..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
"İşimden büyük tat aldığımı söylemeliyim." -John Steinbeck
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Fantastik > Funda PAKTAN




1 Nisan 2014
Beyaz  
Funda PAKTAN
"Göre"lik çeşitlemesi keyfi...


:AGDF:
BEYAZ

Menteşelerinden yırtılmaya koşan kapı, ne içerdekilere ne de dışarıda bıraktığına bakmadan, yüzünü gözünü döküp kasnağına kilitledi kendini hınçlı bir sesle… Herkes ve her şey susmuştu, bu sarsıntıdan ne bir adım daha atmaya ne de ses çıkarmaya kalmayan mecal, yığılmak istercesine ağırlaştırmıştı kendini dizlerde ve sözlerde… Gece, dışarıdan girip merdiven boşluğuna, sinsice tırmanıyordu basamakları… Ayaklarının ucunu yakalayana dek bekledi adam gecenin istilâsını, kalan tüm cesaretini, basamakları inip bedenini, betonla doldurmuş gibi, sokaklara sürüklemeye topladı.

Kapının ötesinde bırakmıştı bulaşık suyundan hallice ışığın altında ruhu üşüyen karısını, borç senetlerini mümkünsüz, yakınlarının yıllarca biriktirdiği kinlerini, kapatmak zorunda kaldığı işyerinin cefalı anahtarını ve dahi umutlarını, arzularını, elbette hayallerini… Yetimliği hiç bitmeyen arka sokakların itleri, baldırlarından ümitlenmedeyken koştu, koştu, koştu… Yol yoktu ona aheste yürüsün, ışık yoktu ona heveslensin, isim bile yoktu ona kendini bilsin… Koştu, koştu, koştu; ama bırakmadı ki nefesi ölsün. Düş kırıklarının güçsüz bıraktığı elleriyle gırtlaklamaya kalktı nefesini, acı bir fren sesiyle koptu elleri boynundan, açıldı iki yana, uzandı ayrıca gözlerini yakan farlara… İki far ışığıyla kopardı kendini yol ortası cinnetten hiçbir şey olmamış, kimse de suratına trafik sövgüsü yollamamış gibi dolmuş durağına seğirtti, gelen ilk dolmuşla şehir garajına gitmek üzere yıktı kendini koltuğa…

Bodrum’a bir otobüs bileti… Yolcu biletinden öte bir şeydi bu 33 numaralı koltuğun sahipliği; üç seçenekten biriydi: Gidecekti ve yüzerek Yunan adalarına kaçacaktı, gidecekti ve kimliksizleşerek kanı çekilip kuruyana dek yiten bir balıkçı olacaktı; gidecekti ve bilinçaltında yaşamı boyunca istemsiz biriktirdiği orospuluğu, en uçlarda ve hayvanca yemleyecekti. Her halûkârda unutmaya mahkûm edecekti tüm tinsel ve tensel coğrafyalarını, arslanların yaşadığı yerlere gidebilseydi, zevkle de seyredebilirdi etlerinin lime lime edilişini…

Sabaha karşı göründü Yokuşbaşı… Ölüm, bu kadar mavi olabilir miydi ya bu kadar sakin? Olamaz elbet, diye geçirdi içinden, elmanın içindeki kurdu, sen ısırana kadar ne denli özenle sakladığı geldi aklına, ceketinin koluyla koparmak istedi tek tek, kurt tadı düşmüş papillerini, konuşmaktan vazgeçen dili, hafızasını yitirecek ölçüde hırpalandı kumaşın altında…

Ne valizi vardı ne parası… Kayaya çarpılan bir ahtapot gibi içindeki zehir çıkarken ölmek içindi karaya vuruşu. Kendini attığı bu sahil çaresizliğini örtecek kadar büyük değildi; ama haykırışlarını tüketecek kadar sessizdi… Sabırla, teker teker, bağrını aça aça yuttu haykırışları, sonra doldurdu yutağa serinliğini, sonra tekrar söktü hançereden kalan son çığlıkları… Sadece bağırarak ölebilir miydi bir insan bilmiyordu adam; ama biliyordu ki bağırarak delirmek pek mümkündü… Bayıldı… Belki de aklı yelken açtı, terk edip karmaşık evini…

Zamansızlığa aralandı gözleri, beyaz bir silüet kumlara değmeden ve bırakmadan ayak izini yaklaştı fütursuz. Anlamaya çalışma çabası bile göstermeyecekti, “Banane!” deme halleri çökkün omuzlarında şımaralı epey zaman olmamışken. Gözlerini bıçak gibi kesen beyazlıktan kurtulmak için doğrulmaya çalıştı yığıldığı yerden. Gülümseyen bir beyazlık esti kirpiklerine. Bu dünyaya ait olmayan bembeyaz bir kadın vardı sanki karşısında, Cennet’te olduğuna hükmetti bir an, gevşetti kastığı vücudunu, gözleriyle Tanrı’yı aradı… Uçuşan beyaz etekler, adamın tam önünde kumlara sokuldu ve sokuldukça oyuldu kumların karnı, bir çukur oluştu… Çukur, beyazdı ve doluydu; neyle doluydu anlamak olanaksızdı körelmiş dimağla. Öylece bakıyordu beyaz çukura, esintilerin minik dalga yayılımları çukurdakinin sıvı bir şey olduğuna delil olmak için sıraya giriyordu. Silüetin zarif elleri, adamın düş kırıklı ellerine uzandı, şaşırdı ve ürperdi adam: “Ne kadar beyaz ve ne sıcak eller!” diye yadırgamaktan alıkoyamadı kendini, yanıyordu elleri ateşe tutulmuş gibi… Zarif ellerin yardımıyla iki elini beyaz çukura soktu ve yavaşça çıkardı. Beyaza kesmişti adamın da elleri ve aynı dalga salınımları parmaklarının ucuna değin gidebiliyordu; bıraksa akacaktı bilekleri…

Zaman araladı gözlerine maviyi… İşte o an halisünasyon gördüğünü düşündü ve gücünü toplayıp kalkmaya yeltendi, ellerini dayanak yapmak istediğinde onları gördü; o bembeyaz elleri… Bedenine ait olmayan bir parçaymış gibi söküp atmak istedi ellerini, kumlara gömdü; çıkardığında değişen bir şey olmadığını da gördü. Tüm eylem yine hançerenin hırıltısına ihale edilmişti, hem bağırıyor hem koşuyordu delirmiş gibi. “İyi de olmuş halleri”yle koşuyordu; delirmişliği, kurtulmuşluğu olabilirdi üç seçenekten… Koştukça uzaklaştı sahilden üç beş insanın dehşete sığınmış bakışlarına aldırmadan bir saçak altı, bir duvar dibi aranmaya başladı gözleri; sığınacak ve sığındığı yerde küçülecek küçülecek, nihayetinde yok olacaktı ümidince… Denedi bir saçak altını, olmadı; bir duvar dibine çarptı kendini, olmadı, bir daha çarptı, yine olmadı. İterek cezalandırmak istedi kayrak taşlarından azamet yükselten duvarı. El el kaldı beyazlık… Sevindi, ellerini kurtaracak olmanın heyecanıyla sırtını kaşıyan bir hayvan gibi sürtündü varlığıyla duvara… Olmadı, gelmedi eski elleri geriye… Emanet taşır gibi hemen yandaki bir taş evin salaş böğrüne dayadı ellerini, oraya yapışsınlar bir daha da ayrılmasınlar dercesine böğrüne böğrüne sokuldu; ama ne çare… Bir beyaz lanet, gelip oturmuştu avuçlarına… Ellerini kapıp yeniden bir diğer duvara koştu, soyana kadar sürtecekti ellerini hatta belki de tüketene kadar uzuvlarını değirmen taşıyla öğütecekti… Olmadı… Geride bıraktığı üç duvarda hamlesi yapılan cinayetin beyaz kanla bırakılan ipuçları vardı, üstelik katil açıkta ve 'mahal'i, cinnetine boyamak adına yalpalayıp duruyordu. Bîtap düştü… Yüzüstü kapaklandı yere… Etraftan ne olduğu ayırt edilemeyen birtakım sesler duyuldu…


Keskin kolonya kokusuyla açtı gözlerini, tenleri kavruk üç beş insan “İyisin, iyisin!” Derken arkalardan gelen cılız ses, kim olduğuyla nerden geldiğiyle ilgili fısıltıları salıyordu kulaklara. Kır kahvesinin yan yana sıralanmış ahşap sandalyelerinden sırtını ayırıp oturdu, önüne bırakılan çaya uzandı elleri, elleri eskisi gibiydi… Yöresel ekmekten kopardığı bir parça bile yadırgamamıştı ellerini. Kendisine sorulan hiçbir soruya yanıt vermedi, duymadı bile birçoğunu hem duysa ne diyecekti; dilsizi oynamak en kolayıydı. Boğazı ıslandıktan ve karnını doyurduktan sonra yaşadıklarının ne olduğunu anlamak üzre kimseye bakmadan kalktı ve aynı sahile yürümek üzre yola koyuldu.

Sahil, sessiz değildi sabahki gibi… Tadilatının sürdüğü belli olan bir dükkanın kapı kenarına ilişti sakince… İstedi ki gün bitsin, herkes gitsin; öyle de oldu. Gün batınca iyiden iyiye sakinleşti hem deniz hem sahil; ama gittikçe soğudu hava… Doğu’nun karlı dağlarında yapmıştı askerliğini, bilirdi soğukla baş etmeyi; ama ruhu üşüyen bir insanı hiç kimsenin ve hiçbir şeyin ısıtamayacağını da bilirdi. Sağı solu arandı, bir branda eskisi buldu, içine girdi, yıllarca uykusuz kalmışçasına yumuldu uykuya. Unutmaya kısa bir çaredir uyku, koynuna sokulmayı başarabilirsen… Ne kadar uyuduğunu anlayamadı, yüz yıl kadar mı yoksa bir dakika kadar mı? Aynı beyaz silüet ona doğru geliyordu, denizden geliyordu yine, nedense hiçbir yeri ıslak görünmüyordu. Kıpırdayamadı bekledi öylece. Aynı seramoni yinelendi, kumda açılan çukurda beyazlık vardı ve zarif eller yine kavramıştı adamın elini ve bu beyazlıkta yıkanıyordu elleri.

Neden sonra zamana açtı gözlerini ve ellerini dalgalanan beyazlıkta gördü bir kez daha, delirmeye başladığına hükmedecekti biraz muhakeme gücü kalmış olsaydı. Fırladı yerinden, koştuğu yola bile bakmadan gözleri ellerinde kilitliyken, beyaz çıldırmışlığı bırakacak bir yer arandı. Önüne ilk çıkan evin duvarlarına sürttü ellerini yırtarcasına, boyunun yettiği her yana sürdü defalarca. Çıkmadı lanet… Hemen bir diğer evin duvarına yeltendi, yerden ellerinin uzanabildiği her yere değin beyazdan kurtulmaya çabaladı, yer kalmadığında bir başka duvara atıldı... Gece boyunca duvarlara yağdırdı ellerini, kaç duvar nasiplenmişti bu paralamalardan bilmiyordu, sayı sayamayacak kadar gitmişti aklı başından, 33 numaralı evin duvarlarına ellerini yığdığında bayıldı…

Günün sabahında evlerinin duvarlarını düzensiz beyazlara çalındığını gören yöre insanı bir yandan söyleniyor, bir yandan da bunu, kimin yaptığını öğrenmek istiyordu ve herkes birbirinden medet umuyordu yanıt konusunda. Üstelik tek sorunları bu da değildi; zira kurtulmak istedikleri beyazlık her ne yaparlarsa yapsınlar çıkmıyordu. Üstüne başka boyalar sürmeyi bile denediler; ama ne çâre… Hiçbir renk kapatmıyordu düzensiz beyazları…

33 numara, kapının dışında kalmıştı; adamsa içerdeydi. Hiç bilmediği bir evin içinde. Belli ki evin kapısında yığıldığında birileri onu içeri almıştı. İtiraz edecek mecali de yoktu zaten. Ahşap merdivenleri inen sakin ayak sesleri duydu ve gözlerini merdivenin görünen en üst basamağına astı. Görünen ojeli ayak parmaklarının hemen ardından beyaz şifon elbisenin içinde basamakları inmeyen, âdeta basamaklardan süzülen bir çift mavi gözün sahibesi, sıcak tebessümüyle varlık buldu. “Günaydın” dedi önce kadın, “Epeydir uyuyorsunuz, sizi kapıda baygın halde buldum ve zorlukla içeri sürükledim; bu yüzden yerde yatıyorsunuz, yoksa o kadar da kötü bir ev sahibesi değilimdir.” dedi.

Duyduğu sesin yumuşaklığında neredeyse bir baygınlık daha geçireceğini zanneden adam, ağzından çıkan sese kendisini yabancı hissettiği halde: “Yani yalnızsınız ve ne idiğü belirsiz bir sokak serserisini evinize mi aldınız?” diye sordu. Kadın, umursamaz tavırla güldü: “Evet, daha önce görmediğim birini evimin içine sürükledim; ama ne idiğü belirsiz birini değil.” dedi.

Adam:
________Anlayamadım… Çok iyi bir insan olmalısınız, dedi, kadın eline sıcak kahveyi tutuştururken.
Bir süre sessizlik oldu, doğan boşluğu doldurmak için adam, boğazını temizlercesine hımladı bir iki kez.
Kadın:
________Yöre halkı, sizi arıyor; ama aradıklarının siz olduğunuzu bilmiyorlar. Saatlerdir duvarlarındaki beyazlıkları çıkartmaya çare arıyorlar, sonunda kesin çözümü bulacaklarını düşünüyorum, deyip yarımağız güldü.
Devam etti kadın:
________Sizin için hazırladığım şeylerden yiyiniz lütfen, siz karnınızı doyururken ben karşıdaki odada olacağım, bir şeye gereksiniminiz olursa bana sesleniniz lütfen.

Masanın üzerindeki yiyeceklere baktı adam, haşlanmış yumurta, biraz bal ve bir dilim peynirden ibaret olan kahvaltısını bir nefeste yutabilirdi; ama öyle yapmadı, düşünmeye gereksinimi vardı, anlamaya… En çok da hazmetmeye yaşadıklarını…
Nice zaman sonra banyonun yerini sormaya yeltendiğinde, kadına nasıl seslenmesi gerektiğinde tereddütte kaldı, bir adı olmalıydı seslenmek için, şimdi kalkıp:” Heyy! Bayan, banyonuz neresi?” diye soramazdı. Karşıdaki odaya doğru yürüdü, odadan çoğalıp salona dolan ışık gözlerini kamaştırdı, yine de sordu:”Gelebilir miyim yahut siz gelir misiniz?” Kadın seslendi umutlu bir sesle:”Lütfen gelin, çekinmeyin, burası benim atölyem.” dedi. İçeri seğirten adam, ilk olarak arkası dönük olan kadını gördü ve ardından onlarca resim ve bembeyaz tuvalleri. Kadın şövalesine dönük yüzünü, adama çevirip ona doğru yürüdüğünde, adam, yapımı süren tabloyu gördü. Nefesi, çıkacak yeri bulamıyormuş gibi içinde dolandı durdu, bembeyaz kesildi suratı, kahverengi gözleri bulandı ve olduğu yere çakıldı kaldı. Tuvalin üzerinde sahildeki silüet vardı, beyaz bir denizden çıkıyordu ve elinde rüzgârın şımarıklığına bırakılmak üzere bir tomar kâğıt… Uçuşan kâğıtlardan bir kısmı mavi bir buluta yürüyordu… Saymayı akıl etseydi 33 tane kâğıt olduğunu da anlayacaktı; ancak aklında başka sorular vardı, zorluklarını ve tesadüfleri kavrayacak dimağ dinginliğine ve gücüne sahip değildi. Hemen oracıktaki tabureye oturma gereksinimi duydu. Bakışlarını ayaklarına taktı, o ayaklar değil miydi anlamları karmaşaya dönüştüren; aklını, buraya sürükleyen? Yoksa aklı mıydı ayaklarını buraya getiren? Ne çok soru vardı, sanki gözlerini kısarsa daha net düşünebilecekmiş gibi, kısık gözlerini koruyarak kaldırdı başını ve gayri ihtiyari pencereden gelen ışığı ayrımsamaya çalıştı. Pencerenin yanındaki tabloda, boyundan bölünmüş “8” vardı, sanki iki tane 3 kafa kafaya vermiş ve aralarından ırmak misali zamanı akıtmak istiyorlardı, sağ alt köşede bir beyazlıkta neredeyse birbirine yüz yüze, yatay biçimde kapaklanmış, sekiz olmuş iki tane 3 vardı ki matematikteki adı “sonsuzluk işareti” olan lemniskat eğrisi idi.

Evin sahibesi, olanı biteni en başından biliyormuşçasına kendinden emin adımlarla pencerenin yanında ışığı içmeye hazır duran tablonun yanına yürüdü:
_______Yaygın adıyla “infinity sign”, yani “lemniskat eğrisi”, biz sonsuzluk işareti diye adlandırıyoruz, ne güzel bir ad değil mi? İki tane 3, biri, diğerine sırt verince 33 oluyor ve 33’ün karesi 1089’dur. 1089 sihirli bir sayıdır, sonu sıfırlı olmayan üç basamaklı ve üçü de farklı olan rakamlarla yapılan oyunların sonu hep bu sayıya ulaşır, örneğin: 825
Bu sayının tersini alalım ve küçüğünü büyüğünden çıkaralım 825 – 528 = 297
Çıkan sonucu tersiyle topladığımızda:
297 + 792 = 1089 bulunmuş olur.
Adam, iyice afallamıştı, mühendislik okumuştu sayıları tanırdı; ama daha bugün gördüğü mavi gözlü bir ressam kadından matematik dinliyordu, dünya delirmiş olmalıydı yahut kendisi.
Kadın, adamın şaşkın bakışlarını umursamadan devam etti:
________Gelelim lemniskat eğrisine; sonsuzluk tanımlamaz ya da tanım kaldırmaz demek daha doğru; çünkü ne kadar tanım yapmaya kalkarsak kalkalım yapacağımız tanım, sonsuzluğun ölçülerinde olmayacak, bildiğimiz evrenin ölçülerinde olacaktır. Ben, başka bir açıdan anlatayım istiyorum: LEM, Arapçada “terk etmek, bırakmak, parlamak, parıldayış” demektir; İSKAT ise “sukût ettirmek, razı etmek” anlamındadır.
Adam, hemen atıldı:
________Peki ya arada kalan “n” harfi nedir?
________Sizsiniz, dedi kadın. Anahtarınız, çözmeniz gereken gizeminiz ya da denkleminiz, bir başka deyişle aşmanız gereken dağınız. Kendinizi parıldayışa bırakıp sükûnetinizi, dinginliğinizi bulabilmeniz için yaşamanız gereken çalkantındır. Sular, bu çalkantıdan sonra billurlanır, şöyle de denebilir: “Cennet’e giden yollar, Cehennem’den geçer!” ardından anlamlı anlamlı güldü kadın. Hem her şeyden hem hiçbir şeyden söz edercesine sakindi, devam etti:
________Kızılderililer ne der bilirsiniz: “Yıldızlar sadece dingin sularda yansır.”
Adam:
_________Yani ben şimdi kendi çalkantılarımı aşarsam, aşma becerisini gösterirsem dinginleşip huzur bulacağım öyle mi?
_________Evet, hem siz hem yakınınızda olanlar huzur bulacaklar ve kuyunun dibini görüp ayağını yere vurup çıkabilenlerdir gerçek insanlar, diğerleri ise henüz gerçekle yüzleşmemiş olanlardır. Ya kuyuda kalacaksın ya da kuyudan çıkacaksın. Kahır, armağandır doğa(L)dan dönüştürebilene…
_________Ya bu beyazlıklar ne, neden beyaz?
_________ Beyaz, tüm renklerin bağrıdır, tüm lekelerin de sergi salonu. Ne olmak istiyorsak “o”dur. Siz, her şey güzel olsun istediniz ve başardınız da.
Adam, kendisiyle alay ediyormuş gibi üstüne başına, haline bakıp kendine gülmeyi sürdürerek.
_________Neyi başardım? Şu halime baksanıza!
_________Asıl siz dışarıya baksanıza!
Adam, kurulmuş bir oyuncak gibi çakıldığı yerden koptu ve ışığı içeriye akıtan pencereye ulaştı, yoğun bir ışık gözlerini kamaştırdı ilkin, bir an hiçbir şey göremedi, sonra ayrımsadı. Yol boyunca sıralanan evlerin bir kısmı beyaza boyanmıştı, bir kısmı da yöre halkı tarafından boyanmayı sürdürüyordu. Duvarlarına yürüyen beyazlığı, taşıyacak en güçlü şeyin beyazın kendisi olduğunu anlamakta gecikmemişlerdi. Artık Bodrum, beyaz evlerin kenti olacaktı. Kalanlara saflıklarını sürdürmeyi anımsatacak, gelenlere ise kirlerinden arınma fırsatı sunacaktı… Bırakılan kirlerin hepsini o geniş beyazlık yutacaktı.
Daha sonraki bir zamanda beyaz evlerin kapı ve pencerelerinin etrafına çivit mavisi sürecekti yöre halkı. Çivit mavisi; çünkü akrepler, çivit mavisine yaklaşmazlar, o maviyi aşıp da beyazın içine dolamazlar….

Ertesi gün:

Adamın elinde otobüs bileti vardı, İstanbul’a dönüyordu, elindeki biletin numarasını bile bilmeden otobüse binmek için hamle yaptı. Biletin numarasının ne önemi vardı; kendi denklemlerini çözebilmiş bir insana tüm numaralar 1089’dur; “Kendinden çık, kendine var.” hesabıdır hatta hesapsızlığıdır.
Otobüs hareket ederken ressam kadın gülümseyerek el sallıyordu….

FUNDA PAKTAN

Mart / 2011 / BODRUM


Not: Eserler noter tasdiklidir.





Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Bir Testinin Kırıldığı Yerden Sızan İçözü

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
- Hep - [Şiir]
... İm... [Şiir]
Ağabey'e Mektup [Deneme]
*** Yeni *** [Deneme]
Sesi/yâr [Deneme]
Z - En Raporu - 2 - [Deneme]
Görüngü [Deneme]
Kastımca [Bilimsel]


Funda PAKTAN kimdir?

Alkıma sevdalı. . . Güneş yutmaklı. . . Bütünsellik yolculuğunda. . .


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Funda PAKTAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.