Sevmek bir başkasının yaşamını yaşamaktır. -Balzac |
|
||||||||||
|
******* ---Ooo cinciloş, hos geldin, nasılsın, ne zaman geldin ? Sanki iki kardeş değilde yeni tanışan iki yabancıydılar. Garibe onun duvar gibi katı duruşundan, duvara çarpılacakmış gibi hissetti kendini. Ağabeyinin bu soğukluğu karşısında biraz şaşırmıştı, ama kendi kendine : “zaten abim soğuk biriydi” diyerek geçiştirmişti. Hastahane koridorunda karşılaşmışlardı iki kardeş. Kaç yıldır birbirlerini görmemiş olmalarına rağmen, aralarında hiç bir özlem yoktu. Ağabeyi oldukça kilo almış besili bir kazı andırıyordu. Yaşlanmıştı da… Yürürken, kazların yalpalaması gibi, bir sağa bir sola sallanıyordu. Et tokmağını andıran burnu, yüzünün tam ortasında kocaman antik bir nesne gibi duruyordu. Yüzüne bakıldığında insanın gözüne ilk çarpan organıydı burnu. Bir elide burnundan hiç inmiyordu. Belli ki burnunun büyüklüğünü ilerlemiş yaşına rağmen kabul edemiyordu cinciloş. Eliyle onu saklamaya çalışıyordu sanki. Garibe ağabeyinin hiç değişmeyen bu haline gülümsemiş, “hâlâ maden bulamadın mı abi” diye takılmıştı. Daha sonra iki kardeş, Kars’taki baba evine gelmişlerdi. Cinciloş, yol boyunca kız kardeşine seyahatlerinden dolayı hep alaycı sözler sarfetmiş, onun yaptığı işleri küçümseyerek hayal dünyasında yaşadığını anlatmıştı. Kadın başına nasıl gezebiliyormuş diye uyarmıştı. Garibe, ağabeyisinin kendisine mizahi takılmak istediğini düşünerek, bütün söylediklerine olumlu katılmış “ya abi olur mu, böyle gerekiyor, böyle yapmam lazım” diyerek geçiştirmişti. Gerçekten aklına kötü hiç bir ihtimal getiremiyordu. Cinciloş ağabeyi her ne kadar Garibe’yi iynelese de, kızkardeşinin saflığından dolayı fazla açılamıyordu. Baba ocağında aradan bir kaç gün geçmişti. Ağabeyinin Garibe’ye yaklaşımı aynen devam ediyordu. İkide bir: “Garibe, burada ne kadar kalacaksın?” Sorusunu soruyor, ardından sorusunun cevabınıda kendisi veriyordu: “bir hafta sonra git, sıkılırsın.” Garibe ne diyeceğini şaşırıyor, sanki onun kendi evindeymiş gibi hissediyordu kendisini. Sinirleniyor ama “töbe töbe” diyerek sakinleşiyordu. “Ya abi gideceğim daha yeni geldim, dur bir özlemim gitsin, hem niye sıkılayım ki, babamı görmeye geldim, bak işte seninlede karşılaştık onca zaman sonra, daha benim görmek istediğim yerler de var, hem neden gitmemi istiyorsun?” Garibe’nin sakin tutumu ve bu sözleri karşısında her seferinde susmak zorunda kalıyordu cinciloş. Aradan bir hafta geçmişti; fakat bu bir hafta Garibe’ye haram olmuştu. Sabırla ağabeyisinin iynelemelerine boyun eyiyordu. Garibe’nin yemek yeyişinden, dışarda oturuşuna kadar, giyiminden sigara içişine kadar, evde kahvaltı hazırlayıp hazırlamadığına kadar, alışveriş yapıp yapmadığına kadar, her şeyine karışmış, sürekli onu kavgaya telkin etmeye çalışmıştı. Garibe genelde susmak zorunda kalıyordu. Hani Kars yöresinde büyüklere saygı mecburiyete dayandığından bir de, ağabeyinin neden öyle davrandığını bilmediğinden bir türlü yorum yapamıyordu. Cinciloş ağabeyi, kendisine bir şeyler söylemek istiyordu, ama bir türlü baklayı ağzından çıkaramıyordu. Kars’ın çok şirin bir köyünde doğdu cinciloş. Kaz gibi toparlak olduğundan da kendisine cinciloş adı verildi. Cinciloş kaza benzerliğine aldırmadan, kuzuları otlatarak büyüdü. Daha sonra okulunu devam edebilmesi için Kars’ın merkezine yerleşti ve başarıyla İstanbul tıp fakültesini kazanarak doktor oldu. Doktor olmasına oldu ama beynindeki kaz hücrelerini lakîn değiştirememişti. Otuz beş yıldan fazla çalıştığı hastanehanelerde kalıcı bir nitelik bırakmadığı gibi, hiç bir akrabasına da doktor olarak yardımcı olmamıştı. Yeğeninin önemli bir hastalığında, aile doktor olan cinciloştan yardım umarlarken, o sıradan biri gibi, diğer ziyaretçilerle beklemişti. Ama kızkardeşinin işlerine karışmayı seviyordu, o bir erkekti! Feodal kültürün vermiş olduğu zihniyetle erkeksi geçiniyordu. İnsanlara bakışı, kendi iç dünyasında ki gibi, kendi psikolojik sorunlarıyla bağnaz kalmıştı. Kars yöresinde doktorlara bakış ise « büyük adam » anlamında olduğu için cinciloş’un ailesinde de bu görüş pek hakîmdi. Baba evinde bu büyüklük sıfatından ziyade, parasıyla herkesin ağzını bağlıyordu. Ev halkının kendisine iyi davranması için alışveriş yaptığını söylüyordu Garibe’ye. “Ne iğrenç bir fikir bu abi” demişti Garibe. Ağrı’da uzun zaman görev yapmış epeyce para kazanmıştı. İki müstakbel evi, bir arabası ve bankalarda kendi değimiyle, oldukça birikmiş parası vardı. Bir kendisi ve eşi vardı. Yıllar önce kızkardeşi Garibe’ye bin lira ödünç para vermişti (500 ero tutarında.) Daha sonra Garibe iade etmek istemiş, ama ağabeyi almamıştı. Oldukça iyi para kazandığı bir halde şimdi, Garibe’den o parayı almak istiyordu. Garibe onun kendisinden para istemesini ihtiyacından dolayı değilde, gıcıklığına istediğini tahmin etmişti. ---Garibe, dedi ağabey. Sesinin soğukluğundan yine kendisine soğuk bir şeyler söyleyeceğini hissetti Garibe ve kendisine dönerek: ---Buyur abi? --- Hani sana yıllar once bin lira vermiştim ya, şimdi onu ver! Garibe biraz şaşkın, ne diyeceğini bilmedi. Fakat para isterken verdiği sözü hatırladığından bir an duraksadı. Üzerinde o kadar parası yoktu, üstelik biraz gezmek için gelmişti baba evine. Şaşkınlığı geçtikten sonra biraz da tedirgin: --- Ama abi ben o parayı sana vermek istemiştim ama almamıştın, şimdi birden istemen şaşırttı beni hem üzerimde yeterli miktarda param yok, diye kekeledi. --- Ben anlamam, verdiğim parayı istiyorum, bana ne senin durumundan! Borç borçtur! Diyerek kesti soğukça. Garibe “tamam” diyerek sustu. Fakat beyninde sorularla, ağabeyinin tavırlarındaki soğukluk konusunda yanılmadığını anladı. “daha dur bakalım neler çıkacak” dedi kendi kendine. Daha sonra Garibe üzerinde yeterli parası olmadığından, kolyesini ve yüzüğünü satarak ağabeyiden aldığı borcunu ödedi, böylelikle Garibe’yi hüsrana uğratamamıştı cinciloş. Bir kaç gün sürekli gıcık davranışlarıyla yetinemedi cinciloş. Evde alışverişe kadar, her şey de Garibe’ninde katılmasını diretiyordu, sanki o tersi işler yapıyormuş gibi. Garibe, ya çok saftı, ya da nasıl davranacağını bilmediğinden, kendisine yapılan onca haksızlığa hâlâ sus kalıyordu. Kendisine söylenenleri sadece kafasında sorularla geçiştiriyordu. Cinciloş bazan da “kızım sana diyorum, gelinim sen işit” tabirinden mahalle kadınları gibi laflar atıyordu. Baktı ki onun bir türlü evden gitmesini sağlayamıyor, bu sefer de kendisiyle kavga çıkarmasına teşvik ediyordu. Ev halkını katmaya çalışıyordu, ama Garibe her şeye rağmen, onlarla da iyi geçiniyordu. Kimsenin yaşam biçimine karışmadan, baba ocağına olan özlemlerini gidermeye çalışıyordu. Ne yengesi, ne de yeğenlerinin Garibe’ye tavır almadıklarını gören cinciloş: “siz böyle sessiz kaldıkça ve yüz verdikçe bu daha burada kalır” diyordu açıkca. “Sen neden bir şey söylemiyorsun bu kızına, öyle her istediği yere tek başına gidiyor” diye yaşlı babasınıda katmaya çalışıyordu. Bu kadar teşvik karşısında yeğeni Figen dayanamıyıp: --- Ya amca, halam sana bir şey yapmıyor ki niye anlaşamıyorsun? Ve bizi niye karşıtırıyorsun? Diye sitemini dile getirmişti. Bu soru karşısında yeğenine ters ters baktı ve cevap vermedi cinciloş. Bir şey söylediyse de, Garibe onları artık dinlemedi. Bir kaç gün daha geçmişti. Cinciloş: ---Garibe gel birlikte bir araba kiralayalım, biraz sen biraz da ben para bırakalım, böylece piknik yapar, yemlik falan toplarız, bir de Kars’ın bazı yerlerini birlikte gezeriz, dedi. Bu teklifi yine gıcıklık olsun diye yaptığını anlamıştı. Garibe: --- Tamam abi, sen nasıl uygun görürsen öyle yapalım dedi. Cinciloş yine Garibe’yi kızdıramamıştı. Ve birlikte “Kâzım paşa” caddesinde arabaların kiranladığı bir yere gittiler. Ofisteki görevli her ikisininde ehliyetlerini isterken, Garibe ile bir sohbete daldılar şoförlük üzerine. Yan tarafta cinciloş kız kardeşinin böyle kırk yıllık ahbaplar gibi görevli ile sohbet edişini kabüllenmediğini belirtir bir şekilde görevliye dönerek: --- Beyefendi, siz işlemleri yapın biz birazdan geliriz dedi konuşmalarını bölerek ve kız kardeşine: “hadi kalk gidelim, mağazadan alacağım bir şeyler var” diyerek ters ters baktı. Garibe ağabeyisinin kendisini kıskandığını anladığından itiraz etmedi ve ofisten çıktılar. Bir mağazaya giderek bir şeyler alıp geri geldiler. İşlemler tamamlanmıştı, kiraladıkları arabayı alarak eve geldiler. Daha sonra ev halkıyla birlikte, Kaz köyünde piknik yapmaya karar verdiler. Ve gittilerde. Giderken Kaz köyünde ikâmet eden dayı çocuklarını görmemek için cinciloş: “Onların olduğu yoldan geçmiyelim” dedi. “Bizi görürlerse hepisi üşüşecekler, en iyisi biz aşağı yoldan gidelim.” Garibe içinden hayret etmişti ağabeyisinin bu düşüncesine, ama ses etmeden yollarına devam ettiler. Artık ağabeyi ne derse herkes ona uymak zorunda kalıyordu. Yoksa her şeyin berbat olması elden değildi. Niyahetinde hiç bir gölgelik yeri olmayan düz bir tarlaya piknik için konakladılar. Güneşin kavurucu sıcaklığı altında, piknik yapmak pek zor oldu. Her şeye rağmen mangallarını serinlikte gibi yapıp evlerine döndüler. Pek keyif almasalarda ve yakıcı güneşin altında piknikleri istedikleri gibi gitmese de, cinciloşun hatırı için hepisi çok güzel geçmiş gibi davrandılar. Cinciloş esmer tenli olduğu için güneşin etkisiyle de, kırmızı pancar rengini almıştı. Üç kişilik kanepeye tek başına sahiplenerek, bir eliylede antika burnunu yuvarlayıp duruyordu. Her halinden bir şeyler düşündüğü belli oluyordu. Epeyce sus pus bir şekilde öylece kaldı ve neden sonra “gelin okey oynayalım parasına” dedi. Fulya, Şule ve Garibe bu teklif karşısında birbirine bakıştılar ve hep birden “tamam” dediler. Okey oynandı ve Garibe ile Şule kaybederek paraları ödemek Garibe’ye kaldı. Daha sonra güneşin verdiği yorgunlukla da herkes erkenden uyudu. Fakat cinciloş yeni bir av yakalamış olmanın avantajını kaçırmayacak, ertesi sabah, bir kaç kez daha okey oynamaya davet edecek ve her seferinde de, Garibe yenilince, hesapları o ödemek zorunda kalacaktı. Böyle devam edince, yengesi dayanamayıp: “ay ağabeyi ele durmadan Garibe’nin parasını alırsan” diye uyaracaktı. Fakat Garibe, kendisinin oyunu kaybetmesinden de cinciloş’un gıcıklık yaptığını biliyordu. Gün ortasında yeğenleri, Garibe ve cinciloş birlikte yemlik toplamak için karar aldılar. Ne de olsa altlarında epey para ödedikleri bir araba vardı. Erzurum yolu üzerinde bir tarlaya vardılar ve yemyeşil, amber gibi, kekik kokulu tarlada yemlik toplamaya koyuldular. Tarla doğal haliyle o kadar görkemliydi ki, seyretmek cennetin kapılarını anımsatıyordu. Esen hafif ve serin rüzgâr, insanın içini ferhalatan bir koku yayıyordu. Şehrinin görkemli güzelliklerindendi doğanın bu bakîr hali. Yemyeşil otlarla yemlik birbirine karışmış, diz boyu ot insanın yaşama iştahını kabartıyordu adeta. Garibe doğayı böylesine samimi görünce, otlarlarla, böceklerle, haşır neşir olmak için açılmak, uzaktan gördüğü kırmızı gelincikleri bir çocuk coşkusuyla toplamak istedi ama cinciloş, sanki onun bu mutlu halinden rahatsız olmuş gibi, izin vermeden “hadi gidiyoruz” dedi. Garibe : “ya abi az daha topluyalım, ya abi biraz daha dur, biraz daha kalalım” diye diretmekten dilinde yemlik bitti. Yalvarmaları ikna etmemişti ağabeyiyi ve bir iki tutam yemlik toplamadan yola koyuldular. Doğanın muhteşemliğini içine tamamen çekemeden hevesi kursağında kaldı Garibe’nin. Arabayı kullanan ağabeyinin yanına oturdu. Arabanın arka koltuklarınada Fulya ve Şule yerleşti. Yolda ilerlerken aralarında şöyle bir konuşma geçti: ---Garibe, dedi cinciloş… ---Efendim abi diye cevapladı Garibe. --- Gel seni Kaz köyünden biriyle evlendirelim. ---…! Garibe doğanın güzelliği ile sarhoş içini okşarken duyduğu bu söz karşısında irkildi. “Haydaa, nerden çıktı bu fikir şimdi” ama hemen kendisini toparlayarak, “şaka yapıyorsun değil mi abi” diye sordu. Ağabeyi, alaylı bir şekilde: ciddiyim tabi ve başıylada onayladı. Garibe üzgün: --- Aşk olsun abi, bana nasıl layık görüyorsun Kaz köyündekileri, dedi… Cinciloş, bu cevap karşısında sanki kendisine hakaret edilmiş gibi ses tonunu yükselterek: --- Kızım seni kim alacak? Mühendis mi alacak seni, doktor mu alacak seni, öğretmen mi alacak? Ha söyle seni kim alacak kızım? Sana köyden bir tane buluyorum daha ne istiyorsun? Garibenin miydesi bulandı bu sözler karşısında, hiç bir şey diyemez oldu. Kendisinin öz ağabeyisi tarafından bu derece aşağılanması, çok derinlerden yaralamıştı kişiliğini ve gözleri buğulanarak arka koltukta oturan yeğeni Fulya’ya baktı. Fulya, halasına bu aşağılayıcı sözler karşısında sadece gözlerini kırpıştırmakla kalmıştı. Şule’de genç yaşına rağmen etkilenmişti amcasının bu aşağılamasından. O boşanmış bir kadındı, bir doktorla evlenemezdi. Garibe, uzun yıllar evli kaldığı ama bir türlü anlaşamadığı eşinden ayrılmıştı. Evliliği boyunca eşinin isteği üzerine hep pasif kalmış, hayellerini gerçekleştirememişti, ama şimdi kendi ayaklarının üzerinde duran biriydi. O çok hayalini ettiği seyahatleri, görmek istediği mistik yerleri ziyaret ediyor, yeni yeni insanlarla birlikte yeni kültürler tanıyordu. Bir çok farklı yerlerde kendisi gibi düşünen bir çok dostu ve arkadaşı vardı. Ağabeyiye göre boşanan bir kadının yeri eviydi ve evden dışarı çıkmamalıydı. Kadın boşandığı zaman hayat onun için bitmiş demekti ve boşanan kadın boş olduğundan herkesle ilişki kurabilir mantığı hakîmdi. Boşanmış olmasından ziyade, bir kadın kendisini koruyamazdı ve bir kadının tek başına gezmesi namussuzluktu. Sanki kadının namusunu kocası koruyordu gibi… Sahi namus kavramı neydi, evde oturmak mı? Garibe’nin aklına cinciloşa bir şeyler hatırlatmak geldi, ama buna da gerek duymadı, ne de olsa dinletemeyecekti. Sustu Garibe ve eve geldiğinde sadece yengesine dert yandı… Toplumsal olarak toplumun boşanan kadınlara bakış açılarını anlıyordu Garibe, ama öz ailenin kendi öz kızkardeşlerine böyle bakılmasını anlıyamamıştı. Epeyce sessiz kaldıktan sonra Garibe, kendisini bu düşüncelerden hemen sıyırdı; « fikirler kişileri bağlar » dedi kendine, sonra « her insan kendinden sorumludur » diye ekledi. Garibe’nin mantıklı düşünüşleri, yaşadıkları kendisini yaralasa da, ağabeyisine karşı kötü davranışlar sergilemesinden koruyordu. Böylece bir günü daha sorunsuz geçirmişti Garibe. Aradan bir iki gün daha geçti. Garibe yine cinciloşa saygılı davranıyor, dediklerini aynen yaparak, çok şeylerini görmezlikten geliyordu. Yine bir sabah erkenden uyandı ve çarşıda bir dostunu ziyarete gitmek için hazırlandı. Güzel giyinmiş, makyaj yapmıştı. Ağabeyinin dikkatindan kaçmamıştı Garibe’nin bakımlı hali. Besili kazlar gibi uzandığı koltuğundan, (yine üç kişilik kanepeye uzanık) baştan aşağı kızkardeşini süzerek: ---Hayrola Garibe, nereye böyle? Garibe: --- Bir arkadaşımı çalıştığı yerde ziyarete gideceğim, dedi. Cinciloş: --- Tanıyor musun arkadaşını? Garibe böylesi garip sorularada kendisini alıştırarak: --- Evet abi, hatta geçen sene Şule ve Fulya’yı tanıştırmıştım, birlikte gezmeye gitmiştik, dedi… Cinciloş: --- Sen kendin gidiyorsun bari bunları götürme, eliyle Şule’yi göstererek; bunlar masumdur. Garibe’nin bir kez daha miydesi bulandı bu sözler karşısında ve bardaktan son damla taşmıştı artık. Acıyarak baktı cinciloş’a birazda sinirli: --- Yeter artık abi, şu ağzındaki baklayı çıkarda rahatla artık dedi. Ve sanki kaz göbekli, ağabeyisi bu anı bekliyormuş gibi parladı. Artık ne dediğini bilemiyordu. Saymaya başladı... Kendisinin boşanmış bir kadın olarak neden seyahat ettiğini, paraları hep yollarda yediğini, (sanki kendi parasını harcıyormuş gibi) tanımadığı insanlarla neden görüştüğünü söyledi. “Sen boşanmış bir kadınsın, otur evinde, ne işin var senin İstanbul’da, sen bu gezmelerinle yosmalık yapıyorsun” dedi. Garibe bu ağır hakaret karşısında dahi soğukkanlığını koruyabilmiş, yine gayet sakin bir halde: --- Teşekkür ederim abi, nihayet yüreğindeki pislikleri kustun, rahatla şimdi dedi. Bu söz üzerine cinciloş, ayağa kalkarak hiddetle: --- Defol git bu evden, senin bu evde oluşundan yengem rahatsız, babam rahatsız, eliyle yine Şule’yi göstererek, kızlar rahatsız. Çık git gözümüz görmesin seni… Garibe soran gözlerle yeğeni Şule’ye baktı; Şule halasına acıyan gözlerle ve başını vakur bir şekilde “yok öyle bir şey” der gibi yana salladı. Garibe ağabeyisini hiç böyle görmemişti. Onun yoz olduğunu biliyordu ama bu derece olabileceğini aklına bile getirmemişti. Öyle ki, Şule olmasaydı gördüğü manzarayı kime anlatsa inandıramazdı. Cinciloş yanına yaklaşılan insanlardan korkan ve kendisini korumak için kabaran hindilere benziyordu. Konuşması bile hindilerin o kızarak çıkardığı ses gibiydi. “uuuurrrrr” Aşırı kilolu oluşundan, zorlukla nefes alıyordu. Her sözünün ardına da “çık git bu evden” diyordu. Garibe bir an susarak doktor adı altına sığınmış domates gibi kızaran bu zavallı insana baktı. Cevap vermesi işe yaramayacağı gibi, söylediklerinide duymayacaktı. Aklından hemen çıkıp otele gitmek geldi, ama hemen toparlandı. Bu ev doğup büyüdüyü evdi, öz babasının evi… Niye gidecekti ki! Sakin bir halde “sen git, ben gitmiyorum, benim de babamın evidir” “Allah belanızı versin” dedi ve kendisini daha fazla tutamayıp ağlamaya başladı. Cinciloş’un hiddeti geçmek bilmiyordu ve Garibe’yi bağlamayan bir çok şeylerle diğer kız kardeşlerinin ve İstanbul’daki yeğenlerininde kendisinin gezmelerinden rahatsız olduğunu söyledi. Anlaşılıyordu artık gerçekler. Ta baştan beri cinciloşun kendisine karşı olan davranışlarının diğer kız kardeşleri ve yeğenleriyle bir arada, Garibe’nin özgürlüğünü kabullenemeyip kendi aralarında konuşmuş, bol bol dedikodu yapmışlardı ve cinciloş, bu birikimleride hafta boyunca boşaltmaya çalışmış ama en sonunda patlamştı. Garibe oldum olası onlarla hep iyi geçinmişti. Onlara zarar verecek en ufak bir şey bile yaptığını hatırlamıyordu. Özellikle cinciloş’la en iyi anlaşanda kendisiydi. Onlara nasıl zarar verebilirdi ki, çok ufak yaşlarda onlardan ayrılmış, kilometrelerce uzakta yaşıyordu. Onları yıllarca görmediği anlarü vardı. Garibe yaşadığı uzun yıllar, pek zor durumlar yaşamış, zor durumlarda kaldığı anlar olmuştu. Hayata hep tek başına göyüs germiş, kendi yaşamını kendisi kurmuştu. O zor anlarında bu kardeşlerinin hangisini görmüştü yanında? Görmek belki olanaksızdı ama, hangi birisi manevi bir destek vermişti? Geçirdiği bir kaza sonucunda ölüm döşeklerinde yattığı anlarda bile, hangisi bir telefon edip “geçmiş olsun” demişti? Cinciloşun yeşil pasaportu vardı ve istediği an gelebilirdi kızkardeşini görmeye, ama nerede? Ve o kadar yoksul anlarında oldukça varlıklı olan bu kardeşlerinin hangisi bir yardımda bulunmuştu? Yok! Onların kendisine destek oldukları hiç bir şey hatırlamıyordu. Peki şimdi kendisinin özgürlüğünden neden rahatsızlardı? Kendisinin ayakları üzerinde duruşundan neden rahatsız oluyorlar, onun yaşamına neden karışıyorlardı? Bekârdı Garibe, bir erkek arkadaşı, bir sevgilisi olamaz mıydı? Bir kadının namusunu bir erkek mi koruyordu? Bir kadının kişiliğini birileri mi belirliyordu? Garibe bunları düşünürken, cinciloş hiddetini alamamış olmanın hırsıyla babası ve yengesini örgütlüyordu kapının eşiğinde. Garibe’nin sessiz kalışı onu daha kötü etmişti: --- Kovalayın bu kızı, yoksa ben gideceğim! Hâlâ ağabeyisinin o Hindi gaklaması sesini işitiyordu Garibe. Yaşlı babası çaresiz, olanları anlıyamamanın üzüntüsüyle ne diyeceğini bilemiyorlardı. Yengesinin yalvaran sesini duydu Garibe: --- Olur mu öyle şey ay ağabeyi, babasının evidi, hancarı gavalıyım! Babası sessiz ve o yaşlı haline rağmen kaz kafalı oğlundan daha aydındı. Olumsuz hiç bir şey söyliyemiyordu. Nihayet cinciloş kimseyi ikna edemeyeceğini anlayınca sustu bir süre. Gece boyunca kız kardeşinin arkasından atıp tuttu. Garibe bu esnada en çok sevdiği bir kitabı bitirdi mutfakta ve asla ses etmedi. Ertesi sabah, dünkü olayı tamamen yok saymış, kendisi kahvaltısını yalnız almıştı. Garibe’nin bu hali ağabeyiyi daha tahrik etmiş olacak ki, ne olduğunu anlamadan, hiddetle çantasını alarak çekip gittiğini gördü. Ağabeyisinin gidişiyle savaşı kendisi kazanmıştı, ama onun önünde ağladığı için kendisini bağışlamıyacaktı. Oldukça keyifsizdi. İçinden lanet okudu faodalizmin kırıntılarına. Toplumun bir kadına bakış açısını bir kişinin değiştirmeyeceğini biliyordu. Toplumun değer yargılarını çiyneyecek hiç bir harakette bulunmadığını da biliyordu. Özgürlük kendi değer yargılarını kaybetmek demek değildi. Bunu çok iyi biliyordu Garibe ve bu değeri daima taşıyordu yüreğinin bir yerlerinde, ama insanlar yanlış düşünecekler diye de kendi prensiplerinden vaz geçemezdi. Bütün düşüncelerini bir kenara bırakarak, tek bir şey kalıyordu geriye; herkes kendi yolunda ilerleyecekti. Yozlar yozlarda kaz kalacak, öküzler öküzlerle sabana koşulacak, bilginlerde bilgelerle bir avuç olacaktı… Bir kez daha inandı Garibe, toplumun içerisinde bireysel değişimler ve gelişimler çok önemliydi. Kişiler önce birey olarak gelişmeliydi. Salt yaşadığı toplumun kültürüyle kalınsa bile, o kültürün yoz kırıntılarını ayıklamalıydı. Dünyaya bakış, insan sınıfından bakılmalıydı. Ve bir başkasının yaşam tarzı topluma ve insanlığa zarar vermediği sürece yalnızca kendisinden sorumluydu. Artık Garibe için biyolojik ağabeyisinin, ya da kız kardeşinin olmasının bir anlamı kalmamıştı. Kardeşliği de kardeş yapan görevleriydi. Garibe Ağabeyisinin kendisine onca söylediklerinden sonra, onu abisi olarak düşünemezdi. O sadece anılarında zehirli bir fikirdi artık. Denizleri kirleten lağım sularıydı onun gibi düşünen insanlar… Ve iki hafta baba evinde kaldıktan sonra kendi evine dönerken, annesi yerine koyduğu ablasınında kendisi için « Garibe aklını kayıp etmiş, düşmüş ortalığa dolaşıyor » diye söylediğini de öğrenmişti. Böylece Garibe, kendi çizdiği yolda ilerlemek için ebedi terketti yozu-ahkâm gidişatlarını ve o yine her zaman olduğu gibi, tek başına göyüs gerekti hayatın çirkeflerine ve kim bilir belkide güzellikleri paylaşacağı birileri olacaktı mutlaka kendisi gibi düşünen… Kars-Haziran 2010 Sevgili Özbek Aşağıda okuyacağımız, Avrupa topluluğuna girmek isteyen Türkiye’mizde, feodal kültürün kırıntılarından alınan gerçek bir yaşam öyküsüdür. Olay doğunun başkenti Kars’ta yaşanmıştır. ---Ooo cinciloş, hos geldin, nasılsın, ne zaman geldin ? Sarılmak istedi cincoloş ağabeyisine Garibe, fakat ağabeyinin gergin duruşuyla soğukca tokalaştılar. Sanki iki kardeş değilde yeni tanışan iki yabancıydılar. Garibe onun duvar gibi katı duruşundan, duvara çarpılacakmış gibi hissetti kendini. Ağabeyinin bu soğukluğu karşısında biraz şaşırmıştı, ama kendi kendine : “zaten abim soğuk biriydi” diyerek geçiştirmişti. Hastahane koridorunda karşılaşmışlardı iki kardeş. Kaç yıldır birbirlerini görmemiş olmalarına rağmen, aralarında hiç bir özlem yoktu. Ağabeyi oldukça kilo almış besili bir kazı andırıyordu. Yaşlanmıştı da… Yürürken, kazların yalpalaması gibi, bir sağa bir sola sallanıyordu. Et tokmağını andıran burnu, yüzünün tam ortasında kocaman antik bir nesne gibi duruyordu. Yüzüne bakıldığında insanın gözüne ilk çarpan organıydı burnu. Bir elide burnundan hiç inmiyordu. Belli ki burnunun büyüklüğünü ilerlemiş yaşına rağmen kabul edemiyordu cinciloş. Eliyle onu saklamaya çalışıyordu sanki. Garibe ağabeyinin hiç değişmeyen bu haline gülümsemiş, “hâlâ maden bulamadın mı abi” diye takılmıştı. Daha sonra iki kardeş, Kars’taki baba evine gelmişlerdi. Cinciloş, yol boyunca kız kardeşine seyahatlerinden dolayı hep alaycı sözler sarfetmiş, onun yaptığı işleri küçümseyerek hayal dünyasında yaşadığını anlatmıştı. Kadın başına nasıl gezebiliyormuş diye uyarmıştı. Garibe, ağabeyisinin kendisine mizahi takılmak istediğini düşünerek, bütün söylediklerine olumlu katılmış “ya abi olur mu, böyle gerekiyor, böyle yapmam lazım” diyerek geçiştirmişti. Gerçekten aklına kötü hiç bir ihtimal getiremiyordu. Cinciloş ağabeyi her ne kadar Garibe’yi iynelese de, kızkardeşinin saflığından dolayı fazla açılamıyordu. Baba ocağında aradan bir kaç gün geçmişti. Ağabeyinin Garibe’ye yaklaşımı aynen devam ediyordu. İkide bir: “Garibe, burada ne kadar kalacaksın?” Sorusunu soruyor, ardından sorusunun cevabınıda kendisi veriyordu: “bir hafta sonra git, sıkılırsın.” Garibe ne diyeceğini şaşırıyor, sanki onun kendi evindeymiş gibi hissediyordu kendisini. Sinirleniyor ama “töbe töbe” diyerek sakinleşiyordu. “Ya abi gideceğim daha yeni geldim, dur bir özlemim gitsin, hem niye sıkılayım ki, babamı görmeye geldim, bak işte seninlede karşılaştık onca zaman sonra, daha benim görmek istediğim yerler de var, hem neden gitmemi istiyorsun?” Garibe’nin sakin tutumu ve bu sözleri karşısında her seferinde susmak zorunda kalıyordu cinciloş. Aradan bir hafta geçmişti; fakat bu bir hafta Garibe’ye haram olmuştu. Sabırla ağabeyisinin iynelemelerine boyun eyiyordu. Garibe’nin yemek yeyişinden, dışarda oturuşuna kadar, giyiminden sigara içişine kadar, evde kahvaltı hazırlayıp hazırlamadığına kadar, alışveriş yapıp yapmadığına kadar, her şeyine karışmış, sürekli onu kavgaya telkin etmeye çalışmıştı. Garibe genelde susmak zorunda kalıyordu. Hani Kars yöresinde büyüklere saygı mecburiyete dayandığından bir de, ağabeyinin neden öyle davrandığını bilmediğinden bir türlü yorum yapamıyordu. Cinciloş ağabeyi, kendisine bir şeyler söylemek istiyordu, ama bir türlü baklayı ağzından çıkaramıyordu. Kars’ın çok şirin bir köyünde doğdu cinciloş. Kaz gibi toparlak olduğundan da kendisine cinciloş adı verildi. Cinciloş kaza benzerliğine aldırmadan, kuzuları otlatarak büyüdü. Daha sonra okulunu devam edebilmesi için Kars’ın merkezine yerleşti ve başarıyla İstanbul tıp fakültesini kazanarak doktor oldu. Doktor olmasına oldu ama beynindeki kaz hücrelerini lakîn değiştirememişti. Otuz beş yıldan fazla çalıştığı hastanehanelerde kalıcı bir nitelik bırakmadığı gibi, hiç bir akrabasına da doktor olarak yardımcı olmamıştı. Yeğeninin önemli bir hastalığında, aile doktor olan cinciloştan yardım umarlarken, o sıradan biri gibi, diğer ziyaretçilerle beklemişti. Ama kızkardeşinin işlerine karışmayı seviyordu, o bir erkekti! Feodal kültürün vermiş olduğu zihniyetle erkeksi geçiniyordu. İnsanlara bakışı, kendi iç dünyasında ki gibi, kendi psikolojik sorunlarıyla bağnaz kalmıştı. Kars yöresinde doktorlara bakış ise « büyük adam » anlamında olduğu için cinciloş’un ailesinde de bu görüş pek hakîmdi. Baba evinde bu büyüklük sıfatından ziyade, parasıyla herkesin ağzını bağlıyordu. Ev halkının kendisine iyi davranması için alışveriş yaptığını söylüyordu Garibe’ye. “Ne iğrenç bir fikir bu abi” demişti Garibe. Ağrı’da uzun zaman görev yapmış epeyce para kazanmıştı. İki müstakbel evi, bir arabası ve bankalarda kendi değimiyle, oldukça birikmiş parası vardı. Bir kendisi ve eşi vardı. Yıllar önce kızkardeşi Garibe’ye bin lira ödünç para vermişti (500 ero tutarında.) Daha sonra Garibe iade etmek istemiş, ama ağabeyi almamıştı. Oldukça iyi para kazandığı bir halde şimdi, Garibe’den o parayı almak istiyordu. Garibe onun kendisinden para istemesini ihtiyacından dolayı değilde, gıcıklığına istediğini tahmin etmişti. ---Garibe, dedi ağabey. Sesinin soğukluğundan yine kendisine soğuk bir şeyler söyleyeceğini hissetti Garibe ve kendisine dönerek: ---Buyur abi? --- Hani sana yıllar once bin lira vermiştim ya, şimdi onu ver! Garibe biraz şaşkın, ne diyeceğini bilmedi. Fakat para isterken verdiği sözü hatırladığından bir an duraksadı. Üzerinde o kadar parası yoktu, üstelik biraz gezmek için gelmişti baba evine. Şaşkınlığı geçtikten sonra biraz da tedirgin: --- Ama abi ben o parayı sana vermek istemiştim ama almamıştın, şimdi birden istemen şaşırttı beni hem üzerimde yeterli miktarda param yok, diye kekeledi. --- Ben anlamam, verdiğim parayı istiyorum, bana ne senin durumundan! Borç borçtur! Diyerek kesti soğukça. Garibe “tamam” diyerek sustu. Fakat beyninde sorularla, ağabeyinin tavırlarındaki soğukluk konusunda yanılmadığını anladı. “daha dur bakalım neler çıkacak” dedi kendi kendine. Daha sonra Garibe üzerinde yeterli parası olmadığından, kolyesini ve yüzüğünü satarak ağabeyiden aldığı borcunu ödedi, böylelikle Garibe’yi hüsrana uğratamamıştı cinciloş. Bir kaç gün sürekli gıcık davranışlarıyla yetinemedi cinciloş. Evde alışverişe kadar, her şey de Garibe’ninde katılmasını diretiyordu, sanki o tersi işler yapıyormuş gibi. Garibe, ya çok saftı, ya da nasıl davranacağını bilmediğinden, kendisine yapılan onca haksızlığa hâlâ sus kalıyordu. Kendisine söylenenleri sadece kafasında sorularla geçiştiriyordu. Cinciloş bazan da “kızım sana diyorum, gelinim sen işit” tabirinden mahalle kadınları gibi laflar atıyordu. Baktı ki onun bir türlü evden gitmesini sağlayamıyor, bu sefer de kendisiyle kavga çıkarmasına teşvik ediyordu. Ev halkını katmaya çalışıyordu, ama Garibe her şeye rağmen, onlarla da iyi geçiniyordu. Kimsenin yaşam biçimine karışmadan, baba ocağına olan özlemlerini gidermeye çalışıyordu. Ne yengesi, ne de yeğenlerinin Garibe’ye tavır almadıklarını gören cinciloş: “siz böyle sessiz kaldıkça ve yüz verdikçe bu daha burada kalır” diyordu açıkca. “Sen neden bir şey söylemiyorsun bu kızına, öyle her istediği yere tek başına gidiyor” diye yaşlı babasınıda katmaya çalışıyordu. Bu kadar teşvik karşısında yeğeni Figen dayanamıyıp: --- Ya amca, halam sana bir şey yapmıyor ki niye anlaşamıyorsun? Ve bizi niye karşıtırıyorsun? Diye sitemini dile getirmişti. Bu soru karşısında yeğenine ters ters baktı ve cevap vermedi cinciloş. Bir şey söylediyse de, Garibe onları artık dinlemedi. Bir kaç gün daha geçmişti. Cinciloş: ---Garibe gel birlikte bir araba kiralayalım, biraz sen biraz da ben para bırakalım, böylece piknik yapar, yemlik falan toplarız, bir de Kars’ın bazı yerlerini birlikte gezeriz, dedi. Bu teklifi yine gıcıklık olsun diye yaptığını anlamıştı. Garibe: --- Tamam abi, sen nasıl uygun görürsen öyle yapalım dedi. Cinciloş yine Garibe’yi kızdıramamıştı. Ve birlikte “Kâzım paşa” caddesinde arabaların kiranladığı bir yere gittiler. Ofisteki görevli her ikisininde ehliyetlerini isterken, Garibe ile bir sohbete daldılar şoförlük üzerine. Yan tarafta cinciloş kız kardeşinin böyle kırk yıllık ahbaplar gibi görevli ile sohbet edişini kabüllenmediğini belirtir bir şekilde görevliye dönerek: --- Beyefendi, siz işlemleri yapın biz birazdan geliriz dedi konuşmalarını bölerek ve kız kardeşine: “hadi kalk gidelim, mağazadan alacağım bir şeyler var” diyerek ters ters baktı. Garibe ağabeyisinin kendisini kıskandığını anladığından itiraz etmedi ve ofisten çıktılar. Bir mağazaya giderek bir şeyler alıp geri geldiler. İşlemler tamamlanmıştı, kiraladıkları arabayı alarak eve geldiler. Daha sonra ev halkıyla birlikte, Kaz köyünde piknik yapmaya karar verdiler. Ve gittilerde. Giderken Kaz köyünde ikâmet eden dayı çocuklarını görmemek için cinciloş: “Onların olduğu yoldan geçmiyelim” dedi. “Bizi görürlerse hepisi üşüşecekler, en iyisi biz aşağı yoldan gidelim.” Garibe içinden hayret etmişti ağabeyisinin bu düşüncesine, ama ses etmeden yollarına devam ettiler. Artık ağabeyi ne derse herkes ona uymak zorunda kalıyordu. Yoksa her şeyin berbat olması elden değildi. Niyahetinde hiç bir gölgelik yeri olmayan düz bir tarlaya piknik için konakladılar. Güneşin kavurucu sıcaklığı altında, piknik yapmak pek zor oldu. Her şeye rağmen mangallarını serinlikte gibi yapıp evlerine döndüler. Pek keyif almasalarda ve yakıcı güneşin altında piknikleri istedikleri gibi gitmese de, cinciloşun hatırı için hepisi çok güzel geçmiş gibi davrandılar. Cinciloş esmer tenli olduğu için güneşin etkisiyle de, kırmızı pancar rengini almıştı. Üç kişilik kanepeye tek başına sahiplenerek, bir eliylede antika burnunu yuvarlayıp duruyordu. Her halinden bir şeyler düşündüğü belli oluyordu. Epeyce sus pus bir şekilde öylece kaldı ve neden sonra “gelin okey oynayalım parasına” dedi. Fulya, Şule ve Garibe bu teklif karşısında birbirine bakıştılar ve hep birden “tamam” dediler. Okey oynandı ve Garibe ile Şule kaybederek paraları ödemek Garibe’ye kaldı. Daha sonra güneşin verdiği yorgunlukla da herkes erkenden uyudu. Fakat cinciloş yeni bir av yakalamış olmanın avantajını kaçırmayacak, ertesi sabah, bir kaç kez daha okey oynamaya davet edecek ve her seferinde de, Garibe yenilince, hesapları o ödemek zorunda kalacaktı. Böyle devam edince, yengesi dayanamayıp: “ay ağabeyi ele durmadan Garibe’nin parasını alırsan” diye uyaracaktı. Fakat Garibe, kendisinin oyunu kaybetmesinden de cinciloş’un gıcıklık yaptığını biliyordu. Gün ortasında yeğenleri, Garibe ve cinciloş birlikte yemlik toplamak için karar aldılar. Ne de olsa altlarında epey para ödedikleri bir araba vardı. Erzurum yolu üzerinde bir tarlaya vardılar ve yemyeşil, amber gibi, kekik kokulu tarlada yemlik toplamaya koyuldular. Tarla doğal haliyle o kadar görkemliydi ki, seyretmek cennetin kapılarını anımsatıyordu. Esen hafif ve serin rüzgâr, insanın içini ferhalatan bir koku yayıyordu. Şehrinin görkemli güzelliklerindendi doğanın bu bakîr hali. Yemyeşil otlarla yemlik birbirine karışmış, diz boyu ot insanın yaşama iştahını kabartıyordu adeta. Garibe doğayı böylesine samimi görünce, otlarlarla, böceklerle, haşır neşir olmak için açılmak, uzaktan gördüğü kırmızı gelincikleri bir çocuk coşkusuyla toplamak istedi ama cinciloş, sanki onun bu mutlu halinden rahatsız olmuş gibi, izin vermeden “hadi gidiyoruz” dedi. Garibe : “ya abi az daha topluyalım, ya abi biraz daha dur, biraz daha kalalım” diye diretmekten dilinde yemlik bitti. Yalvarmaları ikna etmemişti ağabeyiyi ve bir iki tutam yemlik toplamadan yola koyuldular. Doğanın muhteşemliğini içine tamamen çekemeden hevesi kursağında kaldı Garibe’nin. Arabayı kullanan ağabeyinin yanına oturdu. Arabanın arka koltuklarınada Fulya ve Şule yerleşti. Yolda ilerlerken aralarında şöyle bir konuşma geçti: ---Garibe, dedi cinciloş… ---Efendim abi diye cevapladı Garibe. --- Gel seni Kaz köyünden biriyle evlendirelim. ---…! Garibe doğanın güzelliği ile sarhoş içini okşarken duyduğu bu söz karşısında irkildi. “Haydaa, nerden çıktı bu fikir şimdi” ama hemen kendisini toparlayarak, “şaka yapıyorsun değil mi abi” diye sordu. Ağabeyi, alaylı bir şekilde: ciddiyim tabi ve başıylada onayladı. Garibe üzgün: --- Aşk olsun abi, bana nasıl layık görüyorsun Kaz köyündekileri, dedi… Cinciloş, bu cevap karşısında sanki kendisine hakaret edilmiş gibi ses tonunu yükselterek: --- Kızım seni kim alacak? Mühendis mi alacak seni, doktor mu alacak seni, öğretmen mi alacak? Ha söyle seni kim alacak kızım? Sana köyden bir tane buluyorum daha ne istiyorsun? Garibenin miydesi bulandı bu sözler karşısında, hiç bir şey diyemez oldu. Kendisinin öz ağabeyisi tarafından bu derece aşağılanması, çok derinlerden yaralamıştı kişiliğini ve gözleri buğulanarak arka koltukta oturan yeğeni Fulya’ya baktı. Fulya, halasına bu aşağılayıcı sözler karşısında sadece gözlerini kırpıştırmakla kalmıştı. Şule’de genç yaşına rağmen etkilenmişti amcasının bu aşağılamasından. O boşanmış bir kadındı, bir doktorla evlenemezdi. Garibe, uzun yıllar evli kaldığı ama bir türlü anlaşamadığı eşinden ayrılmıştı. Evliliği boyunca eşinin isteği üzerine hep pasif kalmış, hayellerini gerçekleştirememişti, ama şimdi kendi ayaklarının üzerinde duran biriydi. O çok hayalini ettiği seyahatleri, görmek istediği mistik yerleri ziyaret ediyor, yeni yeni insanlarla birlikte yeni kültürler tanıyordu. Bir çok farklı yerlerde kendisi gibi düşünen bir çok dostu ve arkadaşı vardı. Ağabeyiye göre boşanan bir kadının yeri eviydi ve evden dışarı çıkmamalıydı. Kadın boşandığı zaman hayat onun için bitmiş demekti ve boşanan kadın boş olduğundan herkesle ilişki kurabilir mantığı hakîmdi. Boşanmış olmasından ziyade, bir kadın kendisini koruyamazdı ve bir kadının tek başına gezmesi namussuzluktu. Sanki kadının namusunu kocası koruyordu gibi… Sahi namus kavramı neydi, evde oturmak mı? Garibe’nin aklına cinciloşa bir şeyler hatırlatmak geldi, ama buna da gerek duymadı, ne de olsa dinletemeyecekti. Sustu Garibe ve eve geldiğinde sadece yengesine dert yandı… Toplumsal olarak toplumun boşanan kadınlara bakış açılarını anlıyordu Garibe, ama öz ailenin kendi öz kızkardeşlerine böyle bakılmasını anlıyamamıştı. Epeyce sessiz kaldıktan sonra Garibe, kendisini bu düşüncelerden hemen sıyırdı; « fikirler kişileri bağlar » dedi kendine, sonra « her insan kendinden sorumludur » diye ekledi. Garibe’nin mantıklı düşünüşleri, yaşadıkları kendisini yaralasa da, ağabeyisine karşı kötü davranışlar sergilemesinden koruyordu. Böylece bir günü daha sorunsuz geçirmişti Garibe. Aradan bir iki gün daha geçti. Garibe yine cinciloşa saygılı davranıyor, dediklerini aynen yaparak, çok şeylerini görmezlikten geliyordu. Yine bir sabah erkenden uyandı ve çarşıda bir dostunu ziyarete gitmek için hazırlandı. Güzel giyinmiş, makyaj yapmıştı. Ağabeyinin dikkatindan kaçmamıştı Garibe’nin bakımlı hali. Besili kazlar gibi uzandığı koltuğundan, (yine üç kişilik kanepeye uzanık) baştan aşağı kızkardeşini süzerek: ---Hayrola Garibe, nereye böyle? Garibe: --- Bir arkadaşımı çalıştığı yerde ziyarete gideceğim, dedi. Cinciloş: --- Tanıyor musun arkadaşını? Garibe böylesi garip sorularada kendisini alıştırarak: --- Evet abi, hatta geçen sene Şule ve Fulya’yı tanıştırmıştım, birlikte gezmeye gitmiştik, dedi… Cinciloş: --- Sen kendin gidiyorsun bari bunları götürme, eliyle Şule’yi göstererek; bunlar masumdur. Garibe’nin bir kez daha miydesi bulandı bu sözler karşısında ve bardaktan son damla taşmıştı artık. Acıyarak baktı cinciloş’a birazda sinirli: --- Yeter artık abi, şu ağzındaki baklayı çıkarda rahatla artık dedi. Ve sanki kaz göbekli, ağabeyisi bu anı bekliyormuş gibi parladı. Artık ne dediğini bilemiyordu. Saymaya başladı... Kendisinin boşanmış bir kadın olarak neden seyahat ettiğini, paraları hep yollarda yediğini, (sanki kendi parasını harcıyormuş gibi) tanımadığı insanlarla neden görüştüğünü söyledi. “Sen boşanmış bir kadınsın, otur evinde, ne işin var senin İstanbul’da, sen bu gezmelerinle yosmalık yapıyorsun” dedi. Garibe bu ağır hakaret karşısında dahi soğukkanlığını koruyabilmiş, yine gayet sakin bir halde: --- Teşekkür ederim abi, nihayet yüreğindeki pislikleri kustun, rahatla şimdi dedi. Bu söz üzerine cinciloş, ayağa kalkarak hiddetle: --- Defol git bu evden, senin bu evde oluşundan yengem rahatsız, babam rahatsız, eliyle yine Şule’yi göstererek, kızlar rahatsız. Çık git gözümüz görmesin seni… Garibe soran gözlerle yeğeni Şule’ye baktı; Şule halasına acıyan gözlerle ve başını vakur bir şekilde “yok öyle bir şey” der gibi yana salladı. Garibe ağabeyisini hiç böyle görmemişti. Onun yoz olduğunu biliyordu ama bu derece olabileceğini aklına bile getirmemişti. Öyle ki, Şule olmasaydı gördüğü manzarayı kime anlatsa inandıramazdı. Cinciloş yanına yaklaşılan insanlardan korkan ve kendisini korumak için kabaran hindilere benziyordu. Konuşması bile hindilerin o kızarak çıkardığı ses gibiydi. “uuuurrrrr” Aşırı kilolu oluşundan, zorlukla nefes alıyordu. Her sözünün ardına da “çık git bu evden” diyordu. Garibe bir an susarak doktor adı altına sığınmış domates gibi kızaran bu zavallı insana baktı. Cevap vermesi işe yaramayacağı gibi, söylediklerinide duymayacaktı. Aklından hemen çıkıp otele gitmek geldi, ama hemen toparlandı. Bu ev doğup büyüdüyü evdi, öz babasının evi… Niye gidecekti ki! Sakin bir halde “sen git, ben gitmiyorum, benim de babamın evidir” “Allah belanızı versin” dedi ve kendisini daha fazla tutamayıp ağlamaya başladı. Cinciloş’un hiddeti geçmek bilmiyordu ve Garibe’yi bağlamayan bir çok şeylerle diğer kız kardeşlerinin ve İstanbul’daki yeğenlerininde kendisinin gezmelerinden rahatsız olduğunu söyledi. Anlaşılıyordu artık gerçekler. Ta baştan beri cinciloşun kendisine karşı olan davranışlarının diğer kız kardeşleri ve yeğenleriyle bir arada, Garibe’nin özgürlüğünü kabullenemeyip kendi aralarında konuşmuş, bol bol dedikodu yapmışlardı ve cinciloş, bu birikimleride hafta boyunca boşaltmaya çalışmış ama en sonunda patlamştı. Garibe oldum olası onlarla hep iyi geçinmişti. Onlara zarar verecek en ufak bir şey bile yaptığını hatırlamıyordu. Özellikle cinciloş’la en iyi anlaşanda kendisiydi. Onlara nasıl zarar verebilirdi ki, çok ufak yaşlarda onlardan ayrılmış, kilometrelerce uzakta yaşıyordu. Onları yıllarca görmediği anlarü vardı. Garibe yaşadığı uzun yıllar, pek zor durumlar yaşamış, zor durumlarda kaldığı anlar olmuştu. Hayata hep tek başına göyüs germiş, kendi yaşamını kendisi kurmuştu. O zor anlarında bu kardeşlerinin hangisini görmüştü yanında? Görmek belki olanaksızdı ama, hangi birisi manevi bir destek vermişti? Geçirdiği bir kaza sonucunda ölüm döşeklerinde yattığı anlarda bile, hangisi bir telefon edip “geçmiş olsun” demişti? Cinciloşun yeşil pasaportu vardı ve istediği an gelebilirdi kızkardeşini görmeye, ama nerede? Ve o kadar yoksul anlarında oldukça varlıklı olan bu kardeşlerinin hangisi bir yardımda bulunmuştu? Yok! Onların kendisine destek oldukları hiç bir şey hatırlamıyordu. Peki şimdi kendisinin özgürlüğünden neden rahatsızlardı? Kendisinin ayakları üzerinde duruşundan neden rahatsız oluyorlar, onun yaşamına neden karışıyorlardı? Bekârdı Garibe, bir erkek arkadaşı, bir sevgilisi olamaz mıydı? Bir kadının namusunu bir erkek mi koruyordu? Bir kadının kişiliğini birileri mi belirliyordu? Garibe bunları düşünürken, cinciloş hiddetini alamamış olmanın hırsıyla babası ve yengesini örgütlüyordu kapının eşiğinde. Garibe’nin sessiz kalışı onu daha kötü etmişti: --- Kovalayın bu kızı, yoksa ben gideceğim! Hâlâ ağabeyisinin o Hindi gaklaması sesini işitiyordu Garibe. Yaşlı babası çaresiz, olanları anlıyamamanın üzüntüsüyle ne diyeceğini bilemiyorlardı. Yengesinin yalvaran sesini duydu Garibe: --- Olur mu öyle şey ay ağabeyi, babasının evidi, hancarı gavalıyım! Babası sessiz ve o yaşlı haline rağmen kaz kafalı oğlundan daha aydındı. Olumsuz hiç bir şey söyliyemiyordu. Nihayet cinciloş kimseyi ikna edemeyeceğini anlayınca sustu bir süre. Gece boyunca kız kardeşinin arkasından atıp tuttu. Garibe bu esnada en çok sevdiği bir kitabı bitirdi mutfakta ve asla ses etmedi. Ertesi sabah, dünkü olayı tamamen yok saymış, kendisi kahvaltısını yalnız almıştı. Garibe’nin bu hali ağabeyiyi daha tahrik etmiş olacak ki, ne olduğunu anlamadan, hiddetle çantasını alarak çekip gittiğini gördü. Ağabeyisinin gidişiyle savaşı kendisi kazanmıştı, ama onun önünde ağladığı için kendisini bağışlamıyacaktı. Oldukça keyifsizdi. İçinden lanet okudu faodalizmin kırıntılarına. Toplumun bir kadına bakış açısını bir kişinin değiştirmeyeceğini biliyordu. Toplumun değer yargılarını çiyneyecek hiç bir harakette bulunmadığını da biliyordu. Özgürlük kendi değer yargılarını kaybetmek demek değildi. Bunu çok iyi biliyordu Garibe ve bu değeri daima taşıyordu yüreğinin bir yerlerinde, ama insanlar yanlış düşünecekler diye de kendi prensiplerinden vaz geçemezdi. Bütün düşüncelerini bir kenara bırakarak, tek bir şey kalıyordu geriye; herkes kendi yolunda ilerleyecekti. Yozlar yozlarda kaz kalacak, öküzler öküzlerle sabana koşulacak, bilginlerde bilgelerle bir avuç olacaktı… Bir kez daha inandı Garibe, toplumun içerisinde bireysel değişimler ve gelişimler çok önemliydi. Kişiler önce birey olarak gelişmeliydi. Salt yaşadığı toplumun kültürüyle kalınsa bile, o kültürün yoz kırıntılarını ayıklamalıydı. Dünyaya bakış, insan sınıfından bakılmalıydı. Ve bir başkasının yaşam tarzı topluma ve insanlığa zarar vermediği sürece yalnızca kendisinden sorumluydu. Artık Garibe için biyolojik ağabeyisinin, ya da kız kardeşinin olmasının bir anlamı kalmamıştı. Kardeşliği de kardeş yapan görevleriydi. Garibe Ağabeyisinin kendisine onca söylediklerinden sonra, onu abisi olarak düşünemezdi. O sadece anılarında zehirli bir fikirdi artık. Denizleri kirleten lağım sularıydı onun gibi düşünen insanlar… Ve iki hafta baba evinde kaldıktan sonra kendi evine dönerken, annesi yerine koyduğu ablasınında kendisi için « Garibe aklını kayıp etmiş, düşmüş ortalığa dolaşıyor » diye söylediğini de öğrenmişti. Böylece Garibe, kendi çizdiği yolda ilerlemek için ebedi terketti yozu-ahkâm gidişatlarını ve o yine her zaman olduğu gibi, tek başına göyüs gerekti hayatın çirkeflerine ve kim bilir belkide güzellikleri paylaşacağı birileri olacaktı mutlaka kendisi gibi düşünen… Kars-Haziran 2010 Sevgili Özbek
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Sevgili Özbek, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |