Bir önyargıyı yok etmek, atomu parçalamaktan daha zordur. -Einstein |
|
||||||||||
|
omeraksahan@hotmail.com Yağmurlu bir gündü. Doğa, göz gözü görmez bir sarhoşluk içindeydi. Abdurrahim sabah yatakta bir külçe olmuş, yatıyordu. Kalkıp, yüzünü yıkamak bile içinden gelmiyordu. Üvey ağabeyi Veysi ile aynı odayı paylaşıyorlardı. Aralarında üç yaş vardı. Annesi babasına kuma gelmişti. Veysi onun doğuşuyla ikinci plana düşmüştü. Öfkesini her fırsatta ondan çıkarmaya çalışıyordu. O sabah da öyle oldu. Kardeşinin yatakta kıpırdadığını görür görmez; - Kalk çabuk, soba için odunluktan bir kucak odun getir, dedi. Bu aşağılanmayı hak etmediğine inanan Abdurrahim, söylenenleri duymazlıktan geldi.Yatağında ters döndü. Uyur gibi yaptı. Veysi, bu hareket karşısında daha da öfkelenip kıçına bir tekme savurdu. Bunun üzerine; -Ne diye vuruyorsun, git kendin getir, diye, diklendi. Bu kez yataktan doğrulmasını fırsat bilen Veysi, suratına okkalı bir tokat savurdu. Odadan hışımla çıkıp gitti. Tokatın acısıyla yatakta büzülmüştü. Kavgayı geç fark eden annesi Züleyha, odaya geldiğinde kanıksadığı bir manzarayla karşı karşıyaydı. Oğluna üzüntüyle baktı. İçinden onu teselli etmek geçtiyse de töre gereği, kazık kadar olmuş bir çocuğu kucağına alıp yanaklarına öpücük konduramazdı. Sessizce odadan çıktı, işinin başına döndü. Evin diğer bireyleri de sanki bir şey olmamışcasına, günlük yaşamlarına dönmüşlerdi. Ne zaman uyandığını anımsamıyordu. Uyandığında yüzünde tokatın acısını hâlâ duyumsuyordu. Eliyle yüzünü ovaladı. Kararını vermişti. Bu lanetli evde daha fazla kalamazdı. En yakın bildiği annesi dahi onu koruyamadıktan sonra niye kalsındı. Artık büyümüş, ilkokulu bitirmişti. Ne pahasına olursa olsun, yaşamını başka kentte sürdürecekti. Yaşı ondörde dayanmış, onur denen bir duygunun varlığını keşfetmişti. Hemen bir plan yaptı. Amcasından babası adına borç para isteyecekti. Babası onu zaman zaman bu işle görevlendirdiği için amcası kuşkulanmazdı. Derhal amcasının bakkal dükkanına gitti. Babasının acil bir iş için 2000 Mark'a ihtiyacı olduğunu duraksamadan söyleyince, amcası hiç düşünmeden, kasadan istediği parayı verdi. Zarf içindeki parayı avucunda sıkıca kavrayan Abdurrahim, ardından biri kovalarcasına yaya kente vardı. Bir miktar döviz bozdurdu. Sarrafın soru sormaması işini kolaylaştırmıştı. Çoğu esnaf babasıyla amcasını çok iyi tanıyordu. Oralarda bu tür ayak işlerini çocukların görmesinde bir sakınca yoktu. Otogara geldiğinde İzmir'e hareket etmek üzere olan otobüse aceleyle bindi. Van geride kalmıştı. Uzun yolculuk boyunca şoför ve yardımcısının sorularını da basit yanıtlarla geçiştirmişti. İzmir'de Basmane garajına geldikleri anons edildiğinde, bir an içi ürperdi. Öyle ya, evinden binlerce kilometre uzaklıkta hiç tanımadığı bir kente adım atıyordu. Sonunda kimsenin kendini aşağılamayacağı, tokat atamayacağı bir yere gelmişti. İlk gün, garajın yanındaki fuarda bir bankpalasta geceyi geçirdi. Mersin ağaçlarının koyu kuytuluğunda bir yere kendini siper edip, kuşku ve endişeyle sabah ışıklarına kavuştu. Parasını yolda tuvalette iç donunun içine saklamıştı. Bahar aylarının yaza kavuştuğu günler onun şansıydı. Elindeki parayı dikkatli harcaması gerektiğini bilecek yaştaydı. Okulda öğretmenleri akıllı çocuksun, derlerdi. Ancak öğrenimini sürdürmesini isteyecek inançlı ne anası ne de babası vardı. Diğer çocuklar gibi o da, yaşamını dağda bayırda davarları gütmekle sürdürecek, yirmi yaşına gelince de, hayatının en büyük değişikliği olan askerlik görevini yapacaktı. Köydeki büyüklerinin yıllar boyu anlatmaktan usanmadıkları askerlik anılarını o da zevkle anlatacaktı. -Meraba hemşerim! Bu ses hiç yabancı gelmemişti. Şive kendi yöresine aitti. İrkildi. Yakalanma korkusu sardı yüreğini. Endişeyle baktı, sakalı uzamış, ağzında yarım sigara sıkışmış adama. Yarım ağızla; - Meraba abi, dedi. Onun çekingenliğini anlayan adam; - Nerden düştün buraya, dediğini anlamadı önce. - Bir yerden düşmedim, dedi. Adam bu kez ağız değiştirdi; - Bizim hemşerilere benziyor yüzün. Yoksa Vanlı mısın? deyince; - Yok, yok Bitlis'ten geliyorum. İş aramaya geldim, adım Abdurrahim diye yanıtladı. Tanınsın istemiyordu. Adam daha bir dikkatle baktı yüzüne. Yaşı çok büyük sayılmazdı. Nasıl olmuştu da, evi terk etmişti. Onu ürkütmemeliyim, dedi, kendine. - Benimki de Şahabettin. Ama arkadaşlar kısaca Şahap derler. Bizim fakirane var, istersen bizimle kalabilirsin, bir süre... Abdurrahim bu öneriye sevindi. Yüzü aydınlandı birden. Bu koskoca kentte bir anda bir hemşehrisi ona sahip çıkıyor, kalacak yer veriyordu. İçinden bir ses, aman dikkat et oğlum, sakın yanındaki paradan kimseye söz etme, diyordu. O gün akşama kadar Kordon'da limanın kirli sularına olta sallayan insanlara baktılar. Açlıklarını gevrekle bastırdılar. Gevreğin tadı ne hoş, dedi. Sıcak, çıtır çıtır. Anam da keşke yiyebilseydi, diye, düşündü. Burnunun direği sızladı. Veysi aklına geldi. Oh olsun, o, bu gevreği yiyemeyecekti. Ailesi acaba ne yapıyordu? Amcasıyla birlikte herkes seferber olup, onu her yerde arıyorlar mıydı? Yoksa, sofradan bir boğaz daha eksildi, diye mi, düşünüyorlardı? Günler hızla geçiyordu. İzmir'e geleli on ay olmasına karşın, henüz hiçbir yerde iş bulamamıştı. En çok üzüldüğü ise, elindeki paranın yavaş yavaş eriyor olmasıydı. Ara sıra inşaatlarda bulduğu işlerden ufak tefek kazansa da, hazıra dağ dayanmıyordu. Bir sığınmacı gibi oturduğu bu evde yaşadıkları gözünün önüne geldi. Ona evinin kapısını açan hemşehrisi Şahap uzun zamandır İzmir'de inşaatlarda çalışarak geçimini sağlıyordu. Arada bir birlikte Kemer'e karanlık bir tüneli andıran salaş sinemaya giderlerdi. Sinema adını ilk duyduğunda bir şey anlamamış, tekrar ettirmişti. En çok izledikleri Arzu Okaylı, Behçet Nacarlı filmlerdi. Ama o, en çok Türkan Şoray ve Kadir İnanır filmlerini seviyordu. Yanındaki harçlıktan az da olsa eve katkıda