"Küle değil, ateşe üflemelidir." -Divanü Lügat-it Türk, Savlar |
|
||||||||||
|
Crrrkk cik ….crrrkkk.cik…cik Crrrrıık…ciiik..cik “Bu kuşlar böyle güzel ötüyorsa mutlaka bahar gelmiştir. Mutlaka.” Takvime baktı. Mart’ın 8’iydi. Kararsız ama ılık bir Ankara baharının ilk haftası ne çabuk geldi de, o da kabullenmişti. Mart’ın daha ne marifetleri olduğunu unutup, cemrelerden bağımsız bir düşünce, özlem edindi kendisine. Baharın özlemiydi bu. Halbuki karşı apartmandaki adam kalın balıksırtı paltosuyla çıkardı evinden hala. Yokuşu hala titreyerek tırmanır ve evine ellerine ciğerinin sıcak nefeslerini üfleyerek bulduğu anahtarıyla titreyerek girerdi. Herkes için gelmemişti demek ki bu maymun iştahlı, kış rüyası kadar kısa bahar. “Daha gelmemiş demek ki” İnandıramadı ki. Siz onu bir de ona sorun. Parmak uçları bir türlü kabul etmiyor, gözlerinin içi reddediyordu baharın gelmediğini, gelemeyeceğinin daha bir dört hafta kadar. Evinin turuncu duvarları soğukçaydı belki. Elini koyunca üzerine; üşüyüverdi. “Şimdi yakarım sobayı olsun, şimdi ısınır içerisi.” Hah, işte bu kıştı, karakıştı daha. Kıştı o halde, parmak uçlarına inanmaması gerekir, onlar da onun gibi gelincik baharını geldi sanırdılar. Yanılmışlardı, henüz kıştı mevsim bal gibi. Donuktu henüz yaşamın bu günleri, demiştim ya, dört hafta kadar hareketsizdi melankoli; gideceği yoktu en az dört Pazar günü daha. Peki neden bahardı düş ve beklenti? Neden? Ne sevgilisi çıkıverecekti bunaltının içinden, ne de karanlıkların ardı sıra uslanmaz bir aydınlık belirecekti. Yaşam da aynıydı. Kin ve nefret de aynıydı. Şarabın alkolü de, sigaranın dumanı ve açılan yelkenler de. Bahar aşktı çünkü, tarifsiz, gelemeyecek sevgililer de olsa, başkaydı. Ondan düştü bahar, aklına onun için düştü; beklentiydi gencecik. İşine giderken biraz üşürdü aslında, hepten de ılımadığını biliyordu. İşine giderken komşularını da fark ederdi arasıra; suratsız, kibirli komşularını. Kat merdivenlerini birleştiren koridorlarda, apartmanın önündeki kapıda karşılaşırdı onlarla. Hele giriş katındaki o kadın ve üst çapraz dairedeki yaşlıca adam; pek bir makineleşmişlerdi. Onlar gibi içten pazarlıklısı ve onlar gibi dik kafalı kimseler yoktu bu şehirde. Komşuları bu kadar ifadesiz suratlarla karşılaşınca kendisiyle, kedi görmüş gibi, hatta kediden de önemsiz bir ayrıntısıymış gibi sıradan günün, uzaklaşırlardı ondan. En azından o öyle duyuyordu çevresini. Baharın henüz gelmediğini çok iyi bilen bu insanlar ondan daha deneyimli, daha işbilir oldukları için değil, baharın gelmediğini düşündükleri için bu denli soğuk, sessiz ve kımıltısızdılar. Duvarlara vuran güneşle bahara gereksinim duymuyorlardı, ne garip? “Bunların evlerinde birşeyi de mi bitmez yahu? İnsanın hiç mi canı sıkılmaz ya da hiç mi yeni taşınan birisiyle tanışmak istemez canı? Pes doğrusu, pes..” Bir gün güneş kabasını almışken soğuğun, bizimki oturdu penceresinin önüne, başladı Tekel birasından sebeplenmeye. İçki içen insanların aksine, hiçbir zaman içkiden beklentisi olmadı, olmayacaktı da. Ha…bir şey vardı sadece; içkiyi içecek sağlık. İkinci şişe bitti. Üç, dört, beş ve dokuzuncu şişenin son üç-dört yudumunda olduğunu şişenin soğuduğundan anlayınca, kafasındaki geniş zamanlı pimpiriklerden soğudu. Her keresindekilerden işte; hani umutlu bir yaşamdaki boşuna sözcüğü ile başlayanlar, hani yaşamı mutlak bir doğruya ulaştırmakla ilgili olanlar vardı ya, işte onlar. Mutlak doğruya inandırmak isterdi kendisini ama her güneşin doğuşu, her ölünün gömülüşü ve her aşktan kaçışı insanların, fırsat vermezlerdi ona. Hatta son defasında düşünüşlerin, aşık olduğunda geçenlerde: “Galiba tek mutlak doğru yaşam” demişti. Şimdi ise, onuncu şişenin sarhoşluğu ile mahcup: “Bu da değil” demişti. Kesik kesik çaldı kapı zili. Belli ki gelen ya telaşlı, ya da kaygılı, ya korkmuş, yahut kızgındı, bıkmıştı. Kapıyı açtı. “Buyurun” “İyi günler. Rahatsız etmiyorum değil mi?” “Yo..kesinlikle” “Şey için rahatsız etmiştim. Arka taraftaki odanızın önünde bir çiçek var. Fark etmediniz ama soluyor” “Ya…. O odayı kullanmıyorum pek.” “Sadece sulamanız için…hatırlatmak için geldim. Bu suyun bolluğunda solsun istemem” “Teşekkürler…çok teşekkürler.” “İyi günler.” “İyi günler. Tekrar sağolun” O odaya geceden geceye girip bir şeyler karalar, karaladıklarına bakar, sonra da odadan çıkardı. Olabilirdi. Pencerenin önüyle hiç işi olmamıştı iki aydır. Olabilirdi. Bu evdeyken gündüzleri o odaya hiç girmezdi, gerçekten de olabilirdi. Neyse, çiçeği kurumaktan kurtarıp biraz daha şaşırdı. Şaşkın şaşkın mutlak yaşamı düşledi yine, mutlak doğruyu ve mutlak güzeli. Yine bir sonraki günün telaşına, kaygısına açık kapılar bırakarak geçici bir son nokta koydu havanın ve insanların soğukluğu kaygısına. “Mutlak olan deneyim galiba. Kestirip atmamak.” Bahara gelince, onu da sezinledi, o gibiler için bahar bekleyince değil, hesaba katılmazsa gelirdi. Hep farklı, hep şaşırtıcı ve hep ılık. Böyle bahara da bu yakışırdı zaten: insan gibi ılımak. Bazen insanlar mevsimlerden önce ılıyabilirdi çünkü..
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Doğan Deniz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |