..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
İnsanların arasında yaşadığımız sürece, onları sevelim. -Andre Gide
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Beklenmedik > Fatih Onaydın




11 Kasım 2014
Kırıntı Beden  
Fatih Onaydın
Hayatımın en büyük hediyesini on üçüncü yaş günümde almıştım. Annem bana bir baba armağan etmişti. Esasen böylesi bir durum sürpriz olmamıştı, beni şaşırtan asıl olay annemin aynı gün ölmesiydi.


:ADJD:
Hayatımın en büyük hediyesini on üçüncü yaş günümde almıştım. Annem bana bir baba armağan etmişti. Esasen böylesi bir durum sürpriz olmamıştı, beni şaşırtan asıl olay annemin aynı gün ölmesiydi.
Ne dersek diyelim böyle oyunlara muktedirdi hayat. Ne kadar mutluluk bağışladıysa bir o kadar da karşılığını alıyordu. Yahut tam tersi…
On üçüncü yaşımın o ilk gününde hayat, annemi yersiz bir kalp krizini mana ederek almıştı. Böylelikle beni babamın yanına verdiler. O yaşımdan evvel onu hiç görmemiştim zira annemle seneler öncesinden ayrılmışlardı ve hukuki işlemler velayetimi anneme vermişti. Bu sebeple yetim olarak büyümeye başladım çünkü o günden sonra babamı görmek annem tarafından yasaklanmış bir eylemdi. Rahmetlinin neden böyle davrandığını babamı gördüğümde daha net anladım.

Enlemesine genişletilmiş odalarıyla ve bunun aksine bir o kadar basık tavanıyla sanki cüceler tarafından inşa edilmiş bir eve gelmiştik. Amcam olduğunu söyleyen yaşlıca bir adamla… Ayakkabılarımızı kapının önünde bırakıp içeri girdiğimizde tonton bir bayan mutfaktan çıkageldi. Islak ellerini, muşamba önlüğe silerken cılız sesiyle,
“Hoş geldiniz.” dedi.
Zat-ı muhterem amcam cevap mahiyetinde başını eğmekle yetindi ve bakışlarını bana çevirerek,
” Türkan abla, babanın bakıcısıdır,” dedi. “Bundan böyle sana da annelik edecek.”
Amcamın ettiği söz kalbimdeki taze yarayı neşterle deşip, ağzımın efendilik ayarını altüst etmişti. Dilimin çeperine doluşan küfürleri yutkunup usulca,
“ İstemem.” dedim. “Benim annem var.”
Amca bey bir tilkinin yüz ifadesini takınırken tıslayarak güldü, ardından uzun koridorun sonundaki odaya giderek kapıyı araladı. Bir süre odanın içindeki manzarayı seyrettikten sonra kapıyı kapattı. Yavaş adımlarla gelirken bakıcıya seslendi:
“Ben gidiyorum Türkan Hanım, gerektiği şekilde ilgilenirsin.”
Sıcaklığını kaybetmemiş şık ayakkabılarını tekrar ayağına geçirdi ve takırdayarak gözden kayboldu.
Kapanan kapıyla birlikte Türkan abla bir anne şefkatiyle omzuma dokunup,
“Gel yavrum,” dedi. “Sana babanı göstereyim.”
Şarap rengi koridorun basık tavanının altında ilerlerken gözlerimde bin bir türlü baba tasviri canlandı. Lakin kapalı kapının ardında gördüğüm gerçek, bunların hiç birine benzemiyordu.
Oda da çürümeye bırakılmış, tekerlekli sandalyesinde yapayalnız bir adam vardı; yaşlanmaya yüz tutmuş hafif kambur ve mahzun… Öyle ki kulakları dahi onu terk etmişti; hiçbir sese tepki vermiyor, öylece oturuyordu.
Zihnimin baba kavramına dair tüm homojen hülyalarını altüst eden bu görüntüye takılı kalmışken Türkan abla usulca kulağıma eğildi ve fısıldadı:
“ Ya işte yavrum, bu adamcağızın da bahtı bu! Böyle gün boyu odasında durmaktan başka bir şey yaptığı yok. Habire televizyonda oynayan programları seyrediyor. Özellikle de hava durumunu… Doktor dışarı çıkmayı yasak ettiydi, ona inadına mı yoksa bu dört duvardan sıkıldığına mıdır bilemedim. Hiç kimseyle konuştuğu yok. İşte böyle gün boyu sadece televizyona bakıyor!”
“Doktor neden yasakladı dışarı çıkmasını?”
Bu lafın üzerine Türkan abla beni usulca kolumdan çekti ve kapıyı kapattı,
“Çünkü birazcık hasta baban…”
Bungun koridordan mutfağa doğru süzülürken cana yakın ve tonton bakıcıya babamın hastalığını sordum, o ise sanki beni duymazmış gibi,
“Karnın aç mı?” Diyerek lafı geçiştirmekle yetindi. Beyaz bir kutuyu andıran mutfağa girdiğimizde, üzerine lale motifli bir minder koyulmuş plastik sandalyeye oturdum. O sıra da Türkan ablanın tombul elleri ocağı yakıyordu,
“Oh oh oh! Mis gibi de şehriye çorbamız var. Isıtayım da yiyelim beraber.”
Duyduğum bu kelime yumağı, günlerdir güç bela bastırdığım mideme çökmüş hüznü boğazıma kadar tırmandı. Ardından geçmiş, gözlerimin saydam boşluğundan süzülüp retinama dokundu ve ansızın anılar zihnimden fışkırmaya başladı. Çorba ve türevlerine ait ne kadar görüntü varsa her birinde annemin narin ellerinin olduğunu hatırlıyordum. Üstelik Türkan ablanın ellerine hiç benzemiyorlardı.
Âdem elmamı titreten yakıcı bir elem, kısa süre içinde burnuma çöktü. Böylelikle zamansız bir ağlama nöbeti beni esir aldı. Sandalyenin plastik yüzeyinde, hıçkırıklarıma susturucu montelemeye çalışırken Türkan abla durumu fark etti.
“A-Aaa! Ne oldu şimdi küçüğüm durduk yere? Hayırdır Bismillah.”
Tencerenin içindeki girdapların baş sorumlusu olan kaşığı bıraktı ve söylediklerinin aksine, gayet durumun farkında yanıma gelerek yumuşak avuçlarını saçlarıma götürdü,
“ Ah benim masumum ne desem bilmem ki şimdi. Hayatın gerçekleri işte bunlar dur diyemiyorsun. Ağla, ağla da açıl biraz.”
Türkan ablanın bu sözü üzerine ciğerlerimden kaynarcasına yükselen haykırışlarım serbest kaldı ve günlerdir boğazımda biriktirdiğim duyguların sesini açıp doyasıya ağladım.
***

“Kalbin ne kadar umut pompalasa da, hayatın lüks restoranlarda geçmeyecek. Ekmek arasında hep gerçekleri tüketeceksin. . Belki harika bir ayakkabı satın alırsın ancak kaldırımlar hep yamalı olacak. Güneş, varlıklılar üzerine doğacak sen ayla yetineceksin. Özendiğin süper kahramanlar hayat kurtarırken yaşlanacaksın. Birileri yine de sana, ‘üzülme hayat sürprizlerle dolu,’ diyecek. Lakin hayatının en büyük sürprizi, aldığın sürpriz yumurtanın boş çıkması kadar olacak.”
     
Bendeniz, Sufi Tezcan. Anlatılacak acı bir yaşam hikâyesinden ziyade hiçbir şeyi olmayan bir zavallıyım. Tahayyül edilecek dış görünüşüm, çürük bir pantolon ve yakaları sararmış bir gömlekten ibaret. Bundan ziyade, mevzu bahsi yersiz olan ikinci el bir bedenden ötesine sahip değilim. Hepsi bu.
Şu sıralar günlerim, varlığımın tek tutunacak dalı olan hasta babamın yanında geçiyor. Lakin o benim varlığımdan habersiz. Aslında o her şeyden habersiz. Nefes aldığını görmezden gelirsek, defni unutulmuş bir ölüden farksız. O yayları gıcırtılı divanın, geyikli duvar haklısının ve cızırtılı televizyonun bulunduğu odada öylece duruyor. Bu duruma sebep olan asıl durumu, yani babamın o esrarengiz hastalığını Türkan abladan bir türlü öğrenemiyorum.
Bu gizemli sorunun tek cevap anahtarı olan Türkan abla entarisini giyiyor ve başını bağlayıp yanıma geliyor,
“Sufi, ben pazara kadar gidiyorum bir saate kalmaz gelirim yavrum tamam mı?”
“Peki, Türkan abla…”
“Canının istediği bir şey var mı pazardan?”
Kararlı bir şekilde başımı iki yana sallıyorum. Türkan abla anahtarlarını kontrol edip dış kapıya yöneliyor, ayakkabılarını giyip çıkacağı sıra ansızın geri dönüyor,
“Ha! Bir de, babanın odasına ben yokken girme olur mu çocuğum.”
Türkan ablanın gözlerine sabitlediğim gözlerimi ondan ayırmıyorum,
“Türkan abla, babamın nesi var?”
Zavallı kadın bu sorudan yılmış olsa gerek ki derin bir iç geçiriyor, sonra vicdanı durumu gizleme konusunda karar değişikliği yapıyor. Böylece mülahham bakıcım çömeliyor ve bana durumu anlatıyor.
“ Babanın ‘Cam kemik’ adında bir hastalığı var Sufi. Kemikleri bizimkiler gibi değil. En küçük bir şeyde kırılıyor. Allah muhafaza, sen bile ona sarılacak olsan, kollarının arasında kalır adamcağız. O yüzden doktor dışarı çıkmasını yasakladı. Kazara bir top gelse, bir şey olsa…”
Kulağını çekiştirip dudağını gıcırdatırken portmantonun tahtasını üç kez tıklatıyor ve sözünü tamamlıyor:
“ Onu kaybederiz. Bu yüzden girmeni istemiyorum odaya yavrucuğum? Geldiğimde uzun uzun anlatırım olur mu? Haydi, ben hemen gidip geleyim.”
Türkan abla çenemi avcunun içine alıp gülümsüyor sonra kapıyı örtüyor ve pazarın yolunu tutuyor.
Onun gidişiyle birlikte doğruca babamın odasına gidiyorum. Zira bu duyduklarımdan sonra babama bakışım değişiyor. Öyle ki onu, müzelerde sergilenen paha biçilmez vazolara benzetiyorum. Tüm bunlara ilaveten nice sorular zihnimi kurcalıyor. Acaba annemle ayrılmalarına bu hastalık mı sebep olmuştu? Annem sırf bu yüzden mi göstermemişti babamı bana? Peki ya öyleyse neden evlenmişti onunla?
Aklımın içini böylesi sorular oyarken babamın mahzenine giriyorum. Düne nazaran kapı ağzında beklemeyip başucuna kadar sokuluyorum. Babamın uzun süre oturmaktan kamburlaşan sırtı, yeni örtülmüş bir mezarı andırıyor. Yüzü ve elleri yaşlı bir insana ait olduklarını söylerken, geri kalan bedeni bir çocuğunkine özdeş gözüküyor. Üstünde solmuş, siyah bir kısa kollu var. Altında ise pamuklaşmış mavi bir pijama. Düne nazaran bugün öyle yakınım ki ona, gözlerini biraz kaydırsa görüş alanını sadece benim yüzüm dolduracak; ancak o bakışlarını ekrana sabitlemiş, onun dışında hiçbir şeyle ilgilenmiyor. Televizyonun o değişken ışığı babamın saydam gözlerinde parlıyor. İçimde hiçbir umut ışığı olmamasına rağmen ona sesleniyorum:
“Baba… Bak ben senin oğlunum.”
Düşündüğümün aksine sesim, babamın idealar evrenine bir meteor gibi düşüyor. Çeyrek asırdır, yaşamı idam ederek ördüğü o soyut âlemden çıkarak başını çeviriyor. Ufak ve nemli gözleri, yıllar sonra belki de ilk defa canlı bir surete bakıyor. Üstelik karşısında duran bu taze yüz, kendi hamurundan bir parça.
Bu sessiz tanışma merasiminin ardından ellerimi babamın minyatür ellerine uzatıyorum. Teni, rutin bir istikrarla bu güne kadar kremlenmiş gibi. Öyle ki avcumun içinde adeta taze bir un kurabiyesi var. Bu davranışım bir babaya hasret olduğum için mi yoksa onun bu durumuna acıdığım için mi bilemiyorum. Tek yaptığım içimden geldiği gibi davranmak.      Babamın elleri tüm sıcaklığını avcuma dağıtırken hafifçe mırıldanıyorum,
“Neden hiç konuşmuyorsun baba?
Söylediğim sözler babamın yorgun gözlerini nemlendirirken birden televizyonda hava durumunu sunan spiker beliriyor. O esnada babamın histerik bakışları, paslı boynunun zıpkın hızındaki hamlesiyle ekrana çevriliyor.
Jeolojik bir Türkiye haritasının başında yaşlı ve kır saçlı bir adam, ülke geneli tahminlerde bulunuyor. Bu İşi, yaşı ve sesi vasıtasıyla almış olsa gerek, zira bütünüyle tecrübe abidesi gibi görünüyor.
Spiker sıcak havanın yurdu en kısa zamanda terk edeceğini ve artık yağışlı günlerin ülkeyi esir alacağını mırıldanırken babamın dokuz kat susturucu takılmış o çatallı sesi, “Oğlum çıkar beni buradan,” diye mırıldanıyor. İşittiğim bu sessiz nidayı anlamamışçasına soruyorum:
“ Ne dedin baba?”
Babam gözlerini ekrandan kaçırıyor ve tekerlekler üzerindeki tek karışlık yuvasında sebepsiz bir paniğe kapılıyor. Öyle ki çenesi gevşiyor, ardından da titremeye başlıyor. Ellerini, sara krizindeki hastalara has bir kasılma ele geçiriyor ve bir akıl hastasının mimiklerini andıran bakışları yalvarırcasına benden yardım bekliyor.
Ne yapacağımı bilmez bir şekilde onu sakinleştirmeye çalışıyorum. Küçük bedenini kollarımla zapt etmek istiyorum ancak en ufak bir baskıda kemiklerinin kırılacağını bildiğimden ona dokunamıyorum. Ayağa kalkıyorum ve çaresizce,
“Tamam baba çıkaracağım seni buradan,” deyip tekerlekli sandalyeyi odanın dışına itekliyorum.
***

İstanbul’un derbeder sokaklarında cam kemik hastası bir babayla dolaşmak, idama mahkûm bir tutukluyu demir parmaklıklar arkasından aşırmaya yahut avuçlarınızda balık kokusu varken martı sürüsünün içine dalmaya benziyor. Öyle ki iyi veya kötü, bu akıbetin faturası her türlü benim adıma yazılacak.
Esasen tüm bunları bilerek çıkardım babamı o cüce müteahhitlerin mimari yuvasından. Havada tatlı bir eylül esintisi var. Kaldırımlardan savrulan ağaç yaprakları, insan siluetlerine karışıyor. Ara sokaklarda şehrin afili züppeleri, çatılarda bir kuşun cellâdı olmak isteyen ağzı bozuk sokak kedileri ve cam önlerinde gergef işleyen ihtiyarlar bir olmuş, arsız bir kadın kahkahası kadar histerik, “İstanbul” adlı oyunu sergiliyor.
Böylesi bir manzara babamın hurdaya çıkarılmış kalbine can verdi. Öyle ki göğsü heyecanla kabarıp inmeye başladı, ruhu huzura kavuştu. Onun tüm duygulara aç bedenini Beykoz sokaklarında dolaştırıyorum. Her sokak çocuğu; potansiyel cinayet zanlısı, eğlence için üretilen her plastik top suç aleti. Kalbim bu heyecana tepkisini göğüs kafesimi zorlayarak gösteriyor. Zira taşıdığım tekerlekli sandalye saniyeler içinde konforlu bir tabuta dönüşebilir.
Gel gelelim babam bu duruma karşı en ufak bir endişe dahi duymuyor. Hatta sakin ve temkinli yolculuğumuza sitem edip hızlanmak, evden olabildiğince uzaklaşıp denizi görmek istiyor. Neticede artık geri dönmek için çok geç bu yüzden itiraz etmeyip istediğini yapıyorum.
Beykoz’un kanaatkâr sokaklarını ayağımın altından hızlıca kaydırırken hayat telâşesine nazır manzaralar bir bir arkamda kalıyor. Pudra kokulu bir camekân ardında usturayla cambazlık yapan berberler, hayrına inşa edilmiş bir çeşmenin maşrapasından serinlik aşıran çocuklar, kederlerini sigara dumanıyla buharlaştıran belediye işçileri, ihtiyarlara kefen diken terzi dükkânları, meyveleri çürümenin eşiğinde bir manav, kanı üzerinde etlerin ürkütücülüğünü güler yüzle örtmeye çalışan bir kasap…
Böylesi manzaraların soluğu ensemizde kalırken gözlerimiz yalıların lüks iskeletini arıyor. Tepemizde dolaşan aç bir martının çığlıklarını rehber edinmiş, sahile doğru yürüyoruz. Çok geçmeden gökyüzünü kıskandıran, denizin o parıltılı maviliği görünüyor. Mecalsiz bacaklarımı son bir sabırla iteliyorum ve kıyı boyunca istirahata çekilmiş kayıkların ve yamalı takaların bulunduğu kordonda duruyorum. Babamı bir bankın kenarına hizalayıp yanına oturuyorum. Deniz oldukça sakin… Balık ölüleriyle dolu kayıklar, sakin bir oryantal ritme bel kıvırırcasına sallanıyor. Babamın gözlerine renk gelmiş, yüzünde yaşama dair umutlar yeşermiş durumda. Hoşnut olduğu aşikâr... Onun bu neşesine neşe katmak mahiyetinde lafa giriyorum:
“Nasıl baba, harika bir manzara değil mi?
Lakin düşüncemin aksine babamın gülen yüzüne iki sıcak gözyaşı şerit çekiyor.
“Neriman çok severdi denizi.” Diyor ve hüzünle gülümsüyor.
Annemin ismi kulaklarımda yankılanır yankılanmaz sanki görünmez bir el kalbimi avuçlayıp var gücüyle sıkıyor. Dimağımın düşünce akışı duruyor ve ansızın nefesim kesiliyor. Gözlerim babamın Monalisa’yı andıran yüzüne takılı kalmışken oturduğum banka çivileniyorum.
“ Annen harika bir kadındı oğlum. Benimle evlenecek kadar harika. Tek bir gün olsun çıkarmadım onu aklımdan. Her Allah'ın günü düşündüm. Nihayetinde pişman da oldum ondan ayrıldığıma ama ne fayda.”
Babamın son cümlesiyle büsbütün delik deşik oluyorum zira bu zamana kadar hep annemin babamı terk ettiğini düşünmüştüm. Şaşkınlık dilime dolanmış beni kekeletirken:
“Ne- ne- neden ayrıl- dı-dın annemden baba?” diyorum.
Babam ufak elleriyle minyatür bedenini göstererek:
“ Allah korusun, eğer benim gibi biri olsaydın Sufi, sevilmenin ne kadar acı verici olduğunu anlardın.” Diyor. “Çünkü her gün seni yediren, giydiren, canına can katan birine güler yüz ve tatlı sözden başka bir şey verememek zamanla kendinden daha da nefret etmene sebep oluyor. Üstelik o kadın sana çoğunuzun olacağını söylediyse.”
Babamın sözleri içimi parçalıyor ve beni utandırıyor. İstemsiz bir şekilde başımı babamın aksine çeviriyorum ve böylesi bir itirafı duymanın utancını iliklerime kadar yaşıyorum. Gözlerimi kapatıp derin bir iç geçiriyorum, birkaç derin soluk aldıktan sonra usulca başımı çeviriyorum:
“Düşünme bunları baba, artık birbirimizden başka kimsemiz…”
Lakin gördüğüm manzara lafımı yarıda kesiyor. Bana sırtını dönmüş tekerlekli bir sandalye, kordonun eğimli asfaltından hızla aşağıya akıyor. Var gücüyle dönen tekerleklere minik eller ara sıra dokunuyor ve onları daha da hızlandırıyor. Olduğum yerden fırlayıp babamın peşine düşüyorum. Belli ki yaptığım hareketi yanlış anladı. Bu sebeple iskelenin sonundan denize çakılmak niyetinde ve büsbütün beni yalnızlığın kollarına teslim etmek.
Ölüm kollarını açmış bir faniyi daha kucaklamak isterken, babam yürümeyi ilk kez öğrenen çocukların annesinin kollarına kendini attığı gibi hızla ilerliyor. Bense masum bir ceylanın peşine düşen avcının çevikliğiyle babamın peşine atılıyorum. Ona yetişmek üzereyim lakin en küçük bir tümsek yahut yersiz bir taş parçası her şeyi oracıkta bitirmeye yetebilir.
Kordonun taş yüzeyi bitip iskelenin tahta yüzeyine geldiğimizde babamın sandalyesine uzanmayı başarıyorum. Plastik tutamakları narince kavrıyorum. Ani bir duruşumda şüphesiz babam olduğu yerden fırlayıp ahşap zemine çakılacak. Bu sebeple adımlarımı yavaş yavaş küçültmeye başlıyorum ancak iskele sandığımdan kısa ve tamamen durmamıza yetecek alan yok. Denize iki adım kala tekerlekli sandalyeyi olduğu yere çiviliyorum. Babam cansız manken gibi ileri fırladığında sol elimi biçare ona uzatıyorum. Parmak uçlarıma ipek kısa kollusu değdiğinde onu sıkıca kavrıyorum ve geri çekiyorum. Olduğu gibi eski yerine tekrar oturuyor. Sandalyenin denize bakan burnunu yana çevirdiğim sıra dizlerimin bağı çözülüyor ve olduğum yere çöküyorum. Aldığı nefesin yetersizliğini boykot eden ciğerlerimin kabarışında babamın yüzüne bakarken:
“Bir kez daha gitme baba.” Diyorum.
Babam mahzun bakışlarını denize dikiyor, sonra usulca başını bana çevirip gözlerini kapayarak isteğimi onaylıyor. Böylelikle olduğum yerden kalkıyorum ve onu kordonun yokuşuna doğru tekrar itekliyorum. Yalıların gölgesinden tekrar virane sokakların yolunu tutuyoruz. Yol boyunca ikimizde konuşmuyoruz. Biz eve varana dek sokak kedileri miyavlamayı unutuyor, bülbüller nağmelere küsüyor, sarhoş naraları boş şişelere hapsediliyor. Kapıdan içeri girdiğimizde çocuklar ağlamayı keşfediyor tabiat cıvıldamayı tekrar hatırlıyor.
Babamı her şeyden güvenli odasına teslim ediyorum ve kapısını kapatıyorum. Dakikalar sonra dış kapı açılıyor ve ellerinde yüklü poşetlerle Türkan abla içeri giriyor. Ellerindekini mutfağa bırakıyor ve yanıma geliyor:
“Ne oldu Sufi? Pek durgunsun, otura otura canın mı sıkıldı yoksa?
Başımı yukarı kaldırıp:
“Yok, Türkan abla geçmişe gitti de bir an aklım.” Diyorum.
Türkan abla tekrar annelik içgüdülerinin emrine giriyor ve beni neşelendirmek için bin bir kılığa giriyor. Birlikte akşam yemeği yapıp, sofrayı birlikte kuruyor, birlikte kaldırıyoruz. Uzunca bir sohbetin ardından şehre gece çöküyor.
Gece uyumadan evvel babamın kapısını aralıyorum ve ona bakıyorum. Yüzüne astığı taze bir mutlulukla bana bakıyor. Beklide nice zaman sonra ilk kez televizyonu kapatıp sandalyesini yatağına sürüklerken:
“Yarın görüşürüz oğlum,” diyor, “ Bu gece güzelce dinlen çünkü beraber bir ömür yürüyeceğiz.”

.Eleştiriler & Yorumlar

:: .
Gönderen: Fatih Onaydın / , Türkiye
11 Kasım 2014
Ben de yeni katıldım İzedebiyat bünyesine Kamuran Hanım. Yazıyı beğenmiş olmanız beni mutlu etti. Çok teşekkür ediyorum.

:: ...........
Gönderen: Kâmuran Esen / ,
11 Kasım 2014
Sizi ilk kez okuyorum. Yazı dilinizi çok sevdim. Tebrik ederim. Devamını dilerim. Sevgiyle.




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Kar Tanelerine Dadılık Yapmak

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Ensemizdeki Barkod [Şiir]
Savaş Sanatına İmzayı Tabutlar Atar [Şiir]
Kestim Çocukluğumun Sakallarını [Şiir]
Bir İnce Hastalık [Şiir]
Edebiyat mı Ebedi - Yat mı Anlayamadım? [Eleştiri]


Fatih Onaydın kimdir?

yazmaktan başka meziyeti, sevmekten öte bir eziyeti olmayan bir adam.

Etkilendiği Yazarlar:
Jack London, John Fante, George Orwel, Alper Canıgüz,


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Fatih Onaydın, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.