..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Bütün sanatlarda insanı şaşırtan bir yan vardır. -Alain
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Toplumcu > Gürcan AVCU




20 Mart 2006
Çırak  
Gürcan AVCU
Sokağa girer girmez büyük bir kalabalık gördüler atölyenin önünde. Son günlerde sürekli gelen malzemeleri indirmek için yardıma gelen komşu kalabalığı değildi bu... Ortada kamyon görünmediği gibi heryanı kara bulutlar kaplamıştı sanki. Tüm sokakta makina gürültüsünden; şakalaşmalardan ve yahut kaba muhabbetlerden eser yoktu. Bunun aksine cenaze evi gibiydi ortalık. İyice yaklaştılar...


:BFDE:
Paket taşlı dik yokuştan aşağı salına salına iniyor, her zaman yaptıkları gibi sağa sola bakınıp, biraz farklı buldukları her şeyden kuralsızca hikayeler yazıyorlardı.

- Yine geç kaldık. O köpeğin olduğu sokağa sapmasaydık şimdi dükkanda olurduk!..
diyerek sızlandı Kerem.

Cem cevap vermedi ağabeyine. Az ileride yokuşun hemen bitimindeki çağla
ağacındaydı gözü.

- Ağabey dalalım mı? Diye sordu.

- Tamam da Hacı ne olacak, yine kovalarsa bizi? Biliyorsun geçen sefer az daha yakalanıyorduk, Allah’tan hızlı koşamıyor da kaçabiliyoruz, diye söylendi. Yine de yokuşun kenarındaki sete yaklaşmaktan kendini alamadı. Kafasını uzatınca, küçük meyve bahçesinin köşesinde bir kısmı yola sarkmış dallarıyla duran ağacı ve etrafındaki tüm tehlikeleri (!) kolayca görebiliyordu. Kimsecikler yoktu bahçede...

- Tamam ulan! Ben yine tuğlalara tırmanır, çağlaları bir bir koparıp cebime atarım. Sen de aradaki delikten Hacı’yı kontrol edersin, dedi. Planı hızlıca uygulamaya giriştiler. Belki her çocuğun yaptığı gibi büyük bir iştahla yasak olanı çiğnemeye başladılar. Bir yandan da bahçe sahibi Hacı’dan kaçmaya hazır halleri telaşlanmalarına sebep oluyordu. Zor kopan, yeni olmuş çağlaları koparıp, iki cebini de doldurmak için tek tek cebine attı Kerem. Boyu yaşına göre biraz kısa kalmış, kahverengi gözlü, zayıf bir çocuktu. Yaşı sekiz olmasına rağmen kendinden iki yaş küçük amcasının oğlu Cem’e her fırsatta ağabeylik etmeyi ihmal etmezdi. Bu görevi okula gidiyor oluşundan, belki de üçüncü sınıfa geçmiş olmanın sorumluluğuyla her zaman üstlenirdi. Öyle ya okula ancak bu yazın sonunda başlayacaktı Cem.

Her yaz olduğu gibi bu yaz da tatile girdiklerinden beri babalarının ortak olduğu marangoz atölyesinde çalışıyorlardı. Sabahları babaları işe giderken anneleri tarafından kaldırılır ve özenle hazırlanmış kahvaltılarını ederler ve sonra da dükkan dedikleri atölyelerinin yolunu tutarlardı. Tekirdağ’da tüm mesafeler yürüyerek gidilebildiğinden onlar da her gün aynı yolu gezine gezine giderler, gezinirken de süreyi bilhassa uzatırlardı. Hiç aksatmadıkları durakları vardı bu yolda. Hacı Amca’nın bahçesindeki meyve ağaçları, hem korkup hem de korkmadıklarını göstermek için üstüne üstüne gittikleri kurt köpeğinin bulunduğu sokak, çatal tatlıcının seyyar arabası, at arabası durağı ve nam-ı diğer boklu dere köprüsü hiç kaçmadıkları oyun duraklarıydı. Yollar güvenliydi o yıllarda. 1984 yılının yaz aylarında ne trafikten ne de başka bir şeyden korkulmazdı. Yetişkinlerin çoğunun parası pulu olmasa da değerleri vardı ve bunlar çocukların gönlünden hiç eksilmemesi gereken huzurun bekçisi gibi duruyor ve güven saçıyordu.
     
     Artık korkusunun son bulmasını isteyen sesiyle, Cem:
- Hadi ağabey! Yeter bu kadar, dedi. Nihayet kardeşinin çağrısına kulak verip çevik bir
hareketle duvardan atladı Kerem ve hemen oradan uzaklaştılar. Dükkana ulaşıncaya kadar topladıkları bütün çağlaları bitirmişlerdi. Dere çukurundan yukarıya doğru sıralanmış üç dar sokağın ilkindeydi dükkanları. İrili ufaklı yaklaşık yirmi atölye bulunurdu her sokakta. Onlarınki de dere tarafındaki ilk dükkandı. Dar dere yolundan yukarı doğru dikine sıralanmış ilk sokağa girdiklerinde kendi atölyelerini görürlerdi.

     Diğerlerinden biraz daha büyük atölyelerinin, mavi camekanla kaplı, baştan sona açılan iki büyük kapısı vardı. Ortasında uzun ve nemi alınmış olan kerestelerin rahatça dikilebilmesi için yükseltilmiş bir çatısı bulunuyordu. Bir marangoz atölyesi için alçak sayılabilecek tavan da böylece sonradan yükseltilerek daha kullanışlı hale getirilmişti. Atölyenin derinlemesine doğru uzayan dikdörtgen bir biçimi vardı. En arka bölümünde de tamamen ahşaptan yapılmış ve içerisinde biri çizim, diğeri de günlük işler için kullanılan iki masalı ve bir dolaplı yazıhane bulunuyordu. Ustalar çizimlerini burada bir mimar edasıyla yapar, pencere, kapı ve türlü türlü dolapların ölçülerini hazırlarlardı. Bir de her zaman özel konuşmalar olurdu bu yazıhanede... Müşterilerle pazarlıklar yapılır, kalfa ve çıraklara gençlik nasihatleri verilirdi. Orada ustalarla konuşabilmek bir büyüklük belirtisi sayılırdı. En son olarak şimdi askerde olan Ali kalfa ile evlilik üzerine babasının verdiği nasihatleri duymuştu Kerem. “Bak oğlum! Evlilik ciddi bir iş, şimdi bir nişan söz yapın askerden sonra düğününü beraber yaparız. Acele etme bu kadar...” diyordu babası sabırsız Ali kalfaya. Çok önemli yerdi orası... Bir de cumartesi akşamları kalfa ve çırakların haftalıkları verilirdi orada. En kıdemlisinden başlanır en son Kerem’le Cem çağırılırdı...

     Yazıhanenin hemen yanında, atölyenin en arka duvarında sıra sıra kaplama rafları bulunurdu. Çam, kiraz, gürgen, meşe, kayın hepsi ayrı ayrı diziliydiler. Daha birkaç gün önce Kemal usta ile Kerem İstanbul’dan yeni kaplamalar almış sonra da tüm bu aldıklarını itina ile dizmişlerdi bu raflara. Yine atölyenin sonunda Yatar dedikleri büyükçe bir zımpara makinesi bulunur, suntaya preslenmiş kaplamalar burada zımparalanırdı. Hemen üstündeki küçük pencere de buraya zımparadan çıkan tozları çeksin diye sonradan açılmıştı. Yine arka tarafta, birisi Kemal ustanın ustası tarafından dükkanın açılış hediyesi olarak verilmiş ve üzerinde yılların izi bulunan iki eski tezgah vardı. Çok değerliydi bu tezgah Kemal usta ve kardeşi için.

     İlkokulu iki sene arayla bitirdikten sonra, eti senin kemiği benim misali aynı ustanın yanına çırak olarak verilmişler ve başka hiçbir işi denemeden bu mesleği devam ettirmişlerdi. Ağabey Kemal 34 yaşında, sert yapılı, sulu konuşmaları sevmeyen, çoğunlukla ciddi, işinin ehli ve zor bir adamdı. Pala bıyıklarının ve sürekli kirli olan sakallarına bakılınca gayet yaşlı biri gibi görünürdü. Kadir usta ise kendisinden sadece iki yaş büyük ağabeyinin ortağı olmasına rağmen, bir ortaktan çok ustabaşı gibiydi. İnsanın ancak sevdiğine gösterebileceği bir korku ve saygıyla yaklaşırdı ağabeyine. Kuşkusuz bir güven duyar kontrole gerek görmezdi. Tüm alacak verecek hesabını hatta müşterilerle pazarlığı bile Kemal usta yapardı. İşsizlikten yana hiç sorunları olmamıştı. Her zaman müşterileri bulunur, yetiştirememek korkusuyla bazı işleri komşularına bile verdikleri olurdu.
     
     Bu bereketli atölyenin ortasında işlenmiş ağaçlara süs vermek için bir freze ve çıtalara ölçülü kesimler yapmak için kullanılan baş kesme makinesi bulunurdu. Onların iki yanında kereste ile suntalar kesilip biçilmeyi beklerdi. Atölyenin girişine kurulmuş üç makine daha vardı. En sağda keresteleri biçmek için şerit makinesi, ortada ağaçların enini eşitlemek için kalınlık, en solda da sunta ya da ağaçları delmek, kesmek ve temizlemek için kullanılan planya makinesi bulunurdu. Tüm bu atölyede yapılan işler Kemal ustanın direktifleriyle yürür ve herkes ne zaman ne yapacağını ondan öğrenirdi. Yemek saatleri de çay saatleri de hep ustaların belirlediği saatlerde olur, işler böylece sürüp giderdi. Sadece Kerem ile Cem yaşlarının küçük oluşuna istinaden bu kuralların dışında tutulur, sabahları biraz daha geç gelmelerine, ağır işlerden kaçmalarına izin verilirdi.

     Yine o sabah ta öyle olmuş atölyeye varmaları saat dokuzu bulmuştu. Sağ kapıdan içeriye girdiklerinde Kadir usta sanki gelmelerini kollamış gibi hemen takıldı:
     - Ooo beyler, sabah şerifleriniz hayırlı olsun, gelebildiniz mi?.. Ulan öğlen oldu neredesiniz siz, nerde kaldınız bu saate kadar?
     
     Kerem ile Cem mazeretlerini bir bir sayarken, gözlerini de kaçırarak arka tezgahlara doğru ilerlediler. Arkalarından gülerek Kadir usta seslendi:
     - Hemen yuvarlak zımparayı çıkarın, çerçeveleri zımparalayacaksınız!..

     Tüm kalfalar küçük bir gülümseme molası vererek, alelacele emre itaat etmeye çalışan küçüklere sözle takıldılar. Bu kısacık mola, alışılagelmiş bir durum olsa da herkes her gün aynı rutinde bu rolü oynardı.

     Eski sanayi sitesindeki birçok atölyeye göre burası kalabalık sayılırdı. Atölyede iki usta, dört kalfa ve Kerem ile Cem dahil üç çırak vardı. Kalfaların dördü de aynı köylüydüler. En büyükleri Ali yeni askere gitmiş, yerini İlyas kalfaya bırakmıştı. Hasan kalfa bu ikisinin ardından kıdemce geriden gelir ama eli de aklı da iyi işlerdi. Zekeriya kalfa ise en küçükleri idi ve sakarlığı sürekli zora düşmesine neden olurdu. Bir de Kemal ve Kadir ustaların yeni yeni yetiştirmeye başladığı Mehmet isimli bir çırakları daha vardı. O da hemen hemen hepsi gibi ilkokulu bitirir bitirmez çalışmaya yollanmış, ailesinin geçim yükünü azaltmaya çalışan genç bir delikanlıydı. Tümü burada bir aile gibi yaşıyor ve özellikle yaz aylarında işler daha bir yoğun olduğu için hava kararana kadar çalışıyorlardı.

     O günü atölyenin önünde ve yakıcı güneş altında zımpara yaparak geçirdiler. Hatta güneşten korunmak için gazete kağıtlarından şapka bile yaptılar. Bu şapka güneş ışınlarını kesiyordu belki ama nemi arttırıyor ve çok daha fazla terlemelerini sağlıyordu. Yine de dökülen terler karşısında alınacak bir aferin için bu ödedikleri küçük bir bedeldi. Her çocuk gibi onlar da övülmekten ve takdir edilmekten büyük haz alıyorlardı. Üstelik Cem dişlerini sıkıp yüzünü buruşturursa daha çok terlediğini söyler ağabeyine yol gösterirdi. Ve bu yol çoğu zaman işe yarardı. Hele hele zor beğenen büyüklerden duyulacak bir övgü, alınacak bir aferin küçükleri her şeyden çok mutlu etmeye yeterli oluyordu. Koca koca çerçeveleri tezgahın üzerine yatırıp, önce arkasını sonra da yüzünü zımpara yapıp öğlen molası dışında hiç ara vermeden üç dairenin penceresini montaja hazır hale getirdiler. Akşam hava kararınca diğer çırakla dükkanı kapatıp tüm gün çalışmanın verdiği yorgunlukla vakit geçirmeden eve vardılar.

     İki kardeşin evleri, kimi bahçeli kimi ise en çoğu üç katlı evlerden oluşan, ancak bir arabanın geçebileceği kadar dar ve iri taşlı yolu olan bir kenar mahalle sokağındaydı. Genellikle işçi veya küçük esnaflar otururdu bu semtte. Bu evlerin kadınları ev dışında pek çalışmaz evin işleriyle uğraşırlar, kocaları ve çocuklarına bakarlar, yaşlı büyüklere hizmet ederlerdi.

     Kemal ve Kadir usta, kardeşleri Fatma, eşleri, anneleri, babaları, Kerem’in kardeşi Semiha ile Cem dahil herkes aynı evde yaşıyorlardı. Fatma lise öğrencisiydi. Dedeleri ise işçi olarak karayollarında çalışıyor, yaz aylarında da köydeki bir miktar toprağına bir şeyler ekiyordu. Kerem’in annesi Emine ile Cem’in annesi Meryem bu ailenin gelini olarak büyükanneye bağlıydılar. Sözlerinden çekinip, emirlerinden yılsalar da kendi annelerinden gördüklerini yaşayıp kaderlerine razı gelirlerdi.

     Evleri bir avluyla ayrılmış iki binadan oluşuyordu. Birinde büyükler diğerinde ise gelinler daha çok vakit geçiriyorlardı. Cem’in babaannemin evi dediği yer iki oda ve bir mutfaktan oluşuyor, kocaman bir asma balkonla avluya bakıyordu. Sokak kapısından girilen bina ise evin genç erkekleri evlenince büyükbaba ve oğulları tarafından elleriyle inşa edilmiş dört oda ve bir salondan oluşuyordu. Avluda kendi komşularıyla açtıkları ortak bir kuyu ve bir iki meyve ağacı bulunurdu. Çocuklar boş vakitlerini genellikle burada geçirirler türlü maceralar üretip bizzat kahraman olarak oynarlardı. Bir keresinde Cem Süpermen olup kötüleri kovalarken dut ağacından atlamış ve uzun bir süre bir alçıyla dolaşmak zorunda kalmıştı.

     Çocuklar işten eve döndüklerinde yine doğruca bu avluya çıktılar. Biraz oyalandıktan sonra büyükannenin balkonunda yere kurulan sofraya oturup ailenin diğer üyeleriyle beraber yemeklerini yediler. Yaz tatilinin başlamasıyla birlikte her akşam ailenin büyüklerinin, özellikle de büyükanne ve dedelerinin iltifatlarına alışmıştılar. Onlar için çıraklara özel hazırlanmış tabaklarda yemeklerini yiyerek bir kenara çekildiler. Gün boyu altında kaldıkları güneş ikisini de çarpmış görünüyordu. Nihayet geç olmadan yataklarına girip iyi bir uykuya zorlanmadan daldılar.

     Ertesi sabah, her zamankinden farklı oldu. Babaları evden çıkarken mutlaka onlara seslenir:
     - Hadi bakalım beyler! Bir çırak ustasından sonra işe gider mi? Diye mutlaka takılırlardı. Biri olmazsa diğeri mutlaka yapardı bunu ama bu kez Kerem’in annesi seslendi onlara. Beraber yattıkları yer yatağına doğru eğilip:
     - Oğlumm!.. Kerem!.. Cem!.. Hadi kalkın artık bakalım, kalkma vakti çoktan geldi! Hemen dükkana gitmelisiniz!.. dedi. Kerem biraz nazlandıktan sonra Cem’i de kaldırıp üzerini giyindi, elleri yüzünü yıkayıp sofraya oturdu. Kahvaltı ederken ortada garip bir şeylerin döndüğünü hissetti. Emine, Meryem ve büyükanne endişeli ve telaşlı görünüyor, kendi aralarında heyecanla konuşuyorlardı:
- Çok bir şey olmasa bari... İnşallah fazla bir şey olmamıştır, diyordu Emine.

- E be kızım görmedin mi Nuri’yi? Kan ter içinde kalmıştı çocuk... Pek bir şey
olmadığını söyledi ama yine de yüreğim daralıyor. İnşallah, güzel Allah’ım ocağımızı yakmaz inşallah...

     - Anne n’olmuş yaa? Neresi yanmış? diye sordu Kerem.

     - Yok bir şey be oğlum, dükkanda bir şeyler olmuş ama önemli değil. Siz şimdi kahvaltınızı yapıp oyalanmadan doğruca dükkana gidin. Akşama da bize neler gördüğünüzü anlatırsınız emi, diyerek konuyu toparlamaya çalıştı.

Çocuklar biraz sonra yola çıkmaya hazırdılar. Tam kapıya yaklaştıklarında Emine
oğluna tembihledi:
     - Hadi oğlum şimdi bir yere sapmadan doğruca dükkana gidin. Akşam da gelince bize her şeyi anlatırsınız.

     Gariplikleri sezmişti Kerem ama Cem hiç oralı değildi. Bu olanları anlamaya yorumlamaya henüz hazır değildi. Kerem kardeşinin, kendilerini yavaşlatabilecek olan tüm oyun girişimini, biraz da tersleyerek:
     - Biran önce dükkana gitmeliyiz, dükkanda bir şeyler oluyor... diyerek engelledi.

     Sokağa girer girmez büyük bir kalabalık gördüler atölyenin önünde. Son günlerde sürekli gelen malzemeleri indirmek için yardıma gelen komşu kalabalığı değildi bu... Ortada kamyon görünmediği gibi heryanı kara bulutlar kaplamıştı sanki. Tüm sokakta makina gürültüsünden; şakalaşmalardan ve yahut kaba muhabbetlerden eser yoktu. Bunun aksine cenaze evi gibiydi ortalık. İyice yaklaştılar... Herkes buraya toplanmışken, geç kalktığına daha da pişman oldu Kerem. Tam o anda amcasını karşı dükkanın önünde yere çömelmiş gördü Cem.
     
     - Ağabey, amcam ağlıyor galiba, baksana şuraya!.. derken, Kerem dükkanın içinin dışının kapkara olduğunu fark etti. Bir süre babasını unutarak etraftaki tüm kalabalık arasından sıyrılıp atölyenin içine girdiğinde keskin bir duman kokusu aldı. Görünürdeki her şey yanmıştı. Daha bir süre önce aldıkları ve bin bir özenle yerleştirdikleri kaplamalar, hemen yanındaki dükkanın en temiz yeri yazıhane kömüre dönmüş yıllanmış tezgahlar, takım dolabı ve ahşap malzemelerin büyük bölümü yanmıştı. İtfaiye suyunun oluşturduğu birikintilerin arasından, sekerek geçerken yoğun is kokusundan genzinin yandığını hissetti. O anda bir ses onu dışarıya çıkması için uyardı. Emre itaat ederek hiç ikiletmeden dışarıya yollandı. Şimdi çok daha net görüyordu amcasıyla babasının tam karşıdaki demir atölyesinin girişinde yere oturmuş olduklarını. İkisi de yan yana çömelmiş, sanki olan biteni görmemek için gözlerini avuçlarıyla kapatmış, üstleri başları dumandan kirlenmiş vaziyetteydiler. Her şey açıktı, dükkanları yanmış, küle dönmüştü...

     Cem ile ikisi de bir süre babalarının yanına oturdular. Geçmiş olsun diyordu olayı duyup ziyarete koşan esnaf. Olayı bilenler Kemal usta ile kardeşini konuşturmayıp ne olup bittiğini anlatıyorlardı soranlara. Sabaha karşı muhtemelen ezan vakti, yine muhtemelen elektrik kontağından yangın çıkmış... Artık çok geç olsa da alevleri gören bir esnaf önce itfaiyeye sonra da aynı zamanda mahalle komşusu da olan alüminyumcu kalfası Nuri’yle Kemal ustaya haber vermiş. İtfaiye sadece yangının diğer dükkanlara sıçramasını önleyebilmiş. Yaşının verdiği cesaretle Cem:
     - Amca ne oldu bizim dükkana? diye sorunca,

     - Çocuklar alın bakayım bu parayı, gidin kendinize bir şeyler alın... Biz ortalığı toplayana kadar da sakın dönmeyin, diyerek İlyas kalfa araya girdi. Şaşkın şaşkın parayı alan çocuklar sokağın başındaki büfeye doğru yollandılar. Heyecanlı ve korkmuş olduğu her halinden belli olsa da Cem merakına dayanamayıp aynı sorusunu be kez Kerem ‘e sordu:
     - Ağabey ne olmuş bizim dükkana, niye yanmış?
     
     Babasının her zaman güçlü bakışlarına ve hakim tavırlarına alışıktı Kerem. Bu kadar zayıf, çaresiz ve üzgün baba görüntüsü, allak bullak etmişti tüm zihnini. Bir anda olduğu yerde durup ne yapacağını bilemeyen herkesin hissettiği o duyguyla; öfkelenerek çıkıştı:
     - Oğlum dükkan yanmış işte görmedin mi? Ne bileyim ben nasıl olduğunu!.. Sonra tekrar yürümeye devam ettiler.

     Öğün gözetmeksizin her zaman yiyip içtikleri tost ve kola siparişi verip, bir süre konuşmadan beklediler. Büfeci Kenan tanıyordu onları, tostlarını verirken:
     - Çocuklar geçmiş olsun, çok hasar var mı dükkanda? Diye sorunca, Cem atıldı:
- Ağabey tüm dükkan kül olmuş, bir de her yeri su içinde...

     - İtfaiyenin suyudur o, diye tamamladı Büfeci Kenan. Cem, bir türlü yatıştıramadığı heyecanıyla bu sefer abisiyle konuşmayı sürdürdü.

     - Ağabey babamlar ağlıyordu, gördün mü? Hiç görmemiştim babamlar ağlarken... Ne olacak şimdi? Ne yapacağız? Diye ardı ardına cevap bekleyen belli belirsiz soruları sıralıyordu. Kerem bu soruların muhatabı değilmiş gibi:
     - Her şey yanmış yaa... Şimdi tekrar mal almak lazım, dedi.

     23 Haziran 1984, Cumartesi günüydü o gün. Çocuklar atölyede çalışmaya başlayalı tam altı gün olmuş ve ilk haftanın sonunda dükkanlarının yandığına şahit olmuşlardı. Bütün gün boyunca o büyük yangından arta kalanları topladılar. Ustalar, kalfalar, çıraklar, komşu esnaf hep oradaydı...

     - Alacak-verecek defteri, çekler, senetler, yapılacak işlerin ölçüleri hepsi hepsi yanmış!.. diyordu Kadir usta. Birbirlerine teselli vermek için yapılan konuşmalar dışında kimsenin ağzını bıçak açmıyor, üzüntü ve kahır tüm dükkanı susturuyordu. Geriye kalan bir iki kereste, sunta ve bir iki makine motoru dışında elde dişe dokunur hiç bir şey kalmamıştı. Dükkanda çocuklar dışında kimse göz göze gelmiyordu. Cem ortalıkta oyun alanını gezer gibi dolanıp, kalfalardan sürekli azar işitiyor, Kerem ise Kemal ustanın yanından hiç ayrılmıyordu:
     - Bak baba bizim çerçeveler duruyor, onları dışarıda bırakmıştık hiç biri yanmamış!.. diye teselli bile ediyordu.

     Gün biterken onları eve gönderdiler. Büyüklerin yapacakları işleri vardı. Kerem yol boyunca Cem’in tüm ısrarlarına rağmen kardeşinin elini bırakmadı. Eve vardıklarında dükkandaki soğuk havadan farklı olan hiçbir şey hissetmediler. Kara haber eve çoktan ulaşmış, kadınların gözleri ağladıkları belli olacak kadar şişmişti. Bekledikleri gibi onlara soru soran da olmamıştı. Aydoğdu mahallesindeki o gecekonduya karanlık hakim olmuş, acının ağırlığı gökyüzündeki bulutları doldurmuştu. Karanlık bulutlar yağmur oldu aktı o gece...

     Birkaç hafta sonra, atölyede makine sesleri tekrar duyulmaya başlamıştı. Tüm atölye seferber olmuş, önce kurtarabildiklerini onarmış, sonra da bir güzel boyamışlardı dükkanlarını. Şimdi tüm atölye eskisinden daha yeni, daha temiz ve daha aydınlık görünüyordu. Bazı müşteriler işlerini geri çekse de vefalıları destek vermişti Kemal ustaya. İstanbul’dan borçla yeni malzemeler getirilmiş, keresteler, suntalar, kaplamalar yerine konmuştu. Yanmış ölçü defteri yenisiyle değiştirilmişti Kemal usta tarafından. Müthiş bir canlılık vardı atölyede. Gece geç saatlere kadar çalışılarak oluşan açık telafi edilmeye çalışılıyor, herkes az konuşup çok iş yapıyordu. Ama açıldığından beri borç ödeyen atölye daha da zor ödenecek borçlara girmişti. Büyükbabanın köydeki on dönümlük son arazisi hem de çok ucuza elden çıkarılmış, evin erzağı, çalışanların haftalıkları düşmüştü. İşimiz zor kelimesi tam anlamıyla yaşanıyordu.

     Kerem ile Cem bile öğlen yemeği dışında tost parası istemiyorlardı babalarından. Büyüklerin arasında geçen konuşmalar çoğunlukla: “Bu malı nasıl alırız?”, “Bu çeki nasıl ödeyeceğiz?”, “Parayı nereden buluruz?” gibi içinde para kelimesinin çokça geçtiği türden oluyordu. Eskiden ustalardan veya ev halkından alınan aferinler, iltifatlar son bulmuştu. Evde öteden beri hissedilen huzur yerini endişelere bırakmıştı. Kerem ne kadar terini çıkarsa da Kadir ya da daha zoru Kemal ustanın ilgisini çekemiyordu. Gündüzleri evin kadınları çapa kazmaya gitmeye başlamıştı. Mevsim yaz olduğundan mahallenin diğer bazı kadınları gibi soğan çapalamaya ya da bostana gidip günlük yevmiye alıyorlar ve kazandıklarıyla evin mutfağını doğrultuyorlardı. Bu sebeple eve gelince yorgunluklarından çocukların ihtiyacını fark edemiyorlardı. Çocuklar ise ne çatal tatlıcıya ne de o güzelim Tekirdağ köftecisi sanayi lokantasına, ne de büfeye tost yiyip kola içmek için Kenan büfeye uğramaz olmuştu.

     O büyük yangından bu yana tam beş hafta geçmiş bir cumartesi yani haftalık günüydü. Kerem hep beklediği halde alamadığı haftalığını almak için sırasını bekliyordu. Tüm kalfalar bekar olduğu için bu tempoya daha rahat katlanabiliyor, eksik ya da geç verilen haftalıklara pek aldırış etmemeye çalışıyorlardı. Ne de olsa bu durum Allah’tan gelen bir şeydi ve ustaları zor durumdaydı. O eski ihtişamı olmayan ve yerinde sadece bir masanın olduğu yazıhaneye ilk önce İlyas kalfa girdi. Alışılmış konuşmalar duyuluyordu içeriden:
- Oğlum şimdilik bu parayla idare et ben hafta başında telafi edeceğim!.. diyordu
Kemal usta. Ses çıkarmadan dışarı çıkan İlyas kalfanın ardından içeri giren Hasan kalfa:
- Tamam usta sağol!.. diyebildi yarım haftalığını alırken. Hiç para alamadıkları olsa da
tevazu yüzünden okunuyordu hepsinin. Ustalar elde avuçta ne para varsa kabaca bir taksim yapıp paylaştırıyorlar, çoğunlukla da ceplerinde para olmadan evlerine dönüyorlardı. Kerem tüm bunları tahmin etse de, Zekeriya kalfa ve çıraklardan sonra sıranın kendine geleceğini, hiç olmazsa haftalığının yarısını alacağını ümit ediyordu.

     Dükkandaki herkes gibi onlara da haftalık verirdi Kemal usta. Çıraklardan az olsa da
“Bu para sizin hakkınız”, derdi. Hatta bir keresinde; “Oğlum hayatta ne yaparsan yap hak yeme, herkesin hakkını ver!..” öğüdünde bulunmuştu. O güne kadar hiç haftalık vermese de hiyerarşik sırayı hiç bozmadan Mehmet’ ten sonra Kerem’i sonra da Cem’i yanına çağırır gönüllerini alırdı. Ama o gün sıra onlara gelmesine rağmen hiçbir şey söylemeden kalktı oturduğu yerden ve sanki onları görmemiş gibi yaparak doğruca dışarıya yöneldi. Ardından da Kadir usta çıkacak oldu ki, Kerem bir an topladığı cesaretle:
     - Baba bizim haftalık?.. deyiverdi. Şaşıran Kemal usta yavaşça geri dönerek Kerem’e güçlükle bakabildi.

     - Oğlum ben size sonra veririm... Derken, konuşmayı bitirmeyi ümit ediyordu. Kerem kızgınlığına ve ağzından çıkanlara kendi bile şaşsa da hiç soluk almadan devam etti isyanına:
     - Hep sonra vereceğim diyorsun ama bir şey görmüyoruz... Babasının dilinin tutulduğunu o küçücük anın dakikalar kadar çok sürdüğünü fark edince utanç kapladı içini, atölyenin beton zemini yutmuştu sanki sekiz yaşındaki bedenini. Gözlerini yere indirdi... Kemal usta kendinde zor bulduğu güçle arkasını dönüp hiçbir şey söylemeden çıkarken, olan bitenler herkesi dondurmuştu. Şaşkınlıktan kimse kıpırdayamıyordu bile. Saniyeler sonra olan biten her şeyi abisinin yüzünde okuyan Kadir usta da bir hamle ile hareketlenip çıktı dışarıya. Kendini şaşkınlıktan biran kurtaran Hasan kalfa, orada öylece tek başına duran Kerem’e yaklaşıp tam karşısında durdu.

     - Ne yaptın oğlum sen? Babanın durumunu bilmiyor musun? Bak biz kaç haftadır para almıyoruz, bir şey diyor muyuz? Dedi hiddetle. Sonra Kerem’in gözyaşlarından akan utancı görünce:
     - Olsun, bak olur böyle şeyler tamam mı? Biz birbirimize destek olacağız di mi? Üzülme, baban seni anlar... diyerek omzunu okşadı.

     Daha kimse bir şey söylemeden o günü bitirdiler. Mehmet, Kerem ve Cem hep beraber makineleri yağlayıp dükkanı bir güzel temizlediler ve haftalar sonra ilk defa pazar günü işe gelmediler.

     Sonrasında bir çok kez annesi ve diğer büyükler Kerem’i teselli etmeye çalıştılar. Ama hiç biri bir baba ve oğulun yaşadığı bu olağan dışı durumu düzeltemedi.Bir iki defa annesinin araya girmesiyle babasından özür dilemeye çalıştı Kerem ama gözyaşları dilinden çıkacak özrü boğdu hep. Tüm hafta sonu hatasını onarmanın sözsüz bir yolunu düşünüp durdu. Sonunda bulabildi de... Çok çalışacak hatta başka işler yapacak kazandığı parayla da babasıyla amcasının sıkıntılarına son verecekti. Kendini affettirmenin tek yolunun bu olduğuna kesinlikle karar vermişti.

     Ertesi günler hep plan yapmakla, yeni şeyler düşünüp para kazanmayı hayal ederek geçirdi. Ne yapıp edip çok para kazanacaktı. En büyük yardımcısı da Cem olacaktı. O kötü günden sonraki ilk pazartesi bakır tel toplamaya karar verdi. Bir arkadaşının bakır tel toplayıp sattığını duymuştu. Kilo başına 20 lira kulağa iyi geliyordu. Bir yandan atölyede çalışıyor öte yandan da sağda solda bakır arıyorlardı. Boş vakitlerinin çoğunu sanayi çöplüğünde geçiriyorlardı. Bazen kabloları toplayıp ateşe atıyorlar sonra da eriyen plastiklerinden ayırıyorlardı. Çok zahmetli bir işti bu... Özellikle kabloların yanarken çıkardıkları koyu ve pis duman tüm sokağa yayılıyordu. Hatta bir keresinde dumanı gören Hasan kalfa:
     - Ulan yine dükkanı yakacaksınız!.. Ne işler karıştırıyorsunuz siz? Diye paylamıştı onları. En ufak bir molada bakırları biriktirdikleri atölyenin çatısına kaçışları da gizlenemez bir hal almıştı. Yine planlarını kararlılıkla sürdürmeye devam ettiler. Nihayet diğer işlerini aksatmadan yürüttükleri bu operasyonla hatırı sayılır miktarda bakır tel topladıklarına kanaat getirdiler. Tek düşüncesi bir an önce kazanacağı parayla tekrar babasının gözüne girmek olan Kerem daha fazla dayanamayıp Cem’le birlikte malları satmaya karar verdi.

     Elektrik malzemeleri satan bir elektrikçiye gittiler. Dükkan sahibi Muammer adında, koca göbekli, kel saçlı babacan biriydi. Muammer Kaptan diyorlardı ona. Tekirdağ eski sanayi sitesi küçük bir yer olduğundan tüm esnaf birbirini tanırdı. Çocukları görmüşlüğü de olsa babalarının isimlerini sorarak tek tek onaylattı. Tabii ki o da yangını duymuştu. Ve Kerem projesini ona ilk anlattığında niyetlerini hemen anlamış hatta heveslenmelerini bile sağlamıştı. Tereddütsüz olarak sürekli gülen etrafına gülücükler saçan Muammer Kaptan daha sonra onlara hangi takımı tuttuklarını sordu. Aldığı “ Tabii ki Fenerbahçeliyiz”, cevabı keyfini iyice yerine getirince:
     - Ulan toplayın bakırları size iki katı para vereceğim!.. Diyerek bir hayli iştahlandırdı onları. Akıllarında iki katı para kazanma heyecanı ile topladıklarını getirdiler Muammer Kaptan’ın dükkanına. Toplam dört büyük poşetleri vardı. Dükkandaki diğer müşteriler gidene dek kenarda bekledi çocuklar. Daha sonra Muammer Kaptan o kocaman gövdesini onlara doğru döndü.

     - Hoş geldiniz Fenerbahçeli gençler!.. Neler getirdiniz bana bakalım?diyerek bir bir poşetleri araladı. Çoğunun isli ve pis olmasını görmezden gelerek şeytan kantarıyla bir bir tarttı.
     - Hepsi 15 kilo ediyor... Bir bakalımm... Size kilosunu kaça alırım demiştim? Diye sorunca Kerem atıldı.

     - Parasını söylememiştin ama iki katı para vereceğine söz vermiştin Muammer abi!..

     - Tamam tamam sözümüz söz, biz Fenerliyiz oğlum! Sözümüzden dönmeyiz!.. diyerek
kocaman ağzını açıp gülmeye başladı Muammer Kaptan.

     - Size kilo başı 20 lira vereceğim. Toplam 300 lira eder. Bunu da ikiyle çarpalımm... derken bir yandan da yaptığı hesabı tekrar ediyordu.

     - Alın size 600 lira... Tamam mı? Diyerek Kerem’in yüzüne bakarak onayını aradı.

     Hayal kırıklığını gizlemeye çalıştı Kerem. Topu topu 600 lira geçmişti ellerine. Bütün hafta uğraşmalarına, çöplüklerde gezmelerine, işin tüm pisliğine rağmen bu para Kerem’in alamadığı haftalığının ancak üçte biri ediyordu. Çocuklar suspus olmuş, ellerinde aldıkları parayla dışarı çıkarken Muammer Kaptan seslendi:
- Çocuklar bu altın değil biliyorsunuz... Yine de size iyi para verdim. Önümüzdeki
hafta daha çok toplayın daha çok vereyim... Haydi bakalım, babalarınıza selam söylemeyi de unutmayın!...

     Doğru söylüyor, Bu altın değil diye içinden geçirdi Kerem. Geçen hafta sonu yaşananları telafi etme düşüncesi, bu işten beklentilerini iyice arttırmış ama sonunda hayal kırıklığı yaşatmıştı. Cem bile bozulmuştu bu işe...
     
     - Ağabey, hani bir sürü paramız olacaktı? Boşuna mı uğraştık şimdi biz? Diyerek içlendi.
     
     - Ne bileyim yaa... Adam gerçekten iyi para verdi bize ama çok az kilo çıktı. Demek ki bu yolla olmayacak bu iş. Başka bir şey düşünelim en iyisi... demekle yetindi. Daha çok para kazanılacak az zahmetli bir iş... Ne yapabiliriz ? diye sordu durdu kendine...

     O akşam dükkandan evlerine giderken Kerem’in bir arkadaşını gördüler.
     
     - Cemil ne yapıyorsun böyle? Diye sordu Kerem. Cemil de yaz tatillerini çalışarak geçiriyordu. Çok hareketli kıpır kıpır bir yapısı, kızılla çalan kısa kesilmiş dimdik saçları, ela gözleri vardı. Vücudu gibi canlı sesiyle:
     - Simit sattım oğlum, tam yüz tane almıştım öğlende bak şimdi hepsi bitti, dedi. Acayip para kazanıyorum bu işten hem sizin gibi toz içinde çalışmıyorum. Kuruyorum tezgahımı köprübaşına köy arabalarına satsam yetiyor diye bitirdi. Acayip para kazanmıyorum lafı dikkatlerini hemen çekti. Kerem merakla...
     
     - Kaç para kazanıyorsun bir simitten?
     - Simit 30 lira, 10 unu ben alıyorum, 100 simit satsan eder sana 1000 lira gördün mü? Haftanın yedi günü 7000 lira bu işte para var abi? diyerek bir güzel havasını attı.

     Kerem’in sınıf arkadaşıydı Cemil, dersleri hep zayıf olur, haylazlıkları yüzünden her gün öğretmenden azar işitirdi. Ben pekiyilik bir öğrenciyken o bu işi yapıp para kazanıyorsa ben de en az 100, Cem de 50 tane satar, günde de 1500 lira para kazanırız diye alelacele bir hesap yaptı Kerem. Cem’e danışma gereği bile duymadan:
     - Biz de satabilir miyiz? Hangi fırından alıyorsun simitleri ? diye sordu.
     
     - Valla olabilir, Sabri usta ne kadar simit satarsa o kadar kazanır. Hem bu aralar yeni simitçiler aradığını söylemişti. Diyerek arkadaşına iş vermenin gururuyla daha emin bir sesle konuşmaya devam etti:
     - Ama bizim işler zordur haa... Bağıracaksın, dolaşacaksın öyle kolay değil!.. diye de uyardı.
     
     - Tamam abi o zaman yarın bizi de fırına götürürsün!.. diyerek hemen randevulaştılar. Kerem yine heyecanlanmıştı. Hemen planlara başlayarak, Cem’e yarın ne yapmaları gerektiğini anlattı.

     Akşam simit satacağını annesine fısıldadığında hemen tepki gördü Kerem.
     - Olur mu öyle şey canım! İşiniz yok mu sizin simitçilik yapacaksınız? Gibilerinden gözü yaşlı anne tepkisine rağmen Kerem çok kararlı görünüyordu. Annesi ikna edemeyeceğini anlayınca mecburen olur verdi ama “ Sakın babana görünmeyin”, demeyi de ihmal etmedi.

     Sabahın erken saatlerinde Cemil’le kararlaştırdıkları gibi okul duvarının önünde buluşup yola koyuldular. Kısa bir yürüyüş yolundan sonra:
     - Demek simitçi olacaksınız!.. dedi susam ve pekmezden elleri sararmış fırıncı.
     
     - İyi güzel de fazla tepsi yok!.. Bir tane veririm ikinize. İlk gün olduğu için elli de simit alın, satarsanız öğlen gelip yine alırsınız, dedi.
     
     Kerem konuşurken insanın gözüne bakmayan, soğuk suratlı fırıncının ilk sözlerinden tedirgin olsa da fazla düşünmeden bir sürü neşeli çocuk arasından geçip, onlara kalmış son simit tablasını alarak beklemeye başladılar. Fırında kalan son simitleri alma sırası onlara geldiğinde:
- Unutma her sattığından 10 lira veririm. Cemil söylemiştir, kalabalık yerlere gidin,
simitleri taze iken satarsınız, diyerek yine göz göze gelmekten kaçınarak uğurladı onları.

Simit tablasının üstüne zincir gibi dizerek üst üste koydukları simitleri kah başının
üstüne kah ta iki tarafından tutarak karnında taşımaya başladı Kerem. Cem ise:
     - Simitçi, taze taze simit var! Simitçii!.. diye bağırarak müşteri arıyordu sokaklarda. Çınarlı mahallesindeki simitçi fırınından Köprübaşına kadar gelmişler otobüs durağının yanını kendilerine hedef olarak belirlemişlerdi. En sonunda dere kenarındaki bir sete simit tablasını bırakıp ikisi birden bağırarak, gelen geçenin yüzüne yakarır gibi bakarak simitleri satmaya çalışıyorlardı. İlk simitlerini derken ikinci üçüncü simitlerini satınca keyifleri iyice yerine geldi. Daha gür bir sesle haykırıyorlardı şimdi:

     - Simit, taze simit, tazecik bunlar!.. Yeni fırından çıktı bunlar!.. Abi simit ister misin? Abla henüz çıktı fırından, dumanı tütüyor hala!.. diye iyice aşka gelerek bağırmayı sürdürdüler. Cemil fırından çıktığı andan itibaren kaybolmuştu. Sadece simit alma sırasında Kerem’in yanına yaklaşıp:
     - Aman ha sakın başkasının bölgesine girmeyin!.. Dayağı yersiniz... diye tembih etmiş, korkutmayı da başarmıştı. Otobüs durağı çok kalabalık bir yer olmasına rağmen minibüs durağı kadar işlek değildi. Pazar olduğu için tüm köy minibüsleri hınca hınç doluyor, bir sürü insan çoluk çocuk demeden köylere akın ediyordu. Tabii ki bir sürü de simitçi vardı orada. O yüzden Kerem;
     
     - Biz otobüs durağına gidelim. Bak görüyor musun orda bir tek simitçi var? Diyerek Cemil’in uyarısını dikkate almaya çalışıyordu. Yine de uzun zamandır o mekanda çalışan Kerem’den iki üç yaş büyük çocuk sert sert bakıyordu onlara doğru ama uzun zaman bir şey demedi. Kerem ilk geldiklerinden beri bu bakışlardan rahatsız olmuş, laf atarsa da cevabını vermek için planlar yapmıştı. “Sana ne kardeşim tapulu yerin mi? Biz de burada kendi simidimizi satıyoruz”, demeyi planlamıştı. Hatta daha ileri giderse, iri cüssesine rağmen kavga edecek kadar gözüne kestirmişti çocuğu. Böyle düşünceler ve karşılıklı bakışmalarla bir saat geçti. Toplam 20 simit sattıklarını hesap ediyordu Kerem. Ama her simit satışlarında kendi müşterilerinin kaçtığını düşünen diğer simitçi daha da öfkeleniyordu. Derken sonunda dayanamayıp yanlarına gelerek:
     - Oğlum, burası benim yerim, sattıklarınız yeter!.. Gidin artık buradan diye yüksek sesle çıkıştı. Kerem bir taraftan da geri durmamaya özen göstererek hemen cevap verdi:
     
     - Niye gidelim beyaa, Burası senin tapulu yerin mi? İstediğimiz yerde satarız diyerek aynı ses tonuyla karşılık verdi. Çocuk beklediği cevabı alamayınca daha da sinirli bir şekilde:
     - Bakın buradan hemen toz olun, yoksa çok fena olur!.. diye tehditler ederek elini kolunu savurmaya başladı. Kerem hiç altta kalmıyor gitmemekte kararlı görünüyordu. Derken artık küfürler eden çocuğa, Cem cılız ve ürkek bir sesle:
     - Abi niye kızıyorsun ki? Biz de burada duruyoruz işte sana ne zararımız var? deyince. Çocuk hızla onun üstüne çullandı. Kafasını koluna doladığı gibi yere serdi Cem’i. Cem karşılık vermeye çalışsa da gücünü çok aşan bir baskı altındaydı. Biran şaşkınlıkla duran duraklayan Kerem hızla silkindi ve çocuğu omuzlarından tuttuğu gibi gerisin geriye devirdi. Kendisi de şaşırmıştı çocuğu bu kadar devirmesine ama hiç duraklamadan sırtüstü düşen çocuğa kıvrak bir iki hareketle sağlı sollu yumruklar atmaya başladı. Altta kalmış ve canı yanan çocuk hala küfürler savuruyor. “Size gününüzü göstereceğim!.. Gününüzü göreceksiniz!..” diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Bu arada Cem de abisinin altında kalmış çocuğa bir iki tekme savurdu. O an araya otobüs durağında bekleşen iki kadın ve bir delikanlı girdi. Kadınlar ayrılın ayrılın diyerek Kerem ile Cem’i tutarken delikanlı da yerden diğer çocuğu kaldırıp sakinleşmeleri için bağırarak korkutmaya çalışıyordu. Derken diğer çocuğun iki arkadaşı minibüs durağından koşarak geldi. Olan biteni uzaktan görmüş, arkadaşına yardıma koşmuşlardı. Yaşları ve cüsseleri daha da büyük olan bu iki çocuğu neyse ki çevredekiler tutmaya çalışıyordu. Ama olan olmuş o hengamede simit tablası yere devrilmişti. Üç tanesi çok kötü ezilmiş, on taneye yakını da satılamayacak kadar kirlenmiş görünüyordu. Üstlerinin perme perişanlığı da işin cabası olmuştu. İki kadın simitleri toplamalarına yardım ederken:
     - Gitmelisiniz buradan, yoksa sizi dövecek bunlar!.. diyorlardı. Çare kalmamıştı, tablalarındaki sağlam kalan on altı on yedi simidi alıp oradan sessizce uzaklaştılar. Diğer iki çocuğun tehditlerinden korkarak ve ziyan olan on üç simitlerine üzülerek Namık Kemal Lisesinin bulunduğu yokuşa oradan da Yavuz mahallesinin içlerine doğru gittiler. Cem:
     - Abi iyi dövdük çocuğu ama. Derken, elini biraz da zorlayarak Kerem in omzuna attı.
Kerem ise ağlamaklı olmuş hem yerlerini kaybetmekten hem de ziyan olan simitleri düşünmekten üzgün görünüyordu. Bir süre simitlerini satmak için bağırmadan yürüdüler. Vakit öğlen olduğunda ise ellerinde bayatlamak üzere olan sekiz simitleri kalmıştı.

- Artık bunları satamayız, dedi Kerem. Fırına geri dönmeye karar verdiler. Köprübaşına
uğramadan Aydoğdu mahallesinin arka sokaklarından fırına döndüler. Hesap ortadaydı. Sabri ustaya kazandıkları tüm parayı 870 lirayı verdiler. Kalan sekiz simidi de vermek istediklerinde;
     -Bunlar bir işe yaramaz, hepsi bayat... Alın bunları yolda kedilere verirsiniz. Ulan zarara soktunuz beni, tablayı bırakın, bir daha da bilmediğiniz işlere girmeyin diyerek, sinirli sinirli payladı onları...

     Evin yolunu tutan iki kardeşe tam bir hayal kırıklığı eşlik ediyordu. Kerem:
     - Bu da olmadı, para kazanmanın bu kadar zor olduğunu hiç tahmin etmemiştim, diye hem bayat simitleri kemiriyor hem de söyleniyordu.

     Ertesi gün ve onu izleyen günler hep birbirine benzer şekilde geçti. Yine sabahları işlerin dağ gibi yığılı olduğu dükkana gidip çalışıyorlar, akşamları ancak hava kararınca evlerine dönüyorlardı. Para sıkıntısı hat safhalara ulaşmıştı. Atölyenin büyükleri geceleri dahil çalışıyor hatta bazen uyumaya bile evlerine gitmiyorlardı. Evin neşesi yavaş yavaş yerine gelmeye başlasa bile o eski neşe dolu günler hala anı olarak anlatılıyordu.

     Kerem ve Cem yaşadıkları hayal kırıklıklarına birkaç tane daha eklemelerine rağmen para kazanıp durumu kurtarma çabalarına hiç ara vermiyorlardı.

     -Umut her gün yeniden tazelenmelidir. Allah’tan umut kesilemez, diye sık sık etrafına nasihat eden Kemal usta bilmeden çocukların azmini arttırıyordu. Kötü biten simitçilik macerasından sonra Kerem’in annesine yaptırdığı muhallebi satma işi de balık tutup pazarlama işi de en son olarak sanayiinin çöp dökülen dere yamacında altın arama işi de başarısızlıkla bitmişti. Çocuksu heyecanlarına gerçekçi hedefleri katamayan çocuklar ardı ardına hayal kırıklıkları yaşıyordu. Kerem kendini değersiz hissetmesine sebep hatasını ancak çok para kazanıp ailesinin yaşadığı sıkıntıyı ortadan kaldırırsa aşabileceğine inanıyordu. Böylece yeniden bol aferinli takdirler almaya, övülmeye, sevildiğini hissetmeye devam edebilecekti.

     O kötü Cumartesi anısını bir türlü unutmamış babasıyla kendisini rahatlatacak olan konuşmayı yapamamıştı. Çoğunlukla meşgul ve yorgun olan Kemal usta da oğlunun o zamanki isteğini yerine getirmeden konuşmayı göze alamıyordu. Her zamankinden daha gergin, sinirli ve affetmez olmuştu. Oğlunun simitçilik yaptığını, bakır telleri toplayıp sattığını hep başkalarından duymuş bu duydukları onu daha da kahretmişti. Kerem’ in kendi kendine harçlık kazanmayı ondan para istemeye tercih ediyor oluşu düşüncesi, beynini kemiriyordu. Sonraki haftalarda Kerem onun verdiği haftalıkları istememişti. Hatta Kadir usta ısrarın ötesinde azarlayarak vermişti harçlık Kerem’e. Oysa Kerem babasının gözüne girmeye çabalıyor baba da görevini yerine getiremediğine yanıyordu.... Çaresizlik başladığı zaman zihnin her kıvrımına dolanır. Dışarıdakinden çok kendini gösterir insana. Eğer seçilen umut değilse bu durumda aydınlık geceye karışır...

     Günler böylece gelip geçiyor Tekirdağ’da ağustos, kavurucu sıcağıyla günleri dolduruyordu. Kerem ile Cem birlikte öğle yemeği için evlerine gitmiş geri dönüyorlardı. Aydoğdu ilkokulunun altındaki sokaktan tatavlaya oradan köprübaşına çıkan yan yoldan aşağı iniyorlardı. Yokuşun hemen ortalarına doğru paket taşların arasında bir parıltı gördü Kerem. Ne olduğunu anlamak için eğildi ve gördüğüne bir an inanamadı!.. Şöyle okkalı cinsinden annesinin düğün fotoğraflarında gördüğü türden altın bir gerdanlıktı bu. Etraflarında başkalarının olup olmadığını tararken az ileride bir parıltı daha işaret etti Cem. ağabeyinden önce koşup yerden bir kolye parçası daha alarak doğruldu. Gerdanlığın kopan diğer parçasıydı bu. Belli ki birinin boynundan kopup yere düşmüştü. Ya sahibinin gelip gerdanlığı ellerinden almasından ya da gören başka birinin pay istemesinden korkarak koşmaya başladılar. Dükkana giden yolda ki boklu dere köprüsüne kadar hiç durmadan aralıksız koştular. Kalpleri dışarı fırlayacakmışçasına şiddetli atıyordu. Kerem yavaşça etrafı kolaçan edip kimselerin olmadığını anlayınca cebinden gerdanlık parçalarını çıkardı. Evet bu kesinlikle altındı. Kelepçesine vurulmuş küçük rakamlar gördü.

     - Oğlum yaşadık!... Altın bu altın!... Sonunda bulduk parayı!.. diyerek iki elinin yumruklarını sıkarak sevincini bastırmaya çalışıyordu.
     
     - Abi! Kaç para eder bu? Diye heyecanla sordu Cem.
     
     - Çok para oğlum çok!. Annem altınlarını dükkan açmak için babama verdiğini söylemişti. Dükkanı altınlar açtıysa şimdiki borçları da öder!.. dedi. Sesinin yüksek çıkmasına sinirlenerek birden sustu. Hazineyi tekrar cebine koydu. Doğruca babalarını bulmaya koştular. Dükkana girdiklerinde bile koşuyorlardı.

     - Baba baba! Amca! Çığlıklarıyla, yazıhanede karşılıklı oturup hesap yapan babalarının yanlarına geldiler.

     - Baba bak biz bulduk! Altın altın bulduk!.. dedi Kerem.

     - Oğlum bu ne, nereden buldunuz bunu? İki parça olmuş, çalmadınız di mi ulan bunu? Diye korkuyla sordu.

     - Ne çalması amca, Cem’le bulduk dükkana gelirken. Birisi düşürmüş. Biz de bulduk.

     - Peki sahibini aradınız mı? Belli ki birinden düşmüş, dedi Kemal usta.
- Yok baba vallahi kimsecikler yoktu, bulduğumuzda sokak bomboştu. Şeyin orda...
Köprübaşı’na gelirken yokuşta, yerdeydi dedi Kerem. Hala kalbi gümbür gümbür atıyor, heyecanı sözünü şaşırtıyordu. Bir süre inceledi Kemal usta gerdanlığı. Sonra:
- İyi para eder bu... Kim düşürdü acaba? Canı fena yanmıştır. Kim bilir hangi
kadınındı... Diye hala sahibini düşünerek tekrarladı.

     - Oğlum iyice baktınız mı etrafa, arayan soran yok muydu? Deyince Cem:
     - Yoktu amca kimsecikler yoktu, diye savundu kendini. Kerem bir an:
     - Bu borçlarımızı öder mi baba? Diye sorunca bir iki saniye sessizlik oldu. Devam etti sonra, Öder di mi baba? Annem dükkanı açarken altınları sattığınızı söylemişti, yine işe yarar di mi? Diye sorup bir süre cevap almayı bekledi. Ses çıkmayınca devam etti. Herkes onu dinliyordu. Kalfalar da toplanmıştı odaya.

     - Muammer Kaptan, götürdüğümüz bakırların altın olsalar çok para edeceğini söylemişti. Bakırlar borçlarımızı ödemeye yetmez ama altın yeter di mi? Biz çok iş denedik Cem’le... Söylesene Cem! Öyle Değil mi? diye doğrulatırcasına sordu.

     - Doğru doğru vallaha!.. Bissürü iş yaptık!.. diyerek hızlıca ağabeyinin beklediği onayı yetiştirdi...

     - Para kazanıp borçlarımız kapatmaya muhallebi de simit de satmak yetmez ama bu altın bizi rahatlatır herhalde!.. Valla kuyumcu olsak dükkan yansa da altın erimez, biz de hiç zarar etmezdik... Çok zor iş bizimkisi vallahi... Her şey ağaç kolayca yanıyor. Ama altın her zaman para demek. İnşallah bu bizim borçları kapatır. ..

     Hiç kimse konuşamıyor yine sadece Kerem’i dinliyordu. Ortalıktaki duygular elle tutulacak kadar belirgin hale gelmişti. Kemal usta çocukların neler hissettiklerini, neler gördüklerini ve yaşadıklarının onları ne kadar hırpaladığını, küçücük boylarıyla ne de ağır yük taşıdıklarını bir bir ekledi düşüncelerine. Elindeki gerdanlık etse etse dört beş yüz bin lira ederdi. Bu para bırakın borçları tüm kalfaların bir cumartesi haftalıklarını ödemeye ancak yeterdi. Ama kırmadı oğlunun kanadını, büktürmedi bu kez boynunu. Yavaşça çömeldi Kerem’e doğru, gözlerine doğrudan bakarak:
     - Aslanım, oğlum, aferin size!..

     -Bu gerdanlık o kadar para eder ki rahat bir nefes alırız artık... Ardından Cem’i de omzundan tutup, sinesine dolan suya inat devam etti.
     - Galiba bizi siz kurtaracaksınız... Aferin size!..




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Bir Baba...
Kandilli, Deniz ve Balıkçı...
Yırtık Sarı Eşofman
Çam Ağaçları ve Veda
Beytepe'de Nisan
Yağacak Yağmuru Beklerken


Gürcan AVCU kimdir?

Yeni şehirde eski insanlar buldum. Tozlanmış anılar çektim geçen gün Marmaradan. Burda geceleri gürültüsüz bir sahil var, Dalgalarla sevişiyor hiç utanmadan. Sıcak ama çöpü çok çay servisi de var sabahçı kahvesinde. . . Bu şehirde beyaz martılar var, Dinmiş acılarıyla uçan az mavi göklerde. Yazmayı seven herkese, bir selam da benden olsun. . .

Etkilendiği Yazarlar:
Sait Faik Abasıyanık, Ernest Hemingway, Nazım Hikmet, Attila İlhan


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Gürcan AVCU, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.