bulunuyordu. Arkadaşının izin günüydü o gün. İzmir'e geldiğinde tanıdığı ilk yer olan Lunaparkta amaçsız dolaşıyorlardı. Ne kadar kapıya başvurduysa hiç sonuç alamamıştı. Yüreğine büyük bir sıkıntı çökmüştü. Eğer biraz daha kalırsa da parası tamamen bitecekti. Uzun zamandır peşinde olan tinercilerin önerilerine boyun eğmek zorunda kalabilirdi. Oysa o, aldığı terbiye gereği doğruluktan şaşmamaya çalışıyordu. Büyük kentte yaşamak ne zor şeymiş yarabbim dedi, oflayarak. Genç alnına sanki kalın bir kader çizgisi çekilmişti. Büyük bir suskunluk içinde lunaparkın girişine varmışlardı. Burada en çok sevdiği yer büyük dönme dolabı izlemekti. Bir kez bindiği dolaba, parasızlık nedeniyle bir daha binememişti. Lunapark havanın da güzel oluşunu fırsat bilenlerce doldurulmuştu. Dönme dolabın başında genç, orta yaşlı kadın, erkek ve çocuk sıraya girmişti. Biletini veren dolaba dikkatle biniyordu. Keşke ben de binebilseydim, diye hayıflandı. Gözü kör olsun demeyi bile ona öğreten olmamıştı. Dolap yükünü alınca yavaş yavaş dönmeye başladı. En yükseğe çıkanların bağırışları ona bir türküyü dinlermiş gibi geliyordu. Dolaptakilere büyük bir hevesle bakarken, küçük bir karaltının ona doğru düştüğünü gördü. Önce ne olduğunu anlayamadı. Pat, diyerek önüne düşen şeye eğilip bakınca, bir cüzdan olduğunu anladı. Heyecanla aldı eline. Arkadaşı o sırada çarpışan arabalara bakmaktaydı. Aceleyle cüzdana göz attı. Gördükleri karşısında gözleri faltaşı gibi açıldı. Cüzdan kabarıktı. Kimlik, Mark, Dolar ve Türk parası ve fotoğrafsız olduğu için ne olduğunu anlamadığı sert plastikten kartlar vardı. Kimlikteki fotoğraftan cüzdanın bir kadına ait olduğu anlaşılıyordu. Hepsini tekrar düzenlice yerleştirdi. Cüzdan o sırada dolapta olan bir kadına aitti. Dolabın durmasını beklemeye karar verdi. Bir süre sonra dolap durmuştu. Yanına Şahap geldi. Elindekine bakarak; - Hayrola Abdi, nedir o elindeki? Ev arkadaşı adını kısaltmıştı çoktandır. - Para cüzdanı, deyince, elinden almaya yeltendi. O, daha sıkı bir biçimde tutmaya başladı. Arkadaşıysa almak için ısrarlıydı. - Nasıl içinde para var mı? Hadi sıvışalım burdan, kimse görmez nasıl olsa, diye, onu sıkıştırarak lunaparktan uzaklaştırmaya çalışıyordu. Abdi ise, kararlı; - Hayır Şahap, bunu sahibine vermem gerek. Bana haram lokmaye el sürersem cehennem ateşinde yanacağımı söylerdi, anam. Kimse bizi görmeyecek ama Allah görüyor ya...Şahap bu sözlere diyecek bir şey bulamayınca, sustu. Birlikte olacakları beklemeye başladılar. İnenler arasından bir kadın doğruca dolap işletmenine gitti. Bir takım sorular sordu. Hareketlerinden, olumsuz yanıt aldığı anlaşılıyordu. Yavaşça, çekinerek kadının yanına yaklaştı. Ne aradığını sordu. Kadın 28-30 yaşlarında gösteriyordu. Giysilerinden varlıklı olduğu anlaşılıyordu. Kadınsa, çocuğun durumundan önce kuşkulanmış, ardından soru karşısında, son bir umutla; - Cüzdanımı düşürdüm, onu arıyordum, dedi. Bu kez o; - Peki cüzdanın rengi neydi, içinde neler vardı, adınızı söyleyin, diyerek soruları peş peşe sıraladı. Kendini bir an polis sandı. Kadın, tüm ciddiyetiyle sorulara doğru yanıt verdi. Soruların doğruluğu Abdi'yi sevindirdi, rahatlamıştı. Aradığı kadın buydu. Kararlı bir şekilde; - İşte cüzdanınız, diyerek uzattı. Kadın, cüzdanı heyecanla baktı. İçindekileri kontrol edip, her şeyin yerli yerinde olduğunu görünce, sevinçle; - Hadi bakalım delikanlı, bunu bir yerde kutlayalım, bu bey de arkadaşın mı? diye sorunca, 'Hıı' diyerek, başını salladı. Lunaparkın yakınında bir lokantaya gittiler. Kadın, yemek boyunca bu dürüst ve yoksul genci tanımaya yönelik sorular sordu. Arada arkadaşı söze girse de kadının gözü Abdi'den başkasında değildi. Onu tanıdığına iyice inandıktan sonra da, kendisinden kısaca söz etti. Kartını vererek, ertesi gün için çalıştığı fabrikaya davet etti. O geceyi zor geçirdi. Gündüz yaşadıkları bir bir gözünün önünden bir film şeridi gibi geçip gidiyordu. İnanamıyordu olanlara. Onca zamandır yaşadığı sıkıntılı günler geride kalacak mıydı? Yemekte kadının kendisine gösterdiği olağanüstü ilgi karşısında nutku tutulmuştu. Bu sabah, diğer sabahlara benzemiyordu. Büyük bir keyifle duşunu almış, yeni yeni tüylenmekte olan sakallarını traş edip, kolonya dökmüştü yüzüne. Aynaya daha bir sevecenlikle bakıyordu. Saatinde varabilmek için bir koşuda dolmuş durağına indi. Fabrikanın çevresi yeşillikti. Giriş kapısına vardığında, cebinde özenle sakladığı kartı bekçiye uzattı. Bekçinin giriş izni için yaptığı telefon konuşmasını dikkatle dinledi. Bekçinin gülümseyen yüzü içeri kabul edildiğini söylüyordu. Bekçinin müdür odasını tarif etmesini beklemeden bir koşuda fabrikanın kapısına varmıştı. Duraksadı, dün gece gördüğü rüyayı anımsadı. Acaba bunların tümü bir hayal miydi? Kadın onu kapıda karşıladı. Geniş deri koltuklarla hayatında ilk kez tanışan Abdurrahim'in şaşkınlıktan dili tutulacaktı. Delikanlının heyecanını gören müdüre hanım çaylarını yudumlarken, kendisinden, fabrikanın neler ürettiğinden bahsetmiş; eğer isterse, hemen işe başlayabileceğini söylemişti. O ise, düşleyemediği bir işe kavuşmanın sevinciyle bir çırpıda 'Evet'i basmıştı. Dürüstlüğünün ödülünü hiç beklemediği bir anda almıştı. İşe hemen başlamış, büyük bir istekle işin inceliklerini adeta yutarcasına öğrenmeye başlamıştı. Kadın, gencin işte gösterdiği üstün performansını, aradan üç ay gibi kısa bir zaman geçmesine karşın, çalıştığı bölüme şef atayarak değerlendirmişti. Ekonomisi düzelen Abdurrahim, fabrikadan tanıştığı iş arkadaşının evlerinin alt katını kiralamış, zor günler geride kalmıştı. Oğullarının yaşayıp yaşamadığından uzun zaman haber alamayan ailesi, umudu kestikleri bir sırada eve gelen asker celbi ile onu yeniden aramaya karar verdiler. Abdurrahim'i gördüğünü söyleyen çocukluk arkadaşını, o akşam arayıp buldular. Ona yol için para verip, İzmir'e yolcu ettiler. İlkokuldan arkadaşı Seyfettin daha önce arkadaşına rastladığı semti sora bulmuş ve arkadaşını beklemeye başladı. Güneş dağların ardına düştüğü bir anda karşıdan gelenin o olduğunu anlayınca rahatlamıştı. Ona söyleyeceklerini kafasında kurmuştu. Ailesi tarafından gönderildiğini hissettirmemeliydi. Önünden geçerken kısa bir bakışma geçti aralarında. Abdi hemen başını çevirdi. Arkadaşı yerinden doğruldu. Ardından yetişti. - Abdurrahim, ben Seyfettin, tanımadın mı, beni? Evet oydu. Ancak birden karşısında sınıf arkadaşını görmesi onda şok etkisi yapmıştı. ne diyeceğini bilemedi. Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Arkadaşını evine davet etti. Bunca yolu tepip gelene evini açmamak olmazdı. O da gene böyle bir günde Şahap'la karşılaşmamış mıydı? İki gün kalan arkadaşıyla köyü ve ailesi hakkında en taze haberleri almaktan mutluydu. Annesi, babası sağdı. Amcasının ilk günlerdeki öfkesi dinmişe benziyordu. Amcasından aldığını geri ödeyeceğini söyledi arkadaşına. Seyfettin dönüşte edindiği tüm bilgileri ailesine bir bir aktarmıştı. Annesiyle babası hemen ertesi günü zor zahmet İzmir'e bilet bulup, yola çıkmışlardı. Nihayet oğullarına kavuşacaklardı. Baba duygularını fazla açığa çıkarmasa da hareketlerinden heyecanı görülebiliyordu.Uzun süren yolculuk boyunca ancak molalarda ne yiyeceklerine dair üç beş kelimeyi aşmayan cümlelerden oluşan diyalog vardı aralarında. Otogardan tarif edildiği gibi bir taksiye atlayıp, oğullarının oturduğu daireyi elleriyle koymuş gibi bulmuşlardı. Ev sahiplerinin zilini çaldı babası. Ev sahibi ilk kez gördüğü insanlara alıcı gözle baktı. Adam; - Biz Abdurrahim'in ailesiyiz. onu görmeye geldik, deyince, kadın evlerine buyur etti. İçilen çayların ardından yaşadıklarını bir çırpıda anlattılar. Ev sahibi orta yaşlı bayan ara sıra başını sallayarak onaylıyordu. Oğullarının oturduğu bölüme açılan kapının yedek anahtarıyla kapıyı açıp onlara küçük daireyi gezdirdi. Akşam olmuştu. Her zamanki saatte eve gelen Abdi, dairesinin ışıklarını açık görünce bir an irkildi. Kim olabilirdi? Kapıyı açıp, salonda onu bekleyen annesiyle babasını görünce banyoya saklanmak istemiş; ancak onu fark eden babası engellemişti. Soğuk bir tavırla babasının elini öptü. Annesi salonun bir köşesinde onun yanına gelmesini bekliyordu. Usulca, bir vazo kırmaktan korkarcasına yaklaştı. Elini uzatan annesinin elini öptü. Annesinin unuttuğu kokusunu aldı. O kokuyu unutması ne mümkündü. Gözlerine baktı. Deniz mavisinin yeşille karışık rengi ah ne güzeldi. Bir anda büyük bir sarsıntıyla ağlamaya başladı. Annesi bir anda töreyi unutmuş, oğlunun başını göğsüne dayamış, karşılıklı ağlamaya başlamıştı. Oysa ilk karşılaşmadan kimse umduğunu bulamamıştı. O gece ev sahiplerinin ısrarıyla birlikte yemek yemişler, sohbet etmişlerdi.Yılların özlemi bir gecede tükenecek gibi değildi. Ancak ailesinin dönmesi gerekiyordu. Evde bıraktıkları hayvanların bakımı tamamen annesinin üzerineydi. İnekler ancak annesinin elinden sağılabiliyordu. Eğer bir gün gecikirlerse hayvanlar sütten kesilebilirdi. Dönmek zorundaydılar. Abdurrahim'in de kendileriyle geriye dönmesini istediler. Onun istediği her şeyi yapmaya hazırdılar. Fakat o, kararlıydı.Van'a geri dönmeyeceğini kesin bir dille ve içi parçalanarak söylemişti. Bir işi, mevkii ve parası vardı.Bu duruma gelmesinde hiçbirinin katkısı yoktu. Kazandıklarından yaptığı birikimle amcasından aldığı ödünç parayı da bizzat kendisine ödeyecekti. Burda kimseye muhtaç değildi. İşvereni kendisine son derece güveniyordu. Bu kadar önemli kazanımı bir anda sıfırlayıp, aile ocağına geri dönmesini kimse ondan istememeliydi. Onlara, ilk fırsatta ziyaret edeceği sözü verdi. Doğrudan söylemese de, doğup büyüdüğü, acı, tatlı anıları olan köyünü özlemişti. Annesine veda ederken, anne hakkını helal et, duanı eksik etme benden, diyerek uğurladı. Babası gizli bir vakur içinde, oğlunun işinden, mevkiinden dolayı sevinmişti. Ayrılışları ise ilk karşılamaları gibi soğuk değildi. -En çok, diyordu, köyüne yaptığı ziyareti arkadaşına anlatırken, köyden kaçarken kasabaya doğru dürüst bir yolumuz yoktu. Dört kilometrelik çamurlu, taşlı patika yollardan geçerek kente varabildim. Şimdiyse -geçen sekiz yılda- ne mutlu ki, evimizin önüne kadar arabayla gidilebiliyor. Her şey değişmiş dostum bizim oralarda, diyordu, sevinçle. Üvey kardeşi Veysi ona çok değiştiğini söylerken, gizlice af diler gibiydi. Aradan geçen yıllar ikisinin de öfkesini törpülemişti. Sevgiyle kucaklaşmalarını annesi gözleri yaşararak izledi. Şivesi de değişen Abdi tam bir kentliye benzemişti. Konuşurken anlaşmakta güçlük çekiyorlardı. Anasıyla İzmir'deki karşılaşmasından daha farklı bir biçimde özlemle kucakladı. Töre möre ikisinin de umurunda değildi.Anasının saçlarına dikkatle bakınca tülbetten taşan ağartıları gördü. Demek oğlunun yokluğu avurtlarını çökerttiği gibi saçlarını da ağartmıştı. Herkes yıllar sonra gelen bu tarihi buluşmanın her anını değerlendirmeye çalışıyordu. O gece evleri onu görmeye gelenlerle dolup taşmıştı. Herkes en çok İzmir'i merak ediyordu. Gelenlere uzun uzun körfezi, martıları, büyük gemileri, kaderini değiştiren olayı, lunaparkı, dönme dolabı, çarpışan taksileri, palyaçoları bıkmadan anlattı. Getirdiği hediyeler ise el üstünde tutuluyor, odaların baş köşesine konuluyordu. Annesi oğluna köyün en güzel kızını bulduklarını fısıldadığında yüzü kızarmıştı. Ancak asker dönüşü düşüneceğini belirtip, annesini kırmamaya özen gösterdi. Bir hafta su gibi akmış, dönüş günü gelip çatmıştı. Abdurrahim, son kez yapılan 'evinde kal' çağrılarına kulak ardı ederek otobüse binerken, anasının kenarı oyalı mendiliyle, gözyaşlarını kimseye göstermemeye çalışarak siliyordu. İzmir'e yorgun gözlerle bakarken 'Benim asıl yerim burası' diyen, bir sese dönüşüyordu, iş arkadaşının 'Hoş geldin'i.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © ömer akşahan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |