Hiçbir kış sonsuza dek sürmüyor, hiçbir ilkbahar uğramadan geçmiyor. -Hal Borland |
|
||||||||||
|
Kapı, her zaman ki gıcırtısıyla adamı uğurlarken, gecenin ucu ışıktan hafifçe ıslanmıştı. Hiç değişmeyen sırasıyla; gocuğunun fermuarını çekti, botlarının bağcıklarını bağladı, kirişte asılı baltasıyla urganını alıp bahçe kapısından dışarı çıktı. Sağa açılan ilk sokağın ucundaki göğe baktı, alışkanlıkla. Ufukta, geceyi yırtan ışığın tırnak izleri belliydi; çizgi çizgi kızarmış... Fakat ne etkilendi gördüğünden, ne de keyif niyetine bir nefes aldı sabahtan. Kaba bir taşın yuvarlanışı gibi, küçük zevklere ve ayrıntılara duyarsız bir yaşamı vardı. Geceden her yanı örtüvermiş kar, ya da gecenin içinde patlayan silah sesi; günün bir vakti kapısının vurulması kadar şaşırtmazdı kendisini. Hele o anlamsız gözleri ... Buzlu camlara benziyordu. Tüm yaşam, gözlerinden içeriye boz-bulanık bir uyumla yansırdı. Sabahın bu erken saatinde, ormana kaçarcasına giden adımlarındaki heyecansa, bekleyiş ve sıkıntıyla geçen bir geceden kaçışın telaşıydı. Ormana yaklaştıkça ısınan topraktan taze bir baharın müjdesi tütüyordu. Sağda-solda üşümüş papatyalar vardı, az sonra açılıp gülümsemeye başlayacaklar. Adam yürüdükçe gecenin üzerine yağan kurumlarından temizleniyor; üzerine ferahlatıcı bir zindelik siniyordu. Fakat bu zindeliğin kaynağı; ne bahardı, ne de yeni başlayan gün... Sadece içinde boşluk barındırmayan bir günün heyecanı... Odun keserken zaman, adama tutsak olur; ona yetişicem diye nefes bile almazdı. Gece olunca, bu kez zaman, kontrolü ele geçirir; saniyeleri çitleyip çitleyip adamın üzerine atardı. Adamın, şöyle bir silkelenip temizlenmeye, yada zamanı hızlı sardırmaya yarayacak bir uğraşı yoktu. Tek bildiği odun kesmek. O da gündüzleri... Bu yüzden geceler karabasana dönerdi. Gece, siyah kıllı bir örümcek gibi üzerine çöker, kollarıyla O’nu sımsıkı kavrardı. Bunu fırsat bilen zaman, koşturup gelir; çalar saatin tıktıklarıyla adamı sorgulamaya başlardı. Adam neyin sorgulandığını, niçin sorgulandığını anlamıyordu. Fakat durmaksızın tekrarlanan aynı soru, bir süre sonra işkenceye dönüşür ve adam, bilmediği suçunu kabullenmek zorunda kalırdı. Gün ışığının geceyi kovmasıyla işkence de sona ererdi. Saat annesinden kalmaydı. Daha doğrusu annesinin anılarından... Kaldırıp atamıyordu. Sağken bu ikisi iyi anlaşırdı. İki yaşlı kız kardeş gibi başları eğik; biri iğne oyası yapar, diğeri zamanın yırtıklarını yamardı. Adam yıllarca ikisini seyretti. Bu yüzden masanın üstündeki saat, duvardaki fotoğraftan daha çok anlatıyordu annesini. Baba, ömrünü, birbirine benzeyen bu iki insanın üzüntüsüyle tüketti. Oğlunu evdeki baykuştan- O öyle derdi- kurtarabilmek için az uğraşmadı; fakat ne köy kahvesine alıştırabildi, ne de köyün gençleriyle hovardalık etmeye... Ömrünün sonuna doğru, oğlunu evlendirme derdine düştü. Ölmeden mürüvvetini göreyimden çok; oğlunu annesinden çekip kopartacak, çeyizinde kahkahayı, muhabbeti getirip evdeki uğursuzluğu kovacak, ışıl ışıl bir gelin istiyordu. Bir sürü kız gösterdiler oğlana, kendi köylerinden, başka köylerden, kasabadan... Böyle günlerde babayı bir gece öncesinden uyku tutmaz, oflaya puflaya sabahı zor ederdi. Ertesi gün eve gelmelerini kapıda bekler, kapıdan girerken daha sorardı: "Ne oldu oğlum, beğendin mi?" Oğlu donar kalır, ne cevap vereceğini bilemezdi. Ne beğenmişti, ne de beğenmemişti. Aslında O'nun için bir kadının olup olmaması da farketmiyordu. O anda annesi yardımına yetişir, "sıkıştırma oğlanı. Belli ki kanı çekmemiş ..." derdi. Annesi, oğluna aradığı kelimeleri vermişti; oğlu da bu iki kelimeyi ömür boyu yanında taşıdı ve ne zaman başı sıkışsa, sorumluluğunu yok etmek için kullandı. Anne-baba öldükten sonra da adam evlenmeyi hiç düşünmedi. Saat yine yırtık yamıyor ve adam da onu seyrediyordu. Ama eskisi gibi değil... Biri ayrılınca uyum bozulmuş; gece, adam ve zaman kendi hallerine çekilmişti. İşte bundan sonra başladı; zamanın serseri gibi evin içinde dolaşıp, adama musallat olması ve saatlerce süren sorgulamalar... Adam sıkıldıkça sıkılıyor, sıkıntısı reçine gibi içine sızıyordu. Sonra da içinde başlayan devinimler... Sanki bir böcek sıkıntısına yapışıyor, çabaladıkça da kendini tüketiyordu. Böceğin öfkesi, umutsuzluğu taa boğazına kadar gelirdi de, ne yapacağını, nasıl dışarı atacağını bilemezdi. Sabahı beklerdi çaresizce. Orman adamı soğuk ve karanlık karşıladı. Ormanla başlayan yamacı alışık adımlarla tırmandı. Bu meyil işine yarardı. Kestiği ağaçları dallarından temizleyip, çengeline takar ve aşağıya kadar çekerdi. Orada parçalara ayırıp evine taşımak daha kolaydı. Kesebileceği kadar yaşlı bir ağaç bulmak için her gün biraz daha içlere yürümeliydi. Tırmandıkça güneş de yükseldi. Artık kozalakların çatlamaları işitiliyordu. Fakat ağaçların altı hala serindi. Işık bulduğu boşluklardan perde perde içeri akıyordu. Sağda solda kesik kütükler geçmiş günlerinin ayak izleri gibiydi. Küçük bir yara tırmanırken ince bir çamdan kuvvet aldı. Ağacı saldığında üst dallardan ürkmüş bir kanat sesi duyuldu, sonra önüne bir yumurta düşüp dağıldı. Adam ağaçtaki yuvaya baktı ve yerdeki yumurtaya... Saçılmış akın ortasında bir cenin yatıyordu; kıpkırmızı, gözleri yumuk... Belli belirsiz kanadını oynattı, akı perdelendi... yine gövdeye yapıştı. Gördükleri neredeyse adama bir şeyleri çağrıştıracaktı; eğer bakışlarının zehri görüntüye sızıp felç etmeseydi. Sonunda aradığı yaşlı ağacı buldu. Başlamadan önce yosunlu bir kayaya oturup sigara yaktı. Bir taraftan güç toplarken, gözleriyle ağacı ölçtü, biçti. Tüm gününü alacak kadar büyüktü. Kalktı. Ellerinin terini üstüne silip ağacı dibinden oymaya başladı. Çatırtılar gelince vurmayı bıraktı, gövdesiyle ağaca yüklendi. Ağaç dalları kırıla sıyrıla devriliyordu. Adam ürkmüş gibi geri çekildi; ormanın sakinliğinde böyle bir yıkımın sebebi olmak, onu suçlulukla karışık ürkütürdü. Fakat bu kez ağacın yere çarpıp yaylanışını göremeyecekti; çünkü kendiside uzun bir düşüşün içindeydi. Adam, toprak tarafından yutuluyordu. Hem kısa hem de uzun bir sürenin sonunda ayakları yere çakıldı. Bileklerinden ve belinden müthiş bir acı fırlayıp beynine saplandı. Ama yere devrilmedi; devrilemedi... Dar bir kuyunun içindeydi... Üzerinde kendisiyle birlikte yuvarlanan dallardan temizlenip olanları anlamaya çalıştı. Bakışları yarım metrelik bir çeperle sınırlanıyordu; kuyunun ağzı da üç adam boyu yukarıda... Ayaklarının üzerine doğrulup acılarının dinmesini bekledi. Elleriyle kuyunun duvarlarına yaslandı; toprak, kaya kadar sertti. Çok eskiden su kuyusu olarak kazılmış olmalıydı. Su çıkmayınca da öylece bırakılmış. Hala soğukkanlıydı; bakışlarıyla kuyuyu geçici bir soruna dönüştürüyordu. Nasılsa bir süre sonra içinden çıkacak ve kestiği ağacı evine taşıyacaktı. Bekledi. Uzunca bir süre... Duraksayan anın eski alışkanlıklara doğru hareket etmesini... Artık çıkması gerektiğine karar verince, elleri ve ayaklarıyla kendini yukarı çektirmeye çalıştı. Fakat kuyu öyle dardı ki, ellerini bir sonraki adım için yukarı aktaramıyordu. Bir miktar yükselse de sonunda kayarak tekrar dibe döndü. Dirsekleri yırtılıp, eti çizilene kadar devam etti. Daha sonra toprağa ayaklarını koyabileceği oyuklar açmayı düşündü. Üzerinde kazımak için kullanacağı sert bir şeyler aradı, bulamadı. Baltası yukarıda kalmasaydı çok işine yarayacaktı. Kırık dallarla kazımayı denedi; ama sert toprakta kırılıp gittiler. Bir süre de kuyunun dışına seslendi. Sesine cevap alamayacağını kendisi de biliyordu; çünkü ormanın bu kadar içine hiçbir köylü gelmezdi. Kuyunun içi dışından daha hızlı karardı. Adam, gece rengini iyice buluncaya kadar kurtulmayı denedi. Artık hiç kuvveti kalmamıştı. İşte asıl şaşkınlığı bundan sonra başladı: Bu kuyunun içinde oturmak imkansızdı! Sırtını duvara, dizlerini karşı duvara dayayıp, otururmuş gibi askıda kalabiliyordu ancak. Bu durumda gergin kalan kasları uzun süre rahat etmesine izin vermiyor, o zaman ayağa kalkıyor, ayaklarını sallıyor; yorulunca tekrar oturmak zorunda kalıyordu. Bacaklarını açmak için minik adımlarla karşıya yürüyor gibi yapıyor... Yada sırtını yaslayıp yan yan kuyunun çevresini adımlıyordu. Gitgide ağırlaşan başı da ayrı bir sorun oldu; başını nereye koyacağını bilemedi. Yorgunluğu, sinirlerine iğne gibi batmaya başlamıştı. Gecenin karanlığı kuyunun içine akıp orada gölet yaptı. Adamın gözleri karanlığa korkuyla bakıyordu. Her an üzerine saldıracak gibi tetikteydi. Ama kuyunun içinde zaman yoktu. Bunu saatin tıktıklarının olmamasından anladı. Fakat bir şey vardı ki tanıdığı; onunla hiç karşılaşmamayı isterdi: Sıkıntısı. Sıkıntı kuyunun toprağından içeri sızıyordu. Ellerini üzerinde gezdirince, eskisinden daha yoğun olduğunu gördü ve daha yapışkan. Zaman olmayınca akışkanlığını kaybetmişti. Nereye koyacağını bilemediği elleri ve ayaklarını, şimdi zor çekip kurtarıyordu sıkıntıdan. Çekince de gücü yolunup kuyunun duvarlarında kalıyordu. Sabaha karşı mücadeleden bitkin, dalıvermişti. Kısa bir süre sonra sabahın bildik kokusu ve serinliği uyandırdı. Kurulmuş alışkanlıkları harekete geçti. Evden çıkacakmış gibi kuyunun ağzına zıpladı. Zıpladı... Zıpladı... her düşüşünde kolları, yüzü çiziliyordu. Ve her düşüşünde soğukkanlılığı içinden çıkıyor, yerine umutsuzluk doluyordu.. Sonunda ipleri bırakılmış kukla gibi yığılıverdi... Artık her şey değişmezcesine değişiyordu. Ve bulunduğu yeni durumda yeni doğmuş bir bebek gibiydi. Tek yapabileceği şeyi Yaptı; ağladı... Düşeli hiç bir şey yememişti. Kuyunun dibindeki yapraklardan uzanıp aldı. Önce hangi ağacın yaprağı olduğunu anlamaya çalışıyor, sonra yiyordu. İçlerinden yaban eriğinin yaprağını tanıdı. Çiğnerken eriğin tadını aradı. Hiç benzemiyordu. Tadını hatırlamaya çalıştı; hayali, damağında ekşi tadını bıraktı. Gün akşama dönerken, bulutlar karardı; güzel bir yağmur başladı. Susuzluğunu gidermek için ağzını yukarıya doğru açtı. Ama yağmur yan yağıyor ve tek bir damla bile kuyuya doğrudan inemiyordu. Ağzını kuyunun duvarına dayayıp süzülen topraklı suyu emdi. Kuyu, suyun tadına da engeldi; ama hayaline değil... Akşam oldu... yıldızlar çıktı... ay doğdu... ay battı... sabah oldu... Zaman kuyunun dışında durmadan aktı; kuyunun içindeyse hiç kıpırdamadı. Adam sabaha karşı uyuya kaldı. Rüyasında kuyuyu ve kendisini gördü: Yağmur vardı. Yağmurla karışık yaban eriği yağıyordu. Ağzı açık düşmelerini bekledi. Ama içeri düşmüyorlar, kuyunun duvarından toprağa bulanarak süzülüyorlardı. Ağzını dayayıp emdi. Yapış yapıştı. Sıkıntısı gibi... gibisi fazlaydı, Bu kendi sıkıntısıydı... Sonra duvarları itmeye çalıştı. Ellerine sıcacık ve yumuşacık geliyordu. İttikçe elleri içeri gömülüyor; bırakınca bir iki yaylanıp, eski halini alıyordu; et gibi... Bu kendi etiydi; burası da kendi içi... Kuyunun içi birden kararmaya başladı. Birileri kuyunun ağzını kapatıyordu. Karanlık yerleştikçe, kuyunun duvarlarında gizlenmiş anlamsızlık ortaya çıktı. Karanlık ve anlamsızlık; zamanın öncesinden kalma dosttular ve ayırt edilmezcesine benzeşiyorlardı. Adamın, anlamsız karanlığa değen yerleri silinmeye başladı. Silinmekten çok, kaynaşıyordu. Karın üzerine yağan kar gibi... suyun üzerine dökülen su gibi... Kendini ayırt edemez oldu; ne bir sesi vardı artık, ne de kendine ait bir kıpırtı. Adam sıçrayarak uyandı. Korkusu bir çıkış arattı. Az sonra kuyunun ağzından bir umut gelip yatıştırdı onu. Adam ,hayır olsun, deyip rüyasını yordu: Üstü kapalı kuyu: mezardı. Gördüğü anlamsızlık onu korkuttu. Böyle bitmemeli diye düşündü. Yüzünü tek seçeneğe doğru çevirdi. Nemli gözlerinden gün ışığını yansıtıyordu; umut gibi... Ve özlem yeşertiyordu; kuyunun derinliğinden yukarılara. Oradan görünen yaşama ve yaşamın tüm renklerine... Bekleyecekti. Dışarıda akan zamanı. Ve umudunu oradan uçuracaktı, ayağına özlemlerini bağlayıp. 23.05.2002/BANDIRMA
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Murat YOLYAPAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |