerce gençten birisiydi sadece. Yüreği nasır, cebi menfaat, beyni örümcek ağları ile tanışmamıştı henüz. Kuvayi Milliyeci bir dedenin torunu, öğretmen bir babanın oğlu olarak, güneyin sıcak, yeşil, mavi ve şirin kenti Mersin’de 1949 yılında dünyaya gelmişti. Altmış cuntasından, ilkokul bitirme sınavlarında haberdar olmuştu. Türkçe sınavında “Annenizi niçin seversiniz?” sorusunu cevaplıyordu ki, iptal edilmişti sınav. Cunta nedeniyle yeniden hazırlanan sınavda soru, “Bayrağınızı niçin seversiniz? ” olarak değiştirilmişti. Sınav sorusundaki bu değişiklikle cunta arasındaki ilişki, çocuk kafasını az meşgul etmemişti. Anne ve oğul, insan ve bayrak, bayrak ve cunta… Sınav sorusu, neden değişmisti? Canı kadar sevdiği bu iki şeyin, bir ihtilalle yer değiştirmesi gencecik beynini neden bu kadar yormuştu? Yoksa askerler anneleri sevmezler miydi? Soruyu değiştiren kimdi? Yoksa bundan böyle yalnız bayraklar mı sevilecekti? Birinci sınav ne güzel geçmiş, anacığını neden, niçin, ne kadar sevdiğini nasıl da hevesle anlatmıştı oysa! Kim ne derse desindi, ikinci sınavda sorunun değişmesine çok ama çok kızmış ve içerlemişti. Ama bunu ne kimseciklere belli edebilmiş ne de en yakınındakilerle paylaşabilmişti. Böylesi içimizde kalmış, paylaşılamamış, üstelik anlaşılamamış nice korku ve duygular değil miydi sonradan hüyelalara dönüştüveren davranışlarımızı? Karavana şıngırtıları, demir kapı zincirlerinin sökülmesi ve paldır küldür açılması ile çıkan gürültüyle ürpererek uyandı, kalktı yatağından. İçeri girip, getirdikleri bakır güğümlerden mis gibi kokan kuru fasulye, pilav ve hoşafı tabaklara koyan erleri seyretti. Yemek dağıtımını denetleyen sert bakışlı başçavuş ve üsteğmen ile göz göze geldi bir an. Onların bakışlarında bir düşmanlık değil, bir hayranlık vardı sanki. ‘Ne yaparsın biz emir kuluyuz’ der gibiydiler. Karavanayı büyük bir iştahla yiyip yutuverdi. Hani fasulye de fasulyeydi doğrusu. Hele ki asker tayını ile hoşafa diyecek yoktu. Eh işte, pilav da idare ederdi! Tepesinde yanan, yarı sönük ampule bakarak, “Herhalde karanlık çökmüştür dışarıda” diye düşündü. Ne bir pişmanlık, ne de bir sıkıntı vardı içinde. Aksine ruhundan taşan coşku, tüm benliğini sararak, tatile çıkmış bir turistin sevincini hissettiriyordu. Kendisini, Jack London’un roman kahramanları ile kıyasladı bir an. İntiharı seçen Martin Eden ve diğerlerini düşündü. Kuvayici dedesinin anlattığı hikayeler, serin ve yeşil toroslar, sıcak akdeniz akşamları ve genç kızlar, hızlandırılmış bir film şeridi gibi gelip geçiyordu beyninden. Volta atmayı duymuştu dışarıda ama bu üç adımlık yerde de ne kadar yürüyebilirdi sanki? Hafiften bir ıslık tutturup, ellerini arkasına bağlayarak denemeye koyuldu. Bir, iki, üç, hop duvar… Geri döndü, bir, iki, üç hop yine duvar! Olmuyor olmuyordu bir türlü! Hani birazcık hızlı yürüse çarpıverecekti Selim Efendi’nin duvarlarına! Yavaştan yavaşa saymaya devam edip gözlerini kapayarak sürdürdü volta talimini günlerce. Aslında bu talim, hiç de yabancı gelmemişti ona. İlkokulda mehter takımındaydı. Ama mehter rotası, bir, iki, üç, sol; bir iki üç sağ ve “Ceddin deden.. Ceddin baban...Hey kahraman…Türk Milleti…” marşını söylerekten hep ileri gitmekti. “Ya burası…” diye düşünerek devam etti voltasına. Bir, iki, üç hop duvar, tekrar geri. Sağı solu, altı üstü, altı duvardı burası. “Hay sinkaf edeyim, yedi ciddinize! Sağa sola dönmeden yürüyeseydiniz bari!” diye söylendi. Bu arada fena da gitmiyordu hani volta talimi. Hızını biraz daha arttırdı. Bal gibi oluyordu yahu! Bir, iki, üç ileri… Bir, iki, üç geri… Duvarlara çarpmadan geri dönmeyi başarmıştı nihayet. Yalnız, üçüncü adımdan sonra, hep aynı yönde dönmesi gerektiğini fark etti; başı dönüveriyordu yoksa. Arada sırada, ellerini öne alıyor, başını kaldırıyor, bazen de, başını öne eğip, ellerini ardına bağlıyordu. Bu işin ustası olmaya karar vermişti hücresinde galiba. Hak vermemek elde mi, yapacak başka ne vardı? Başladı bir şarkı söylemeye: — Hani o saçlarına, taç yaptığım çiçekler… Hani o, saçlarının mis kokulu baharı... “Hay canına yandığımın dünyası, adam sanki Boğaziçi’nde Kadillak’la tur atıyor” diye düşündü kapıdaki er. Böyle kaç dakika geçti geçmedi bilinmez, birden üç beş subay bitiverdi kapının önünde! El kol hareketleri ile bağırıp çağırarak, voltasını yarıda kestirdiler. Bir an şaşırdı, ‘nerdeyim ben?’ “Ne oldu yahu” diye sordu gelenlere. Aldığı cevapla neredeyse yerlere yığılacağını hissetti gülmekten. Meğerse protesto gösterisi yaptığını sanmışlar. Olan, Selimiye’nin yüksek damlı, uzun koridorlarında yankılanan, o güzelim şarkıya olmuştu yine! “Ulan, zaten taç gibi çiçek takıp, mis gibi koklayacak saçları kim kaybetti ki biz bulalım?” diye düşünmekten alıkoyamadı kendini. Aslında ilk günlerdeki bu hareketlilik hoşuna gitmiyor da değildi hani. “Ulan, bunlar protestoyu falan bahane edip, benim şarkı söylememi kıskandıkları için çekemediler kesin” diye düşünerek, yarım bıraktığı voltasına döndü geri. Bir, iki, üç, ileri… Bir, iki, üç, geri… “Mevlana da dönmeyi böyle mi akıl etmişti acep?” Büyük bir ciddiyet, gurur ve vakur içinde gözleri kapalı, saymaya devam ederek, dönüp durdu volta talimine. Bir ki, üç, ileri… Bir ki, üç, geri… Zaman, mekân ve yaşamdan tümüyle donup kalmış, tamamiyle kendisine dönmüştü sanki. Volta atan bir hücre mahkumu değil, zamanda yolculuğa çıkmış bir uzaylıydı sanki. Yalan da değil, düşündüğü zaman dilimini, yaşar gibi hissediyordu kendisini.Yirmi yıl neydi ki zaten? Dün gibi gelip geçivermişti. Volta talimi uzayıp kendini kaptırdıkça, gerilere ta çocukluğuna, dönüp kalıveriyordu hep... — Bikiüç ileri! Bikiüç geri!, diye sayarak sürdüyordu voltasını... Hele, hele hiç unutmadığı bir an vardı ki, aklına geldikçe cız, cız ediyordu yüreği.Yeni sünnet olmuştu. Üstünde sünnet elbisesi; turunç atma savaşına girişmişti…Turuncu öylesine fırlatmıştıki, yeşil gözlü kız; tutacakmış gibi atlamıştı öne,bir kaplan gibi. Ama heyhat, turunç tamda aksi yerine isabet etmiş ve yüzü buruş buruş olup sünnet elbisesi kanlanmıştı. Erkekliğine bok sürermiydi hiç? Ağlamamamıştı bile!Yeşil gözlü kızın: - “ Elbisen kanlandı…” diyen sesi çınladı, birden beyninde… İlk göz ağrısı, ilk çocukluk aşkıydı o yeşil gözlü minnacık kız.Nereden bilebilirdi ki yeşil gözlüsünün onu, lise kapısında, bir saniye bile olsun görürmüyüm diye beklediğini? Nereden bilebilirdi ki yeşil gözlüsünün, Mersin’e iki adım Tarsus’tan, amcası kızıyla gönderdiği mektubu, haince vermediğini? Nereden bilebilirdi ki yeşil gözlüsünün “Korkumdan kitap isteyeceğim iki dakika benimle görüşsün, yeterki şu notu ver” dediğini? Günlerce ağlayıp, bilirim Mersin’e gelirde beni göremeden döner..” diyebileceğini? İkisinin de içindeki hasret, durulmuş dinmiş değildi. Ama bu, bir ilişki özlemi değildi. Belki de kavuşamayan sevgilerin bir davranış biçimiydi bu. Bunca yıl sonra, biribirini bulmaya çalışmak ne ile izah edilebilirdi ki zaten? Bu bedensel ve marazi bir şey olamazdı. Adlarını duyunca, eli ayağı titreyen iki insandı ikiside.Marazi bedenler, dünyanın öbür ucunda da olsa gelir bulurlardı. Bu duygular, yıllardır ikisinin içinde çınlayıp kanayan, bir yara gibiydi.. Bikiüç hop duvar geri, bikiüç hop duvar ve tekrar geri! Hani babası da az değildi. Ne istemişti o güzelim siyah, beyaz Beşiktaşlı meşin topundan. İngilizceden iki alınca, adam gelip bıçaklayıvermişti topunu."Ulan senin neyine nesine, top mop, futbol mutbol. Oturup çalışsana dersine. Banamı okuyacaksın lan… Okuda adam ol önce. Ver bakim onu bana!" diyen sesi çınlar gibiydi kulaklarında... Ve gümm, diye siyah beyaz meşin topa girivermişti bıçak. Fanatik bir Beşiktaş' lıydı...Bunu bilen sevgili dayısı hediye etmişti o güzelim meşin yuvarlağı....Ahhh, ahki ahtı! Gözü dönmüş, eli bıçaklı bir katil gibi hayal etti babasını bir an. Aslında neyin doğru, haklı; neyin yanlış ve haksız olduğunu kavramış değildi henüz. Davranışlarını tayin eden şeyin sadece duyguları olduğunun farkında bile değildi. Hangimiz ve kadar farkındayız acaba? Voltadan dönüp durmaktan yorulmuş bedeni ve uyuşmuş beyniyle, yatağa atıverdi, bitkin vücudunu. Hemencecik mışıl mışıl bir uykuya dalıverdi. Alışa geldiği melez dilber, onunla öpüp koklaşma ve sevişme sahneleri ile dolu rüyasından, bu kez sabah karavanasının tıngırtıları ile uyanarak, zıpkın gibi kalkıverdi yataktan. Kapısı açık tuvalette, süngülerin menzilinde yaptığı, sabah temizliğinden (!) sonra, kâsesindeki çay, tayin ve zeytinle, bir güzel karnını doyurdu ve hiç vakit kaybetmeden volta atmaya soyundu yeniden. Bikiüçi hop duvar geri, bikiüç hop duvar tekrar geri! Program belirlenmişti kafasında artık: Sabah, öğle ve akşam karavana araları volta ve uyku. Buna, böylesine kolay intibak edivereceğini, rüyasında bile görse inanamazdı. Ama işine gelmiyor da değildi doğrusu. Oh ekmek elden su göldendi… Ye iç, yat aşağı, daha ne istesindi ki? Doğrusu, şu mimarlığa da hiç ısınamamıştı. Sırf babası istiyor ve şunun bunun, oğlu kızı falan filan yerde okuyor, diye yazılmamış mıydı zaten fakülteye? Dersti, projeydi, nottu notaydı diye bir dert ve karışan edende yoktu artık! Oh be gel keyfim gel! Zaten mimar olup ta ne yapacaktı ki! Burjuvalara proje çizip onların han, hamam ve işçileri sömürdükleri fabrikalarımı yapacaktı? Bunları kendisini avutmak için uydurmuyordu gerçekten. Oldum olası tembelliği, macera ve heyecanı sevmişti O. Üstelik şu anda yaşadığı bir macera değil, resmen bir tarih ve onurlu bir savaş değilmiydi? Ah, dedesi sağ olsaydı da onu bir görüverseydi. Kim bilir nasıl gururlanırdı torunuyla? Ya babam diye düşündü o an. Şimdi nasıl hava atacak bakalım konuya komşuya; bizim oğlan mimarlıkda, kız da mühendislikte okuyor diye? Ulan adam kendisi için değil, başkaları için var olmak peşinde diye aklından geçirirken; içinde bir yerlerin cız ettiğini duyar gibi oldu! "Ya senin ne farkın var oğlum babandan?” diye söylenip, kendi kendisine çattı kızaraktan; — Sen değilmiydin bu hareket halktan kopuk bir anarşi aslında diye karar verdikten sonra, ama ayrılırsam korktu, kaçtı ve dönek derler diye devam eden. O halde yanlışlığını fark ettiğin halde, sırf başkalarına kendini ispat için buna devam etmenle, babanın başkalarına “Oğlum bilmem nerede okuyor” diye hava atmasının ne farkı var? Adam hiç değilse güzel bir şeyle övünüyordu yahu, ya ben? Bir an “iyi ki yapayalnızım” diye şükretti bu arada. Kendisiyle hesaplaşacak daha çok gün ve gece vardı. Hoş artık gündüzle gece arasında bir ayrım da yapamaz hale de gelmişti ya. Olsun varsındı! Akşam rüyasında gördüğü minyon, ince belli, kısa boylu, uzun saçlı ve ateşli esmer güzeli genç kızla nasıl seviştiğini anımsadı. “Yuh olsun lan kıza, mahvetti beni. Sayısını unuttum; on muydu onbeş miydi yaptıkça doymadı.Valla helal olsun kıza, hem de mahpus damında pes dedirtti bana.” derken; yan cebime koy misali “ şurda bir oluverseydi de, ben gösterirdim ona, daha kaç sefer yapacağımı” diye yutkunup düşünerek, gülümsedi… O sıra bakıştığı gardiyan ne düşünmüştü acaba? Herhalde delinin biri bu demişti…“Nereden bilsin tanısın bizim esmer dilberi bu garibanlar… Ulan, bunlar bizden beter hapis. Bir suçlarıda yok üstelik” diye söylendi… Bikiüçi hop duvar geri, bikiüç hop duvar tekrar geri! Hepsini ve her şeyi boşvermeye karar verdi. Volta lan bu, yürü işte. Farzet bir deniz kıyısında geziniyorsun! Yalanda değildi hani, şunun şurasında boğaziçinin kıyısında lüks bir kışladasın. Ha Taşkışla, ha Selimiye, ne fark ederdi ki? Saymaya başladı yeniden, birkiüç, birkiüç, birkiüç…Ama geçip giden günleri ne saydı nede hesaplamak için duvara bir çizik attı. Ne bir saat, nede bir takvimi vardı. Aslında merak ettiğide yoktu. Onu bekleyen ne bir sevgili, neden bir dost kalmıştı dışarıda. Fakültesi Taksim’deki ünlü Taşkışla’daydı. Taşkışla’da mimar olacakken, Selimiye kışlasında mahpus oldu diye, ne bir gam nede bir keder içindeydi. Birkiüç… Birkiüç… Mersin’den gelirken aklında, İstanbul’un kızları, boğazı ve fakültede kuracağı orkestradan başka bir şey yoktu. Beş yıldır dişinden tırnağından arttırarak, bir elektrogitar alabilecek parayı, nihayet tamamlayabilmişti. Aklı fikri şöyle fikayalı, vın, vın inleyen ve gürül gürül öten bir gitar alıp; Şadowslar gibi bir orkestra kurmaktaydı… Uzun saçlar, müzik ve tabiki kızlar… Esmer, sarışın ve kumral, cıvıl, cıvıl kızların hayranlık dolu, çapkın bakışlarını görür ve alkışlarını duyar gibi oluyordu. Gitar satın almadan önce, işi sağlama bağlamak için, aynı amaçta birkaç arkadaşı ile öğrenci cemiyetine başvurmuştu. Öyle ya canım, orkestranın adı “İTÜ Mimarlık Fakültesi” olmayacak mıydı? Havaya bak havaya! Bir elde gitar, bir elde mimarlık. Artık avucunun içinde ve çantada keklikti canım fıstıklar. Öğrenci birliği yetkilisinin attığı nutuk, bir anda şaşkoloz ördeğe çevirip hayallerinin yarım kalmasına yetiverdi. Saz varken, gitarda neymiş? Hemide bu müzik türü, resmen ve de alenen, emperyalist ülkelerin propagandasını yapmıyor muymuş? Buyurun cenaze namazına. Hepsi kös kös dinlerken, üstüne içlerinden birkaçı da kafa sallamaya başlamasın mı? Fakülte orkestrası böylece kurulmadan dağılıverdi. Bikiüç… Bikiüç… Rapido, aydınger, takım taklavat derken giderek eriyen paralar ve bastıran ders, ödev ve sınavlar, gitarı da ikinci plana itivermişti....Bu süreçte yaşanan boykot, işgal ve yürüyüşler, onu da etki alanına çekivermişti. Demokratik bir üniversitede, yönetime katılarak okumayı kim istemezdi? Bağnaz ve önyargı dolu, akıldışı tepki ve baskılar ise, onların hınçlarını bilemekten başka bir işe yaramadı. Olayların bir saman alevi gibi yayılıverdiği, bu birkaç aylık süreçte, kalan parası ile 7.65 çapında Browling marka bir tabancayı, nasıl ve kimlerden satın alıverdiğini, bugün bile anlamış değildi! İnsan bu kadar kısa bir zaman diliminde: nasıl bu denli değişebilmişti? Gitar yerine bir silahı nasıl satın alıvermişti? İşte bu sorular beyninde bir köşede, cevaplanmak üzere yerini almıştı. Bir orkestranın solo gitaristi olmayı düşlerken, bir anda nasıl da Che Guevera’cı bir şehir gerillası oluverdiğinin farkında bile olamamıştı. Rüzgârda uçuşan sarı kuru bir yaprak misali kendini, bir esintiye kaptırıvermişti işte! Bunda, kimsenin ne günahı, nede suçu vardı… Onu git silah al diye kimse zorlamamış, aksine buna kendi iradesi ile üstelik büyük bir heves ve büyük bir heyecanla, kendisi tercih etmişti. Fakültede bin küsur talebe içinde, bu tercihi seçen üç beş kişiden birisiydi. Hele yeşil parkasının yırtmacından görünen tabancasından habersizmiş gibi öyle bir hava atışı vardı ki, sormayın gitsindi. Çocukların yapmayacağı böylesi davranışları hatırladıkça hala yüzü kızarıyordu.Volta başında bu hızlı değişimi hatırlayınca, fakültesinin Mimar Sinan Holünde yaşadığı ilk gün gelmişti aklına… Holün duvarında yazan o bir tek cümlede aradığı amacı ve kendisini bulmuştu işte: “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür… Ve bir orman gibi kardeşçesine…” — “Kimin sözü be ağabeycim bu?”, diye sordu, oradaki eski bir öğrenciye… Cevap kulağına fısıldayaraktan söylenmişti: — Nazım Hikmet… “ Nazım’ın adı bile fısıldanarak söylenirken, nasıl da gerilla oluverdik lan biz? ” diye düşünüp sırıttı pis pis... Birkiüç… Birkiüç… O, Alev ve Atilla...Üçü birden dalmıştı ‘Eylem’ yapmak uğruna , İTÜ İnşaat Fakültesi labaratuarını soymak için! Hangi aleti “Nasıl, neden ve niçin, gasp” edip etmeyeceklerini bilmeden; ne var ne yoksa yüklemişlerdi tümünü, ellerindeki çuvallara… İşmiydi şimdi bu? Ama eylem olsundu da, çamurdan olsundu…Ne gam? "Yahu bu çocuklukta değil tam bir kara cahillik, resmen bir aptallıktı..." diye düşündü...Sonrası, "Karalıyız bizi de gönder Nurhak dağlarına..."diye, üçü birlikte gitmişti ODTÜ'ye, Deniz' le görüşmeye..."Olmaz, siz gidin İstanbul'da kalınacak yerler örgütleyin.." diye terslemişti üçünüde... Birkiüç… Birkiüç… 9 Mart’a kadar geldi geliyor diye beklenen “ sol “ cunta ümidi, 12 Mart muhtırası ile suya düşünce; silahları ile nasıl da yapayalnız kalıvermişlerdi! Parlamenter sistemde, en azından kazanılmış sendikal hakların askıya ya da geri alınması, ülkeyi daha büyük bir kargaşaya sürükleyebilirdi. Parlamentonun feshedilmesi, siyasi partilerin kapatılması, siyasal özgürlüklerin ve özellikle genel oyun askıya alınması gerekliydi… 11 Mart ile 13 Mart arasından bir gün geçmişti. Yeni bir yetki falanda yoktu TSK’ ya verilen… Değişen neydi ki, akan kan hemen duruvermişti? Neydi bu fitneyi fesat? Askeri bir darbenin ortamını oluşturmak amacıylamı dökülmüştü bunca kan? Ordu içinde 2 tane cunta vardı. 12 Mart darbesi 9 mart cuntasını çete haline getirmişti. Onlara işkence yapmış, asıp kesmiş, ne yapmışsa yapmıştı. Hâlbuki öteki galip gelseydi bunu çete haline getirecekti. Bunu alaşağı edecekti.12 Mart 1971 muhtırası gelmiş ve hükümeti götürmüştü. Bu ihtilalin bir ilan edilen, bir de kamuoyuna fazla açıklanmayan gerekçesi vardı. İlan edilen gerekçe, anarşi ve terörü önlemekti.12 Mart’ın ilan edilmeyen gerekçesi ise, ordu içinde oluşmuş çeşitli cuntaların bir darbe yapmasını önlemekti. 12 Mart’ın böylesi paradoksal bir yeri vardı tarihimizde. Zira; eğer, emir-komuta zinciri içinde yapılan 12 Mart olmasaydı, darbeye hazırlanan asker-sivil karışımı çeşitli cuntalar, ülkeye Arapların BAAS türü bir yönetimi dayatabileceklerdi. Programlarından anlaşılabileceği gibi, uzun süre iktidarı bırakmaya niyetli görünmeyen o cuntaların, ülkeyi Irak’ta olduğu gibi bir ihtilaller sürecine sokacağı ve demokrasinin tamamen rafa kalkacağı aşikardı. Neyse ne! Sıkıyönetim ilan edilmiş, ismi arananların ilk sıralarında saat başı radyodan anons edilir oluvermişti. Ne kalacak, ne gidecek bir yeri vardı! Aslında gizli eller tarafından yönlendirildiği istikametin az çok farkına vardığı zaman, kendisinin tercih ederek yer aldığı örgütten ayrılmayı, erkekliğine yedirememişti. Bu arada sağ kalması bir mucize sayılırdı zaten. Bunları düşününce, çokta iyi yaptığını ve bu yanlış ta olsa, devam ettiğine asla pişman olmadığını, bir kez daha anımsadı. Çünkü onun için hayatta en değerli varlık "Deniz Gezmiş ve Cihan Alptekin"di. Ve ikisi de içerde idamdan yargılanıyorlardı. Onların sevgi ve güvenini eğer örgütten ayrılırsa, kaybedeceğini biliyordu. Onları öylesine seviyordu ki, bu durumda hayatının bir anlam taşımayacağını düşünüyordu. Evet, onlarsız bir hayatın ne anlamı olabilir diki? Eh serde delikanlılık vardı, başka da ne yapabilir dı ki zaten? Bir başka alternatif bulacak, görecek ve anlayacak ne zamanı ne de bilinci vardı. Hayatını yönlendiren duygu ve tesadüfler, ona böylesi güzel iki insanı sevmek ve onlara bağlanmak yolunu seçtirmişse, bununu neresi yanlış ve kötü olabilirdi ki? Beyninde, bilip anladığı, kavrayıp uygulayabileceği bir başka yol yoktu. Ama kalbi bu iki pırlanta insana duyduğu sevgi ile çarpıp çırpınoyodu. İşte bu kadarı yetip artıyordu bile ona! Voltaya devam...Birkiüç… Birkiüç… Olan olmuş, işte burada volta atmaya başlamıştı bile. Bundan sonrası Mevla kerimdi! Bu tavrını Cihan, Kızıldere’de ve Deniz, idam sehpasında katl edilinceye kadar sürdürmüştü. Tam 135 mermi çıkartılmıştı Cihan’ın cesedinden. Hunharca ve barbarca bir saldırıydı bu. Deniz’ler ise idam sehpasında, cellâtların ellerini bile değdirtmemişlerdi bedenlerine! Her ikisi de onun sevgisinden habersiz, son nefeslerine kadar, inandıkları yolda savaşıp kahramanca can vermişlerdi. Yalnızca bu, onların sevilmeye ve güvenilmeye, ne denli layık insanlar olduğunu yeterince ispatlamaz mıydı? Hücre programı, başlayan duruşmalarla renklenmeye başlamıştı. Her duruşma sonrası, hücresine kapatılmasını sabırsızlıkla bekliyor ve kapısı kapanır kapanmaz, önce kıyak bir uyku faslını hiç mi hiç ihmal etmiyordu. Bu arada, bir yerlerden kapı verdiği bir tutam sucuğu, hücresinin bir ucunda yakı verdiği gazete ateşinde pişirirken, bir baskın daha yedi. Kapının açılması ile bir yığın subay içeri doluverdi. Elinde, ucunda mis gibi kokan sucuk olan, bir çatalla kalıverdi öylece. Gelenlerde şaşırdı tabii manzarayı görünce. Meğerse işgüzar bir gardiyan, içerde yangın çıkarıldığını ihbar etmiş! Subaylar neredeyse özür dilercesine mahcup, işgüzar gardiyana sövüp sayarak çekip gittiler. "Ulan ne adamışım ben be! Koskoca orduya bak, işi gücü bırakmış benimle uğraşıyor." diye düşündü. Birkiüç… Birkiüç…Voltaya devam...Başka çaresi yoktu! Biara sevgili Topal Dedesi, gelip takılıverdi aklıına. Fransız esir almış, Tarsus mahpushanesine götürüyorlarmış dedesini. Etraftan bağırmaya başlamışlar veletler, “Topal, topal, topal" diye. Dedesi yanındakilere gülerek: — Gördünüz mü evlatlar, şöhretimiz buraları da sarmış... Dede'sini anımsadıkça mutlu bir gülümseme yayılıveriyordu yüzüne. Sevgili Topal Dede' ciğine olan sevgi, saygı ve hayranlığı bambaşka bir şeydi. Köyüne ne zaman gitse, yaşlı halasından anlatmasını isterdi, hep onu. Öyle ya az buz bir ihtiyar değil, kırk yıl muhtarlığını yapmıştı köyün. Başı açık kimse geçemezmiş önünden. Dört karısı olmasına rağmen, son seçimde kendine bir tek oy çıkınca başmış kalayı: — Ulan dinini bilmem ne yaptığımın Arpaç’lıları, bu kadar mı bıktınız benden? Yine bir gün elinde peynirli sıkma, ama oruç; minaredeki imamın ezan okumasını beklemekteymiş sevgili Dede'si. İmam bir dönmüş, iki dönmüş, üç dönmüş ezan falan okuduğu yok. İmam ezanını okumak içün zamanı bekliyor, besbelli! Ama bizim ki dinlermi? Dayanamamış başmış kalayı sevgili Topal Dede'ciği İmam'cağıza… — Oku ulan artık şu ezanı. Dinini bilmem ne yaptığımın imamı! Artık zamanını geldi mi, yoksa korkudan mı bilinmez; başlamış imam ezan okumaya! Nihayet sevgili Dede' ciği bir güzel yiyivermiş elindeki peynirli sıkmayı...Nöbetçi erler, onun sevgili Topal Dede'si hakkında anlattığı hikâyelerini dinlemeye doyamazlardı. Gün yirmi dört saat ve bir tabutun içindesiniz, eh üç adımlık yerinde pek bir farkı yok ki tabuttan. Gündüz yok gece yok, tepende yanan kırk beş mumluk bir ampul…Gözlerinizi kapayıp bir düşünün, nasıl vakit geçirirsiniz. Kolay iş değil mahpusluk, sabır ister, yürek ister, inanç ve bilinç ister. Dayanmak kolay değil, hele yirmi yaşında bir tabanca gibi dolu isen. Kimin canı çekmez gönlünce gezip dolaşmayı, bir dağ başında, yeşil bir çayırın ortasında, bir deniz kıyısında? Kim istemez o yaşta kadın gibi bir kadınla doyasıya yatmayı, sevişmeyi? Yüzmeyi koşmayı, film seyretmeyi, anasını kucaklamayı, kim istemezdi? İster isterdi ama bir de şu kör olası duvarlar olmasaydı ya! Duvar, duvar ve yine duvarlar. Sağı solu, önü arkası, altı üstü çevrili duvarlar, üstüne üstüne gelip gidiyordu sanki. Bazen resmen boğulduğunu hissediyor gibi olurdu. İşte tam bu noktada o duvarlarda yeşeren bir çiçek; sonsuz bir çölde bitiveren bir kaktüsü hatırlatıyordu ona. "İçerde ince düşünmek zor, geniş düşüneceksin." diye düşündü. Ustaların şiirlerini anımsadı bir, bir. Asırlar boyu süren savaş, katliam, jenosit ve Hitler’in gaz odalarını hayal ederken; Spartaküs, Jan Dark, Mustafa Kemal ve sevgili Topal Dede’si canlanır gibi oldu birden gözünün önünde. Birkiüç… Birkiüç… İşe yarıyordu bu yahu! Düşündükçe anlıyor ve hissediyordu ki, yalnız değildi burada. Rüşvet, hırsızlık ve cinayet nedeniyle hapsolmamıştıki. Devleti milleti kurtarmaktı onun tek amacı. Derince bir nefes alıp, aklını saran ince özlemleri dondurdu. Ertelediği düşünceleri bir dahaki emre kadar, burada hapse mahkûm ilan ettiğini düşünerek pis pis sırıttı... Ne yaparsınız yapın umut; hayali, ekmeği, suyudur insanın damda. Saat, gün ve hafta derken, bir ay geride kalmıştı, bu üç adımlık hücrede. Ona sorsanız umurunda falan değildi zaten ne zaman ne de mekân. Ne dünü, ne de yarını düşünüyordu. O yalnızca, bir yaz yağmuru gibi gelip geçen, yirmi yıllık yaşamında kaybettiğini benliğine kavuşmanın heyecanı içindeydi. Üç adımlık voltanın üstadı sayılırdı artık. Hele yeni keşfettiği ağır çekim bir yürüyüşü vardı ki, sormayın gitsin! Attığı her adımla sanki Selimiye Kışlası sallanıyor du. Sanki bastığı yer Dünya değil; Ay, Venüs, Marstı...Yaşadığı an o değildi sanki. Kâh anasının nazlı kuzusu, kâh Torosların Köroğlu’su, kâh yıldızlar kâşifi gibiydi. Bir dalıyor, bir dalıyordu ki derinlere, içi içine sığmaz tarifsiz bir sevinç tüm benliğini kaplıyor uçu uçu veriyor gibi olup; “Yahu buda ne iştir? Biz güneşin altında, Akdeniz’in kıyısında yaşamıyor muyduk? Yaşadığımız yerin farkında değildik o zaman, her halde.” diyordu Gözleri kapalı elleri arkasında, kafası hafif tertip eğik, güm, güm, güm sayıyordu; birkiüç, birkiüç…Voltasını gözleri kapalı olarak devam etmeyi başarmıştı nihayet. Oh ki oh, keyfine diyecek yoktu artık! Ayak sesleri, tatlı bir melodiye ritim tutar gibi yankılanıyordu sevgili hücresinde. İşte o zaman, tarihin uçsuz bucaksız lâbirentlerinde özgür ve keyifli bir gezide dolaşmakta olduğunu hissediyordu. "Kafamı koparsalar, beynimi esir alamazlar nasılsa!." diye düşünerek haykırıverdi; — İşte o kadar! Nöbetçi erler alışmıştı onun arada bir kendi kendine söylenip bağırmasına. "Kim bilir beklide çıldırdı" diye düşünüyorlardı. Öyle ya, insan hiç kendi kendisine konuşurmuydu? Onunsa kimin ne düşündüğüne aldırmaya hiç mi hiç niyeti yok gibi gözüküyordu. Hatta bazen daha iyi duysunlar diye bas bas, bağırdığı bile oluyordu. Voltasının yavaştan hafifçe hızlıya ve daha hızlıya dönüşmesi; düşündüğü konuya göre, otomatik bir arabanın hızına göre, vites değiştirmesi gibi olmaya başlamıştı. Bazen kan ter içinde nefes nefese kalıveriyordu.İşte o zaman; "Ulan nereye koşuyoruz, arkamızdan kovalayan var gibi, böyle biz!" diyerekten derin bir uykuya dalıveriyordu. Hey hat uykusunda bile rahat yoktu yahu! Yine hep aynı kızıl saçlı melez dilber, bir an bırakmıyordu onu. Bu incecik dilberin, inci gibi dişlerini göstere, göstere öylesine bir güzel gülümseyişi de vardı ki. Aman aman tanrısı, yemesi de yanın da yatsındı! Kızıl saçlı melez dilber, ağzından girip boğazından çıkıyor, yatıp kalkıp yutuyordu sanki onu!.Ya o işvelere, o oynayışlara ne demeliydi? Hele ellerini şakırdataraktan bir dans edişi vardı ki, işte buna dayanamıyordu bizimkisi. Ne kadar yorgunda olsa, kalkıp başlıyordu onunla dansa. Hawaii’deler miydi neydi? Boyunlarında rengârenk çiçekler, yemyeşil palmiyelerin altında, lacivert bir denizin altın sarısı kumları üzerinde uzanmış gibiydiler. Orada nar taneleri gibi alev alev yanan bir ateşin çevresinde nasılda dans ediyorlardı… Oysa dışarıda ne bir diskotek, ne de bir düğünde böyle güzel eğlenmişti. Eğlenmek ne kelime o canına yandığımın diskolarının "damsız girilmez" yazılı kapılarından içeri bile girememişti ki hiç! "Yakalamışsın dünya güzeli bir melezi ve böylesi bir ortamı, kaçarmı oğlum çıkar tadını işte!" diye deam etti rüyasına...Eline geçen bu fırsatı kaçırırmıydı hiç? Belinde tuttuğu gibi havalara fırlatıp, hoppacık kapıveriyordu tek koluyla düşerken yere esmer sevgilisini! Böylesi dans da dostlar başınaydı. Kim korkardı ki hain kurttan? Rüzgârda uçuşan kızıl saçlar ve melezin dayanılmaz kokusu, gençliğin coşkusu ile bütünleşip, tamtam ve gitarların hızlı ritmi ile yarışıyor gibiydiler sanki. İnsan hayal ettiği sürece yaşamazmıydı? Hayallerimiz de olması neye dönerdi hayat? Dans bittikten sonra, ıslak vücutları ile sarı sıcak incecik kumsala uzanıvermişlerdi.. “Aşk olsun lan sana! Hani sahici bile olsa böyle eğlenemezdin. Hem sırası mı şimdi sahicinin, mahicinin?”, diye söylendi rüyasında... Bir kadınla hiç yatmamıştı yirmi yıllık yaşamında dışarıda. Elinden tutan bir sevgilisi bile olmamıştı. Rüya ise rüya, ha içerde, ha dışarıda ne fark eder di ki? Mıknatıs gibi yapıştırdı dudaklarını, dudaklarına kızın. Ateş gibi yandığını hissediyordu tüm bedeninin. Eli ayağıyla avuçladığı vücudun da ondan kalır bir hali yoktu. Nadide bir çiçek gibi kokluyor; okşuyor, öpüyor, öpüyordu. Zaman mekân ve yaşam durmuş bir başka âleme dalıp gitmişlerdi sanki... Uyandığı zaman hatırlayamadığı bir saniyesi bile yoktu, bu tatlı ve olağan üstü zevkli rüyanın. Hani çepeçevre saran bu gıp gıcık altı duvar olmasa; "Ulan yoksa sahicimi yaptık? Ne geceydi lan oğlum bu?" diyerek gevşeyip, tatlı tatlı gülümsedi.Sabah karavanası ile başlayan yeni güne "Merhaba" dedi bu moralle. O gün boyu başka hiçbir şey aklına dahi gelmedi volta boyunca. Hatta birlikte yürür gibiydiler, kızıl saçlı melez dilberle kol kola. Olmuyor değildi hani! Rüya gerçek, gece gündüz, yaşam ölüm, dışarısı içerisi...Hepsi de gelip geçip çıkıyordu beyninden."Hücrem, rüyalarım ve gerçek" diye düşündü. Burada hiç birinin farkı yoktu birbirinden. Her şeyle bütünleşmişti sanki burada. "Yeter ki bilincin yerinde olsun ve kararmasın içindeki cevahir ”diye düşünüp,bir güzel türküyle devam etti voltasına: “ Görmek istersen denizi,Yukarıya çevir yüzü, Deniz gibidir gökyüzü, Aldırma gönül aldırma..." — Bikiüç, bikiüç… İlkokulda âşık olduğu çilli, çelimsiz, sevimli, şakacı ve hayat dolu kızı anımsadı. Betül’dü adı. Sınıf arkadaşı Betül... Nasıl temiz, masum ve heyecan dolu bir ilk aşktı o! Kızla konuşmaya utanır, yanına yanaşamaz, uzaktan uzağa seyrederdi yalınızca, hayran, hayran. Sinemada seyrettiği yakışıklı oğlanlar gibi, haykırmak isterdi hep nasıl sevdiğini, ama nerede o cesaret? Gerçek hayatta görmemiş, duymamıştı ki “ Seni seviyorum…” cümlesini. Sanki sevmek ayıp bir şeymi neydi? Filmlerdeki gibi yaşamak ne güzeldi oysa! Birgün yaşayabilecek, bulabilecek miydi acaba artizler gibi aşkı?Mahalle arkadaşı boksör Selim’e dayanamadı açtı içini birgün. Hay açılmaz söylemez olsaydı.Hele sırıtarak “ Nasıl seviyon lan? “ deyişi bugün gibi kulaklarında idi. Çocuk aklıyla kendini bir suçlu gibi hissederek, “Nasılımı olurmuş?” demişti safça. Selim’de “Nasılı olmazmı lan? “ diye başlayarak, kızı nasıl becereceğini ağzından salyalar akarak bir güzel anlatmıştı. Renkten renge girerek dinlediği bu sözler, onun aldığı ilk seks dersi olmuştu… Dinlerken yerin dibine falan girmek istedi; önünde taşıdığı organın marifetlerini! O günden sonra değil kadına, kıza bakmak, aklına getirmekten bile utanır olmuştu.İlk aşkı işte böyle kırpıldı, parçalandı, dağıldı; onun çocuk ruhunda, kalbi ve benliğinde. Hiç böyle ayıp, terbiyesiz ve hayvanca bir şey olurmuydu aşk? — Birkiüç, birkiüç… Vietnam’a yağan bombalar Wietkong ve Ho She Ming’i hücresinde yüreğinin ta içinde hissediyordu. Parçalanmış bebeler, genç yaşlı Wietnam’lıların acısı, kahramanlıkları ve direnişlerinin bir parçası olduğunun bilincindeydi.İşgalcilere elde silah karşı duran topal dedesi, Wietkong’lar ve O.Yalnız değildi, hiç yalnız değildi… Bir an yıllar sonrayı düşündü. Tarihe altın harflerle yazılmayacak mıydı bu günler. Eh hasbelkader bir katkısı olmuştu işte. Daha ne olsundu ki? Hey yavrum hey dedi. Sen neymiş sin be oğlum… Wietnam ormanlarında, Yan ki’ler le süngü süngüye çarpışan gerillaların yanı başındaydı sanki. Ulan dedi, şunun şurasında, ekmek elden su gölden yaşıyoruz, onların yanında dedi… Zindanmış, hücreymiş ağlamaya sızlamaya ne hakkımız var? Dünyayı kucaklıyormuşçasına göğsü kabardı. Evet, evet yalnız değildi asla… Bizim hücremiz, onların savaşları yanında Hilton sayılır be, diye düşündü. Birkiüç… Birkiüç… Ne gündüz ne gece; ne aydınlık ne karanlık ve ne trafik gürültüsü nede müzik…Adımlar, adımlar ve adımlar… Üç adımlık voltacım benim, canım voltam diye düşündü. Bir anıya konsantre olamıyordu. Daldan dala atlayan bir kuş gibi özgür; bir zaman yolculuğuna çıkmış gibiydi sanki…15–16 Haziran işçi olayları sonrası ilan edilen sıkıyönetimin ardından, radyolarda arananlar listesinin ilk sıralarında, anons edilmişti ismi.Polisler Mersinde baba evini basmışlar, arama yapıyorlarmış. Dağıtmadıkları yer kalmamıştı. Rahmetli anacığının iki gözü iki çeşme… İşgüzar polisin biri sandık altından çıkardığı bir bez paketini babasının gözüne sokar gibi “ Buda ne? ” diye sorunca: Babası cevabı yapıştırıverirmiş: — “Aradığınızın boku!” diye. Ortalık hemen gerilivermiş. Tüm polisler üşüşüvermişler paketin başına. Neyse babasının söylediği doğru çıkınca yumuşamış ortalık; yoksa alıp götüreceklermiş adamcağızı, Meğer adetmiş, ilk çocuğun ilk pisliği paketlenir saklanırmış. Anacağıda aynen bunu yapmış! Bu baskından epey sonra, saklanacağı yer kalmayınca, Mersin’e baba evine gitmişti. Evde yalnız, bahçede güneşleniyordu. Üstünde bir mayo vardı… Zil çalınca kapıyı açmış, karşısında iki sivil polis, “ Onun ismini söyleyip, evi burası mı, evde mi?” diye sorunca; “ Şimdi çıktı o! ”demişti. Polisler şimdi çıktı deyince onu yakalamak için peşinden seğirtirken, çabucak giyinip savuşmuştu bahçe duvarından atlayarak bir meçhule. Mahalleli olayı büyütmüştü, ağzında bıçak, elinde de tabancı vardı kaçarken diye… Biz kimin için uğraşıyoruz, kimler bizi idama götürecek şeyleri şişiriyorlar diye düşündü… — Birkiüç, birkiüç… Hücresi ile bütünleşmiş, üzerine, üzerine çöken duvarları teni gibi hisseder olmuştu artık… Dışarıda azmı hapsetmişti kendini görünmez hücrelere? Azmı kozalar örmüştü üstüne, üstüne? Hep başkalarına göre mi var etmeye çalışmıştı kendisine ne? İnce, çok ince detaylar çın çın ötmeye başlıyordu beyninde... Hiçte yüzleşmek istemediği, daha önce aklına bile gelmeyen ince nüanslar, akortsuz bir alet gibi bozuyordu moralini. Farkına varıp ta kaçtığı ara ara beynine bir kılıç gibi düşen cevapsız nasıllar veya unutmaya, üzerini küllenmeye çalıştığı, zayıflıklar bir dağ gibi üstüne üstüne geli geliveriyordu…Zayıf, çelimsiz ve güçsüz bir çocuktu. Okul öncesi mahalle kavgalarında öğrenmişti anlamıştı az çok, pazu gücünün geçer akçe oluşunu. O sıralar çok sevdiği futbol oyununda bile, en revaçta olan; tekmeyi en iyi atan iri kıyım çocuklar değilmiydi? Yediği tekmeler, omuzlar ve çelmeler den sonra soğumamış mıydı futboldan? Pazu gücüne karşı duyduğu nefret ve özlemin üzerine azmı koza örmüştü?“Eh oğlum, al sana uğraşacak bir iş daha…” dedi. “Hadi bakalım yüzleş bununla, becer becerebilirsen yırt at bu kozayı da sırtından...”Doğuştan zayıflığını hiç mi hiç kabullenememişti. Asla değiştiremeyeceği bu olaya isyan eden bir benliğin, güçlü olmak ve pazu gücü yüksek olanlara eşit statüye sahip olmak veya öyle görünmek için yapamayacağı şey yoktu! Hele bu bir çocuksa, bu durumda davranışlarını duygularının insafına bırakmasına hiç birşey engel olamazdı… Korkak cesaretsiz ve pasif veya tam tersi olmak bu halin doğal bir sonuçları değilmiydi? Futbol takımında kaleci olmayı bile denemişti; tekmelerden korunmak için! Ama kaleye gülle gibi inen meşin topu yakalaması ne mümkündü! Yediği goller den sonra kaleciliği de son bulmuştu bittabi. Bir koza ta top sevgisi üzerine örüvermişti. Kozaları; deşip düşündükçe çoğalmaya başlamıştı. İlkokul son sınıfa kadar her sene sınıf geçince alınacağına söz verilen bisiklet geldi aklına… Artık alınacağından ümidini kesince, bunun üstüne de bir güzel koza örmeyi nasıl becerdiğini hatırlamaya çalıştı, içi cız ederekten. Zengin çocuklarının altındaki bisikletleriyle attıkları turları, nasıl kıskançlık ve gıpta ile seyrettiğini düşündü yutkunarak. Nasıl kabullenseydi nasıl kıskanmasaydı ve nasıl imrenmeseydi ki? Bedeni, ekonomik ve ruhi zayıflık onun suçumuydu ki? Nerden anlasın, nasıl kabullesin diki bacak kadar boyu ve gelişmemiş beyni ile bunu? Pazu ve para gücüne sahip olanlara karşı, dayanılmaz bir kin ve nefret tohumları yeşermeye başlamıştı, henüz çocuk benliğinde… Ağzı var dili yok anneciğini silme tokat döverken aslan kesilen babasının; ekonomik güçsüzlüğün verdiği çaresizlikle, zenginler karşısında el pençe divan, kedi gibi oluşu da, yenilir yutulur bir şey değildi doğrusu. Bir çocuğun asla değiştiremeyeceği bu durumlar, onu daha ilkokul sıralarında değişik arayışlara itmişti. Sihirbazlık hileleri, el çabukluğu, bilyesine kumar, kopyacılık ve cinsel güçlülük gösterileri, ta o zamandan başlamıştı. Lisede vakit kaybı olmasın diye ders notlarını, hazırladığı kopyalara direkt yazardı! Birde onları hazırlamakla mı uğraşacaktı? Üstüne ördüğü kozaları; kopyaları, takındığı bıçkın, çapkın, vurdumduymaz ve fırlama maskeleri ile gizlemeyi beceriyordu… — Birkiüç, birkiüç… Voltasını kesti yarıda. Bir cigara yaktı hırsla,“ Bizim hücre, bu kozaların yanında nur nimet kalır be… ” diye söylendi…Derin bir nefes çekti cigarasından. Bir şeyden emin olmuştu ki oda hep başkaları için var olmaya çabalamıştı. Kalabalıklar ortasındaki yalnızlığımın nedeni buydu herhalde, dedi. Kendisiyle, böylesine yüzleşmek, hoşuna gitmişti. Kendisini ameliyat eden bir doktor gibi hissetti. Neşteri derinlere batırırken, akıtmayı başardığı cerahatler, acısını hafifletiyor du sanki. Ulan dedi; iyiki yalnız kaldık bir başımıza, kendimizi tanımaya başlıyoruz galiba! “ Neysek oyuz be… Bir oğlum olursa bunların hepsini açık seçik onunla mutlaka paylaşacağım” diye söz verdi kendi kendisine.Yapamayacağım şeyler için, asla ona söz vermeyeceğim ve ne olursa olsun, onu her zaman seveceğimi de söylemem gerek ona diye ilave etti. Nasıl söz vermesindi ki? — Birkiüç, birkiüç… Bugün geçmiyor gibimiydi ne zaman? Ortaokul sıralarında, yaptıkları kâğıttan külahları, otuz bir çekerek dolduran, çift dikişli arkadaşlarını anımsadı. On bir, on iki yaşında mıydı neydi? Doldurdukları külahları, öğünerek gösteren arkadaşlarına imrenek azmı deneme yapmıştı tuvalette. Tekrar tekrar deniyor, ama bir şey akıtmayı da, bir türlü beceremiyordu. Çocuklar ise, evde damlara filan fışkırttıklarını söyleyerek öğünüp duruyorlardı. Nereden bilsin diki, daha vakti zamanı gelmediğini? Asılıyordu hoşlanarak otuz bir çekmeye ama boşuna… Bir şeyciklerin, aktığı falan yoktu. “ Bizde erkeklikte yok galiba, bir türlü fışkırtamıyoruz, bir santim bile!” diye azmı yemişti kendi kendisini!Kime söyleyebilir, kime danışabilir ve kimle paylaşabilirdi ki bunu? Bunu not etti beynine. Oğluna vakti zamanı gelince, anlatacaktı bu durumuda... "Ben sana dememiş miydim lan!", cümlesinin, ben’i bitmeden suratına inen, babasının tokadını anımsadı. — Sana, dememiş miydim, ulan! Ya anacığına inen tokatlar... “Vay garip canım anam vay!” dedi. Nasılda katlanırdı suskun ve çaresiz bu dayaklara? Anasını dövdüğü zaman öldüresi gelirdi babasını. Kavgayı zıngır zıngır titreyerek, sıra ona da gelecek diye korku ile izlerdi. Ve onu bu saygısız ve kaba adamın elinden kurtarmadığı için nasılda üzülür, parçalardı kendisini. “Vay çocuk vay, neler gördün neler çektin sen bir karış boyunla”, dedi hayıflanarak…Günler böylece geçip giderken, farkına varıp, çıkarıp attığı maskeler eksildikçe, kendisiyle daha barışık ve kendisini daha sever bir hale geldiğini hissediyor ve bu durum onu çok mutlu kılıyordu. Kaldı ki böylesi bir zindanda ve böylesi bir hücrede insan daha ne isteye bilirdi ki? Bu mutluluk, bu sevinç ve bu bilinç, üç adımlık bu hücrede, onun en fazla ihtiyacı olan sabır ve huzurun da kaynağı oluyordu…Dışarıda, böylesine huzur ve böylesine bir güveni hiç tatmamıştı… İnsan kendisi, yalnızca kendisi ile baş başa ve kendi ayakları üzerinde var kalmayı becerince, daha mutlu olmaz mıydı? Başkalarına göre yaşayan ve hayali koltuk değnekleri ile ayakta kalmaya çabalayan bir insan, nasıl özgür ve bağımsız olabilirdi ki, zaten? Bir ağaç tekbaşına ama sabit; bir hayvan dağ başında ama avlanarak özgür yaşayabilirdi. Fakat bir insan, bir bitki gibi sabit ve bir hayvan gibi avlanarak, nasıl yaşardı? İnsanın, her halükarda yaşaması için, aklından başka bir dayanağı olamazdı. Onu bir ot veya solucandan ayıran, tek fark aklı değil miydi? Her şeye rağmen yeşermeyi başaran bir kardelen çiçeği veya her şeye rağmen yaşamayı beceren bir ceylan, bunu mevcudiyete gösterdiği, uyuma borçlu değil miydi? Onlar bu uyum ile varlıklarını sürdürüyorlardı. Yirmi yaşında bir insan hiçte uyum içinde olmadığı ve olamayacağı, böylesi bir hücrede; var olmayı başarması için, akıl ve bilinç den başka bir dayanağı asla olamazdı… O da bunu farkına varmış olmanın sevinç ve keşfettiği yeni bir şeyin dayanılmaz keyfini; düşmana inat çıkarıp, voltasına durmaksızın devam etti.Taki, tam üç ay sonra, “Hadi artık koğuşa gidiyorsun” dedikleri güne kadar… Birkiüç… Birkiüç… Koğuşa gideceğini voltasının en tatlı yerinde duyduğu an, işte o an, ne diyeceğini bilemedi. Bir an dondu kaldı. “ Hayır, ben burada çok mutluyum, hiçbir yere gitmek istemiyorum.” diyemedi. Yutkundu ama dilinin ucuna gelenleri söyleyemedi. Nasıl söylesindi ki, adama deli derlerdi. Hemde düşmana, hemde üstelik onun zindanında, “ Senin hücreni çok sevdim, ben koğuş moğuş istemem! ” denirmiydi hiç? Üç beş parçalık eşyasını toplayıp, düştü süngülerin ucunda yola. Kapıdan çıkarken içinde bir ömür tükettiği ve kendisini yeniden ürettiği hücresine son kez derin bir sevgiyle, dönüp baktı yeniden… Ana rahminden dünyaya zorla ve viyaklayarak çıkan bir bebek gibi hissetti kendisini. Duygularını ağlayarak belli etmemek için, dudaklarını kanatırcasına uzunca bir süre ıssırdı. Yinede yanaklarına süzülen, birkaç damla gözyaşına engel olamadı. Yeniden doğuşunu gerçekleştiren, bu rahmi asla unutmayacaktı, unutmadı da. Kendisini, koğuşa götürmek üzere bekleyen gardiyanlara başı dik ve mağrur bir ifade ile dönerek: — “ Mutlaka, ama bir gün mutlaka döneceğim buraya… Hem de zafer kazanarak, yeniden döneceğim!”dedi. 7 Sağcı, solcu, liberal, falan filan diye takmadan kerkese yüklenir;sağcılar solcu, solcular sağcı, teistler dinci, dinciler teist diyerek saldırırlardı Romancıya! Merak içindeydi Alkolik Ömer…Aslında kendi fikirlerine de yabancı gelir gibi değildi bunlar…Dayanamayıp sordu: — Adalet ve zenginlik diyorsun... Adaleti anladık da zenginlik ne oluyor? — Güven varsa zenginleşir birey… İşte bu nedenle, hayatın ta kendisidir kapitalizm! Malımızı canımızı adalet mekanizması koruyor. Devletin iki görevi vardır. Sınırları korumak ve adaleti sağlamak. Bugün Irak’ ta cebelleşmek yerine yeni buluşlara ve bilime daha çok yönebirlerdi ABD ;savaş çıkartıp silah satmak yerine. Biliyorsun Devlet Güvenlik Mahkemeleri vardı ama "birey güvenlik mahkemesi" yok! — Hep bireyden söz ediyorsun da, ya toplum? — Birey yoksa toplum da yoktur. — Bir ideal uğruna ölmeye değmezmi sence? — Ama bence yaşam, tüm fikirlerden daha değerlidir! İnsan hayatının tek bir amacı vardır, o da yaşamak. Bireyin kendi seçeceği bir amaçtan başka bir amaç yoktur. İdeal şahsi olmalıdır. İnsan bir ideal uğruna yaşamalıdır ama ölmemelidir. — Bu görüş sol kesime çok ters geliyor, üstelik sen de onların içinden çıkmış biriydin. — Uğruna ölünen düşünceler yarın değişebilir ve ölümler boşa gidebilir… — Bir ideal uğruna ölmek saçmalıkmı? Deniz Gezmiş, Che gibi efsaneler boşuna mı öldüler? — Deniz Gezmiş'e yazık olmadı mı? Yaşasaydı belki bir mühendis, bir hukuk adamı olarak çok daha yararlı olacaktı. Onu asanlar kadar, onun asılmasına neden olanlar, ona gaz verenler de sorumludur bence. Deniz Gezmiş' te, hem benim hem de Mehmet Kılıç gibi değişemezmiydi? Dinle de anlatayım sana sevgili Mehmet Kılıç'ı...Yıllar sonra dost oluvermiştik onunla… “Kendine Bir Şans Daha Ver! “ adını verip, yayımlatmak istediğim bir kitabım vardı… Cağaloğlu’ da, solcu, devrimci, entel geçinen çalmadık tek kapı bırakmamıştım… En son kapısında “Birleşik Dağıtım” yazan bir yeri denemeye karar vermiştim… Genelde sağcı olarak bilinirdi burası… Çaldım kapı zilini… Gözlükleri üstünden bakan, dişleri çürümüş, bir deri bir kemik kalmış birisi açıverdi kapıyı…Anlattım amacımı kısaca… Beni bir bilge edasıyla, derin bir saygı ve merak içinde, sonuna kadar dinleyen, o cıpcılız adam: “ Eski Ülkü Ocakları İstanbul Gençlik Kolları Başkanı Mehmet Kılıç bendeniz. Haklısınız yerden göğe, aynı tabancalardan atılan kurşunlara hedef olduk bizler…Anlattığınız olayları ben de yaşadım ve şahit oldum...Bu nedenle aynen atarım imzamı, bu kitabınıza efendim. Kitabınızı basıp dağıtmaktan şeref duyarım efendim...” deyivermezmi? Hiç beklemediğim bu cevap karşısında, şaşırıp, donakalıvermiştim! Üstelik adamcağız “ Efendim” diye hitap ediyordu bana… Ne duyarlı ne hassas ve ne güzel bir insandı o! Neredeyse ağlayacaktım...Gözlerime hâkim olmaya çalıştım.... Dev Genç ve Ülkü ocakları, nasılda birbirimize düşman örgütlerdik oysa…Soldan gelipte kendi özeleştirimi yapmıştım ama; sağdan da kendisini eleştirebilecek bir insan olabileceğini, aklımın ucundan bile geçirmemiştim…Şaşkınlığımın nedeni buydu aslında…Oysa insan; anarşist, kollektivist sol ya da sağ geçmişten gelipte, inancını değiştirebilir yani... Yayımlatmak istediğim kitap batsındı yahu, yerin dibine! Kalkıp öpüverdim, o güzel adamı cılız yanaklarından… “Ulan hala solcumuyum neyim ben…” diye düşünmüştüm o an… Birde düşünüp duruyororum yahu, neyin romanını yazacağına… İşte romanın ta kendisi değilmi bu? — Etkilenmedim desem yalan olur doğrusu...Görüşüyormusunuz hala? Bence de bu temayı temel almalısın romanda Romancım...Bu arada ilkeler, idealler, paylaşım gibi duyguları yok sayıyorsun. Bu çok benmerkezci değil mi? — Elbette görüşüyoruz....Görüşmemek olurmu? Öylesine mendebur bir hastalık ki kolektivizm, insanın yakasını sadece gençlikte değil yaşlılıkta da, bırakmaz.Gepgenç bir insanın, sağcı-solcu kollektivist bir canlı bomba olmasının nedeni, hiçbir şey yaratamaz olmasımı acaba? Risk almadan, el emeği, göz nuru dökmeden; hiçbir şey yaratıp üretmeden, paylaşmak istemek… Hem hiçbir şey yaratamayıp, hem de büyük bir kibirle dolaşmak istiyorsan, kollektivist olmak çok iyi bir çözüm oluyor galiba… Bir değer yaratmadan, bir şeyler istiyorsun ama dünya onu sana vermiyor ve sen bir kollektivist olarak diğer alamayanlarla buluşup bir bahçede toplanıyorsun. Çünkü seninle beraber bütün mazlumların kurtarıcısı olma pozisyonu bu bahçede pek revaçta oluyor. Bu pozisyonda kendine gayet güzel bir yer bulabiliyorsun. Bir biçimde mazlumların kurtarıcısı olma rolüne soyunmak çok "easy way"! Çünkü daktilo yazmayacaksın, karşıdan karşıya geçmeyi bilmeyeceksin, kitap okumayacaksın, fotoğraf çekmeyi bilmeyeceksin, ders çalışmayacaksın, mühendis değilsin, doktor değilsin, elinden hiçbir iş gelmiyor ve bir mesleğin de yok. Yapacak tek işin, dünyanın hali üzerine düşünmek! Dünyanın hali üzerine düşündükçe de, kendin gibi kaybetmiş kalabalıkların safına düşüyorsun. Kazanmış bir kalabalık nerede ki, gidip bulasın zaten? Hiç bir şey yaratıp üretmeyen bir insan, kaybetmişlerin arasında sıkışıp boğuluyor ve doğal olarak da "Madem ki ben bir şey yaratıp üretemedim, hiç olmazsa bu kalabalıkları kurtarayım, yöneteyim, onların arasında kendime bir yer edineyim" diyerek, kalabalıkların arasında "var olmak" yerine "eksik olmama" yöntemini seçiyor. Kolektivizm kan ve gözyaşı dairesi çizen böylesi çirkin bir metot ve asıl bencillik de, işte bu bence! Çünkü böylece insan, kalabalıkların kurtarıcısı olmak gibi kolay bir rol üstleniyor, romantik bir heyecanla dolaşıyor ve kendini orada en çirkin yollar içinde var edebiliyor. Bu yolun en tehlikeli tarafı da; ölme ve öldürmeyle noktalanması...Kalabalıklar bir değeri değil, bir inancı satın alıp, ölüm ve öldürme noktasında değer kazanabilir ancak! Bu nedenle, kim ne kadar delikanlı, kim silahla dolaşır ve kim o bu dernek, parti, sendika gibi kalabalıkların örgütleri içerisindeyse, zirveye çıkmazmı sence de? — İnsanlık için bir şey yapma isteğini dışlamak anlamına gelmiyor mu bu? — Dünyada insanlık için bir şey yapan herkes bunu kendi için yapmıştır. Edison ampulü kendisi için bulmuş, ama insanlık aydınlanmıştır. — Edison daha rahat kitap okumak için icat etmedi mi yani, sence ampulü? — Elbette hayır! Amacı insanlığı aydınlatmak değil, kendi ışığını aramaktı. Kendi ışığını aramayan, insanlığı da aydınlatamaz çünkü. Edison' da eşinin dırdırından kurtulmak için bodrum da, mumla yaşamaya başlıyor. İşte bu arada elektrikten ampul üretmeye karar veriyor..“İnsanlık uğruna ölmeyi" savunup hep savaş ve hep mücadeleden söz edenler değilmi zaten, insanlığın en büyük düşmanları? Hâlbuki kendi ışığını arayanlar insanlığa en yararlı işleri yapar. Herhalde Graham Bell' de telefonu karısıyla konuşmak için bulmadı... Ya da Newton yerçekimini... Hepsi kendisi için yaptı. Kendi araştırmalarını başarıya ulaştırmak için, egolarını tatmin için... Kendi değerlerinin peşinde koşan adamın tarafındayım ben..Toplumun değer sistemleri içinde olan bir insan, tribünlere oynayan bir futbolcuya benzer çünkü. Futbolcu kendi amacı için gol atarsa, tribündekiler mutlu olur.Tribünlere oynayanlar ise hiç bir iş yapmaz sadece insanlığı kurtarmaktan söz eder. Ama kendi içindeki ışığa doğru yol alanlar, farkında olmadan bile olsa, insanlığa en büyük hizmette bulunabilir yani. Ben çok net bir şekilde şunu söylüyorum: Kendi egosu, kendi değerleri için çalışan insan değerlidir, toplum için çalıştığını iddia edenler ise yalancı ve sahtekardır! — Bu nedenle mi “Kapitalizm hayatın ta kendisi ve doğru dürüst uygulanıyor olsa dünya uçar giderdi" diyorsun? — Elbette öyle! Kapitalizmi kimse tam olarak bilmiyor. Zaten "ideal toplum düzeni" kavramına da karşıyım. Kapitalizm adını verdiğimiz şey hayatın ta kendisi. Hayatın, kendi tabiatına uygun bir toplumsal ve ekonomik sistemi yaratması lazım. O ne? Güçlü olanın ayakta kalması, çalışanın kazanması, emek verenin, başarmak isteyenin başarması ve bunun için özgürce bütün yolların açık olmasıdır. — Bu zaten bir anlamda kapitalizmin tarifi... — Evet. Toplum kurtarıcıları toplumun düzenlenmesi ve denetlenmesi merakındadırlar. Ben bu merakı tehlikeli ve faşistçe buluyorum. Toplum düzenlenlenip denetlenemez. Toplum suyun akışına bırakılmalı... — Zayıfların ölüp, altta kalanların canı çıkarken; başaranların yırttığı, vahşi bir sistemin adı değilmi yani, sence kapitalizm? — Hiçte degil! Çünkü bu söylemde yırtan adam suçlu görülüyor. Oysa o kazandığı için zayıflar ölmüyor. Zayıflar çalışmadıkları için ölüyor, suçlusu kazananlar için degil yani... Güçlü olandan nefret etmenin kaynağı, işte bu nokta aslında! Güçlü olmak, zayıfın veya zayıflığının nedeni olamaz. Şahsi bir amacı olmadığı halde, kaybedişinin haksız gururunu, kendine çesitli ideolojik kılıflar bulup gizlemeye çalışan, dünyanın en iğrenç insanıdır bence! Tarihe baktığın zaman dinlerin büyük bir bölümü de, haksızların kendilerini gururla savunmalarından çıkmamışmıdır? "Madem kaybettik, o zaman bir gerekçemiz, bir ideolojimiz olmalı " diyerek, Avrupa’ ya siyasi suçlu olarak giden solcuların çoğu sıkı iş adamı olmadı mı? — Yani her koyun kendi bacağından mı asılır sence? — İnsanlar koyun değildir! — Değildir de, ne söylediğimi anlıyorsun... — Ben, "hayatta amacı olan insanlar kazanır" demek istiyorum. — Her şey başarıyla mı ölçülür yani? — Elbette hayır! Ama başarının da bir ölçütü olmalı değilmi sence? O yüzden para ve başka ölçüler de olması gerek. Eğer bunlardan bağımsız yaşamak istiyorsan, gel hep beraber bir ormana gidip yaşayalım o zaman! Çok tepki alsa da sivri dilli olmaktan geri duramazdı Romancı. Bahaneler olamazdı başarısızlıkların nedeni. Kimse saklanıp gizlenmesindi bunların arkasına! Üretmeyen ve sürekli şikayet eden insanlara çok kızardı.Yaptığı işten para kazanamamak eşşeklikti onca…Her fırsatta yüklenirdi, sağcı - solcu tüm tutuculara… — Liberal, sağcı, solcu demeden yükleniyosun herkeze! Sağcılar solcu, solcular sağcı, teistler dinci, dinciler teist diyor yahu sana! Anlat allasen kimsin sen? Nasıl bakıyorsun hayata? — Ben eskiden devrimciydim, halen de öyleyim. Solcularla aramızdaki tek fark şurada. Benim devrim trenim yola devam etmekte! Onlarınkıysa bir iki istasyon önce durdu. Türk solu asla devrimci olamadı zaten bu yüzden. Bana sağcı diyenler var ama ben sağcının ne demek olduğunu bile bilmiyorum. Bunun dışında hakkımda söylenenlerin ne önemi var ki! Ben mesleğimle anılan ve kendi şahsi hayatı olan bir adamım. Liberaller dahil hiçbir kalabalıkla birlikte anılmak istemem. — Para kazanma ve işini iyi yapma gibi kavramları neredeyse kutsallaştırıyorsun? Para kazanmayana kuşkuyla bakıyorsun. İnsan yaşamında değerlerin hiç mi yeri yok sence? — İnsanın aklı vardır, bu akıl ona bir amaç belirler. Akılla amaç arasında geçen yolda, bir yetenek ve çalışma alanı vardır. Aklını kullanamayan bir insan, çalışıp üretmeyi de beceremez ki zaten! Çalışmazsa başarı kazanamaz, başarı kazanamazsa da mutluluğu hak edemez. Bizim toplum direkt olarak başarılı ve mutlu olmak istiyor. Mutluluk çeşmeden akmıyor ki ağzını dayayıp içesin! Burada çok önemli şey şu: Akılla amaç arasında geçen yol hayatın ta kendisidir. Bu hayatta çalışmanın, yeteneğin ve alınterinin net bir kriteri vardır: para! İyi ki para adı verilen bir değer ölçüsü var da biz yaptığımızın karşılığını alabiliyoruz. Bu yüzden, parayı değersiz ve anlamsız gibi gösteren herkesten ödüm kopar benim... — Her çalışmanın maddi bir karşılığı mı olmalı sence mutlaka? — Evet, kesin olmalı. Hiç kimse sıfır için çalışamaz! “Çok çalışıyorum ama hiçbir şey elde etmek istemiyorum.” diyebilirmisin? O yüzden, amacını doğru saptayan herkes, para kazanan biri olmak zorundadır. İnsanlar normalde paranın sadece çalışanların ve başaranların hakkı olduğunu bildiği halde, gözünü kapatıp, “Hayat bana gereken fırsatı vermedi.” diyerek suçu hayata atar. “Fırsat verilmedi, gereken şans bana verilse yapardım. Tesis yoktu, devlet sahip çıkmadı.” gibi ifadelerin hepsi beceriksizliğin bir kılıfıdır aslında. Beni rahatsız eden, bu tür beceriksizlerin bir de haksız gurura kapılmaları... Adam hem işini iyi yapmıyor, hem işine sahip çıkmıyor; hem de kibirli kibirli ortada dolaşıyor! Hayatta, asalak ve üretenler olmak üzere iki tür insan var...İşte bu nedenle, hiç üretmeyip sürekli şikayet edenlerden midem bulanıyor. yahu... — Devrimcim diyorsun ama solculara karşı bir alerjin var. Geçmişin devrimcileri bugünün sosyal demokratları değil mi? — Ben aslında solcuya sağcıya değil tutuculara karşı tepkiliyim. Fakat tutucuların Türkiye’deki sesi ve borazanı solcular oldu. Her türlü kollektivist, nasyonalist fikir solcular tarafından ifade edilir hale geldi. Türkiye’nin önündeki duvarın bütün tuğlalarını solcular örüyor. Ne enteresandır ki Türkiye’nin önünü kapatan sağcılar değil! Ben bunlara karşıyım işte. Türk solu kapitalizmle tanışmadı ve ne olduğunu bilmeden ona karşı çıkıyor. Türk solunun Marksizmi bildiğine de inanmıyorum. Kaldı ki devlet maden falan da işletemez. İşletemez ama milyarlarca dolarlık bor madenlerini de yabancı ülkelere milyon dolarlarlara peşkeş çekemez. Ya da bir hedef koyar. "Bende Bor varsa kardeşim, 10 sene içinde en büyük roket yakıtı ham madde satıcısı da be olacağım" diyerek, bu işi halleder... Madeni çarçur etmez. Özelde işletmeyi kurar. Yine suyun başında Türkiye olur. Buradan şuraya geleceğim:"İhaleleride peşkeşe çeviren ya da ihalesiz direkt satanlarda iç yamyamlar değilmi?" Bizde devlete birçok fonksiyon yükleniyor ve her konu ona bırakılıyor. Oysa devletin zenginliği milletin fakirliği değil mi? Bir ülkede devletten önce millet zengin olamaz mı?. Türkiye bana göre Küba’dan sonraki tek sosyalist ülke. Yakında Castro ölürse yeryüzündeki tek sosyalist ülke olarak kalacağız. Devlete ait zenginlikler, millete geçmeden bu ülkede kurtuluş yok. Devlet organizasyonumuz; üzerine vazife olmayan, o kadar çok işle uğraşıyor ki, asıl işlerinden birisi olan adalete bile, bütçesinin binde üçünü ayırabiliyor..Oysa İşine otobüsle gidip gelerek, "Nasıl geçinirim?” derdindeki bir adam, insanların geleceği hakkında karar verebilir ki? Neyse ne! Ben özgürlüğü seçtim. Hiçbir kalıp ve tanıma sığmayan bir yaşam biçimim var. İçine kapanık zalim bir sevgisizlik taşıyan bu dünyaya da öyle bakan biri olamam ben! Hayat önümüzde dolaşan, tesadüflerle dolu.... Seçimi iyi yapabilmektir önemli olan. Yaşamı karartıp “ Pardon yani…” denemez ki hayata! 8 Ömer’de, kalabalıklar içindeki yalnızlıklardan bıkıp usanmış, akdenizin mavisinde yaşamaya karar vermiş emekli bir memurdu. Canı gibi sevdiği, tek kamaralı sekiz metrelik teknesi, evi gibiydi..Günlerce inmediği olurdu teknesinden..Tek başına yaşamasına rağmen; mutfağı, tuvaleti,yatağı,yorganı her zaman pırıl pırıldı... Adsız Alkolikler grubu ile çok sevdiği alkolü bırakma savaşımı içindeydi, tam 14 küsur yıldır.. Dile kolay tam 14 yıldır, bir kez bile gitmeyi ihmal etmemişti Ömer, AA'nın haftalık toplantılarına...O’nun özü sözü bir tavırları ve kendisini çok dürüst ve de acımasızca eleştirmesine hayrandı Romancı… Biribirine yapışık ikizler gibiydiler Ömer'le...Yedikleri içtikleri ayrı gitmez, birlikte gezelerdi her yerleri...O gün de, Ömer'in mutat AA toplantısına gitmişlerdi birlikte...Toplantı epeyce kalabalık ve içten gelen samimi bir paylaşımlarla devam etmekteydi.... Ömer'in katılımıyla toplantı, daha da canlanmış, tüm katılımcılar heyecanlanmış, sevinmiş ve hepsi teker teker kucaklayıp öpmeye başlamışlardı onu...Besbelliydiki Ömer, alkol savaşımını kazanmayı başaran, capcanlı somut bir kahraman ve örnek alınması gereken bir insandı... Ömer bir ara söz alıp, elindeki deftere bakarak başladı usul usul konuşmaya... — Merhaba arkadaşlar. Adım Ömer, ben bir alkoliğim. Bugün sizlerle 14 sene sonra yakaladığım ayıklığın sevincini paylaşmak istiyorum. Bu süreçte kızgın, üzgün ve çoğu kez saçma olan konuşmalarımı sabırla dinlediğiniz için hepiniz çok teşekkür eder minnetlerimi sunarım. Sonunda kavuştuğum huzur ve ayıklıkta; AA basamak ve gelenekleri ile siz AA’lı dostlarımın katkılarını her zaman anacağım. Onlarca kez tekrarladığım basamak çalışmalarım beni ikna etmeseydi; kesinkez bende kayardım... Paylaşımlarımızda yanlış, kötü ve çirkin karakter bozukluk ve kusurlarımı samimi olarak itiraf etmekte oldukça ustalaşmıştım. Ancak bunların bir sonuç olduğunu ve bu sonuçların kaynaklarını bir türlü izah edemiyor ve neden, niçin ve nasılların cevaplarını, bir türlü bulamıyordum. İyi niyet, samimiyet ve dürüstçe yaptığım içe bakışımında da yetersiz kalıyordum. Neyi niçin, neden ve nasıl hissettiğimi; duygu ve fikirlerimin, realite zinciri ile olan bağlantısı ile bunların realiteye uygun olup olmadığını veya yıllarca kendimi kandırdığım bir takım olguların ürünü bir yanılgımı, olup olmadığını da keşfedemiyordum. Böylece içsel verilerimin doğuştan veriliymiş gibi mutlaklaştırıp; kendimi çaresiz ve aciz bir mahlûk gibi hissediyor ve değişemeyeceğime inanır noktasına gelerek derin bir sıkıntı ve bunalımlara gark oluyordum. Sonuçta bazen kaymama ramak kalıyor, duygu ve beynimde uçuşan “neden, niçin ve nasılları” bastırarak, bunlara isyan edip teslim oluyor ve bazen da bulamadığım cevaplardan kaçmak, uzaklaşmak yollarını tercih ediyor; ama bunu da bir türlü başaramıyordum. Hele, bazı bazı duygu, fikir ve yanlış eylemlerime haklılık kazandıracak; düzmece, yapay ve gerçek dışı açıklamalar bulma çabasına giriyordum ki; en korkunç olanıyda bu idi. Çünkü bu davranışım aslında kendimden kaçma, kendimden gizlenme (!) kandırmacasından başka bir şey değildi. Böylece realiteyi kavramaya ve ona uymaya değil, aksine onu kendime uydurmaya nafile yere çabaladığımı fark edemiyordum bile. Faksı, bilgisayarı kullanırken; onların nasıl çalıştığını ve mevcudiyet içinde ait oldukları yeri bilmez gibi ; yaşıyor, yiyor, içiyor, uyuyor ve geziyor ama bunların nasıl oluştuğunu ve mevcudiyette yerimin neresi olduğunu kavramak için de, hiçbir çaba göstermiyordum. Aksine tüm buları hazır reçete, klişe, ideoloji ve inançlarda buluverme kolaycılığını tercih ediveriyordum. Bu tembellik ve boş vericiliğimde: "Aklın realiteyi kavramaya muktedir olmadığını, realiteyi kavramanın idealistlerin nafile uğraştığı bir rüya olduğu, şeylerin insanın kendi bilincinden ibaret olduğu ve aslında şeylerin göründüğü gibi olmadığını, hiç kimsenin hiçbir şey den emin olamayacağını” iddia eden akıl dışı felsefelerin etkisinin olabileceğini aklıma dahi getiremiyordum. Bu etkileşim ve bulamadığım cevaplar beni bilinçli olmaktan soğutuyor kendime olan güvenimi de sarsıyordu. 14 küsür yıldır süren bu savaşımda, elde edebildiğim tespitler sonucunda karakter bozuklukları, bağımlılık ve diğer kusurlarım yanında “alkol bağımlılığımın” çok masum kaldığını fark ettim. Hatta alkolün bunları örtbas ederek kendimi avutma ve kandırmama yarayan bir işlev yerine getirdiğini de gözlemledim. Bunların sonucunda bundan böyle; duygu, düşünce ve eylemlerimde, mevcudiyeti kıstas almaya karar verdim. İnsan ve dolaysıyla kendi tabiatımın yapısını da bilemediğimi fark ederek, öğrenme çabasına giriştim. İşte bu çaba sonucunda kendim hakkında aşağıdaki tespitleri keşfettim. İzin verirseniz bunların hepsini, bu süreçte aldığım notlardan, teker teker okumak istiyorum sizlere... Çıt yoktu ortalıkta...Tanrım bu nasıl bir dayanışma, bu nasıl bir saygı ve bu nasıl sevgi dolu bir ortamdı ki? Romancı katılıp zart zurt içinde geçen, gürültülü politik toplantıları anımsadı...Orada kimse kimseyi dinlemez, üstelik bir birbirlerine caka satarlardı... Kankası ile gurur duyarak dinlemeye devam etti....Ömer, sakince , madde madde okumaya başlamıştı, 14 yıllık alkol savaşımında edindiği tespitleri; — Düşünce ve davranışlarımı tayin eden aklım değil; yalnızca duyum organlarım ve algılarımdı.Her eylem ve davranışımda alınteri ve gö hep realiteyi suçlamıştım. Değiştiremeyeceğim şeyler peşinde enayice koşarken, değiştirebileceğim şeyler karşısında teslim olup; bunlardan kurtul, midem gibi otomatik çalışır sanıp, düşünme zahmetine asla katlanamamıştım. Başkalarını yargılanmaktan hep kaçmış ve bunda “yargılama ki yargılanmayasın” saçmalığının etkisini kavrayamamıştım! Bu süreçte; gelmiş, geçmiş ve gelecek zamanı yok sayarak, an be an yaşamak peşinde; zamanı kavramak yeteneğine sahip olan beynimi ve kendimi inkâr ettiğimin farkın da bile değildim...Yaşamak için seçtiğim yöntemin, bir hayvanın avlanmasından hiçbir farkı yoktu aslın da...Mevcudiyetin bütünselliğini kavramadan, zıtların bir o bir bu ucuna takılarak; hep anticilik oynayıp ve hep bütünselliği bir ucundan putlaştırıp: "Ya hep, ya hiç" lik peşinde koşmuştum hep! Kendimi bir hayvan veya bir bitkiden ayıran en temel farkın düşünme yeteneğim olduğunu ve bu yönde emek harcamam gerektiğini görmezden gelerek, hep tembelliği, hep boş vermişliği, hep aceleciliği ve en önemlisi, hep asalaklığı tercih etmiştim. Bu nedenlerele sonuçta, hep kestirme, kolaycı ve avanta yolların peşine takılvermiş olduğumun farkına vardım! Alkol bunların yanın da devede kulak kalır! Özetle alkolsuz bir yaşam değil; mantıklı huzurlu bir yaşam önemli...Mantık dışı huzursuz bir yaşamda, içip içmemek hiçbirşeyi değiştiremez. Bu teşhisleri yapınca, ameliyat ve tedavimin nereden başlayacağını keşfettim inancındayım. İşte bu inanç oldu, ayıklığımın ilk adımı!. Bu çabamın ömür boyu süreceğinin bilincinde, yeniden doğmuş gibi hissediyorum kendimi. Çünkü bunları değiştirmek benim elimde, direksiyon bende ve tercih benim... Bu sevincimi sizlerle paylamanın kıvancı içinde, göstermiş olduğunuz değişim ve iyileşme çabanızda, hepinize başarılar dilerim. Darısı başınıza… Dinleyiciler, nasıl da içten ve coşkulu alkışlamışlardı, Ömer’i... Doğrusu bu arada, Romancı' da almamış değildi nasibini..!
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © memet faruk, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |