Yalnızlık güzel birşey, ama birilerinin yanınıza gelip yalnızlığın güzel birşey olduğunu söylemesi gerekir. -Balzac |
|
||||||||||
|
BATI’DAKİ DOĞULU YAZARA DAİR KENAR ÇIKARMALARI “Dünya sadece bir ev değil, aynı zamanda her çeşit macera için bir başlangıç noktasıdır.” - Amin Maalouf - Giriş İlk okuduğum roman hangisiydi diye zaman zaman düşünüyorum. Hatırlamıyorum. Bazı isimler, yazarlar, kahramanlar takılıyor aklıma. İşte buydu, yok o değil şuydu gibi akıl oyunlarından sonra bir sonuç elde edemiyorum. Üniversite yıllarımda güzel bir alışkanlık edinmiştim : Okuduğum romanın (veya başka türden herhangi bir kitap) yazar, yayınevi, basım tarihi gibi dış yapı öğelerini küçük bir deftere kaydediyordum. Bunu birkaç yıl devam ettirebildim. Okuduğum romanlarla ilgili şunu itiraf etmeliyim : Bunların kendi dünyamı oluşturmada, duygu, düşünce ve hayallerimi biçimlendirmede ciddi bir etkisi olmuştur. Bazen bu durumla ilgili sorular takılıyor aklıma : Başka bir insanın (yazarın) yazmış olduğu hayal ürünü kurgular nasıl oluyor da bir başkasının biçimlenmesinde etkili olabiliyor? Bir yazarın söyledikleri sanırım bu durumda oldukça geçerli : “Ben, okuduklarımın bir toplamıyım...” Peki, ya hiç okumayanlar neyin toplamı? Söz romandan açılmışken şunu da söylemeden geçmek istemiyorum : Okuduğum romanların sinema veya TV’ye uyarlanmasından hoşlanmıyorum. Çünkü Romanlardaki kahramanların, mekanın, olay örgüsünün hatta kahramanların seslerinin kendi hayal dünyamda bir biçimi var. Ve sinema bu biçimlerimi deforme ediyor. Bu tür yapımları izlemek istemiyorum, ancak merakıma da yeniliyorum her daim. Sinema – edebiyat – roman ilişkisinden bahsederken Amin Maalouf’un yapıtlarının çok rahat bir şekilde sinemaya uyarlanabileceğini düşündüm. İşte Semerkant, Afrikalı Leo, Tanios Kayası, Işık Bahçeleri, Yüzüncü Ad...Hepsi de bir anda birer sinema senaryosu olmaya hazır... Üniversite yıllarımda tanıştığım Amin Maalouf’un özellikle romanlarındaki tarih – edebiyat buluşması, doğuyla batı arasındaki yolculuklar, dil ve anlatım - burada çevirmenlerin de hakkını vermek gerekiyor – o yıllardan sonra da onun yazın serüvenini izlememe neden oldu. Bu çalışmayla da onu ve yapıtlarını sizlere (özellikle öğrencilerime) sınırlı sayılabilecek bir çerçevede de olsa tanıtmak, sizlerle yapıtlarının özeti sayılabilecek anekdotları paylaşmak istedim... Amin Maalouf’un yapıtları üzerine yapılan bu çalışma bir inceleme çalışması değildir. Tamamen, bir okuyucunun severek okuduğu bir yazarı tanıtmaya çalışmasından ibarettir. …….. 1949’da Lübnan’nın başkenti Beyrut’ta doğan Amin Maalouf yüzyıllar önce gelip Lübnan dağlarına yerleşmiş ve o zamandan bu yana dünyanın dört bir köşesine yayılmış olan Güney Arabistanlı bir ailedendir. Ailesi genel itibariyle Lübnanlılardan oluşsa da soyunda değişik ırklardan kişilere de rastlanır. Örneğin; büyükannesi bir Türk ve kocası da bir Mısırlı... Annesi koyu bir Melki (Hıristiyanlık’ta bir mezhep) olan Maalouf’un babası Protestan’dı. Annesi, oğlunu kültür değerlerini kaybetmesin diye Cizvit papazlarının Fransız okuluna gönderir ve böylelikle Maalouf küçük yaşlarda Fransızca öğrenme fırsatı bulur. Amin Maalouf üniversitede sosyoloji ve iktisat öğrenimi görmesine rağmen aile geleneğine uyarak gazeteci olur. Beyrut’ta En-Nahar adlı gazetede çalışmaya başladıktan sonra altmıştan fazla ülke dolaşır. Genellikle bu gezileri hep savaş zamanlarına dek geldiğinden ileride yazarlık kariyerinde kullanabilmek için bolca malzeme edinir. 1975 yılında Lübnan’da karışıklıklar çıkıp da 1976’da iç savaş patlak verince Maalouf karısını ve çocuklarını alarak Paris’e gider. Maalouf neden başka bir yere değil de Paris’e gitmiş olduğunu daha çocuk yaşta öğrendiği Fransızca’yı ana dili gibi biliyor olmasına bağlar. Paris’te de gazetecilik yapmaya başlayan Maalouf, Jeune Afrique ve En-Nahar İnternational gazetelerinde çalışır. 1983’te bir tarih kitabı niteliğinde olan ilk kitabı Araplar’ın Gözüyle Haçlı Seferleri’ni yayımlar. Ve ardından 1986’de ilk romanı Afrikalı Leo’yu yayımlayarak Fransız-Arap dostluk ödülünü kazanır. 1988’da Semerkant, 1991’de Işık Bahçeleri, 1992’de Beatrice’den Sonra Birinci Yüzyıl ve 1993 yılında Tanios Kayası’nı yayımlayan Maalouf bu kitabıyla edebiyat dünyasının önemli ödüllerinden olan Goncourt Ödülü’nü alır. Maalouf, Goncourt Ödülü’nden duyduğu sevinci şu şekilde belirtir: “Lübnan’dan Fransa’ya sadece elimde bir bavulla geldim, ama şimdi öncesinde çocuklar gibi hayalini kurduğum Goncourt’un sahibiyim.” Ayrılışından sonra ilk kez 1994’te Lübnan’ı ziyaret eden Maalouf bu ziyaretin ardından kafasında yeniden canlanan bir tanışmadan esinlenerek yazdığı Doğunun Limanları adlı kitabını 1996’da yayımlar. 1998’de Ölümcül Kimlikler adlı denemesiyle büyük yankılar uyandıran Maalouf daha sonra 2000’de Yüzüncü Ad isimli romanını yayımlar. Son olarak ise Finlandiyalı müzisyen Kaija Saariaho’nun bestelediği opera için Uzaktan Aşk adlı ilk librettosunu yazar. Maalouf yazarlığı seçerek aile geleneğini sürdürmüş denilebilir. Babası da bir gazeteci olan yazarın, büyük büyük dayısı 1848’de Molier’i ilk kez Arapça’ya çevirip Osmanlı Tiyatrosu’nda oynatan kişidir. Maalouf görünüşte bir Hıristiyan olsa da kendi deyimiyle her türlü inanç sisteminin dışında yer alır. Bu da ona olaylara yaklaşırken objektif olmada yardımcı olur. Kitaplarının hemen hepsinde doğu motifi üzerine çalışan Maalouf, doğunun tarihindeki çarpıcı olayları da romanlarında kullanır. Aslında tüm kitapları bir sürgün ve gurbet öyküsüymüş gibi olan Maalouf sıkıntı vermeden öyküsünü anlatırken kendi düşüncelerini de kahramanları aracılığıyla okuyucuya ulaştırır. Afrikalı Leo’da Hasan el Vezzan, Işık Bahçeleri’nde Mani, Semerkant’ta Hayyam, Doğunun Limanları’nda Kitabdar, Tanios Kayası’nda Tanios, Yüzüncü Ad’da da Baldassare adlı kahramanlar tarihin süregelen dil, din, ırk, renk, cinsiyet ayrımına ve ne olursa olsun insanlar arasında varolan her ayrıma karşı uğraşlar vererek Maalouf’un dünyalılaşma (küreselleşme) konusundaki görüşlerine destek verirler. Maalouf’un kitaplarını Türkçe’ye kazandıran çevirmenler: M. Ali Kılıçbay Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri Sevim Gündüz Raşa Afrikalı Leo Esin Talu Çelikkan Semerkant, Işık Bahçeleri, Beatrice’den Sonra Birinci Yüzyıl, Doğunun Limanları, Tanios Kayası Aysel Bora Ölümcül Kimlikler Samih Rifat Yüzüncü Ad, Uzaktan Aşk Amin Maalouf’un Türkçe’deki çevirilerine bakıldığında genel olarak başarılı çeviriler olduğu belirtilebilir. Ancak, Ölümcül Kimlikler adlı deneme kitabının okuyucuyu dili konusunda zorladığını belirtmek gerekir. Her şeye rağmen bu kitap, içeriği sayesinde okunmayı hak ediyor. Zamanının çoğunu kitap yazmakla geçiren Maalouf’un Paris’te bir evi olmasına rağmen kitaplarını Channel adalarındaki küçük bir balıkçı kulübesinde yazmayı tercih ettiğini ve 1997’de İstanbul’da her yıl düzenlenen TÜYAP KİTAP FUARI nedeniyle ülkemize geldiğini de not düşelim... - I - ARAPLAR’IN GÖZÜYLE HAÇLI SEFERLERİ (1983) Amin Maalouf’un yapıtları arasında yer alan Araplar’ın Gözüyle Haçlı Seferleri onun inceleme-araştırma alanındaki ilk ve son çalışması. Bu kitabında haçlı seferlerini, Arap tarihçilerinin yazmalarından yola çıkarak yorumlar. Bunu yaparken de Arap kaynaklarından elde ettiği belgelerden yararlanır. Maalouf, bu belgelerdeki bilgileri kendi yorumuyla sentezleyerek okuyucuya sunar. Yazar, iki yüzyıl (1096-1291) süren Haçlı Seferleri'ni ve Orta Doğu'daki Batılı güçlerin işgalini anlatırken bu bölgenin güncel durumuna da ışık tutmaya çalışır. 1096 yılında başlayan seferlerde Türk, Kürt, Arap emirlerinin kişisel eğilimlerini, kültür yapılarını, zaaflarını görüp, Haçlılar'ın Orta Doğu'da iki yüzyıl kalışlarının nedenlerini her seviyeden okuyucunun anlayabileceği biçimde anlatır. XI. yüzyılın Orta Doğu'suna gezintiye çıkmak isteyenler : İşte yolculuk başlıyor. Tarihe bakış yönünüzü değiştirecek olan bu kitabı okuduktan sonra tarih hakkında bilmediğiniz bir yığın bilgi de edineceksiniz. - II - AFRİKALI LEO (1986) Benim Arapça, Türkçe, Kastilya dili, Berberi dili, İbranice, Latince, sokak İtalyanca’sı konuştuğumu duyacaksınız; çünkü bütün diller ve dualar benim dillerim ve dualarım, fakat ben hiçbirine ait değilim. Ben yalnızca Tanrıya ve dünyaya aidim ve yakında bir gün yine ara döneceğim”. Afrikalı Leo’nun ilk sayfasında karşılaşacağınız bu sözler tüm kitabı özeti sayılır. Gerçek bir yaşamdan çıkarılmış bir öykü olan bu kitapta Endülüslü bir tüccarın hayatı anlatılır. Kahramanımızın asıl adı Hasan olmasına rağmen romanda bir kaç kez ismi değişir. 1489’da Granada’da (İspanya) doğan Hasan; oğluna 1527’ye kadar her geçen yılı, kendi yaşadıklarını, anne ve babasından dinlediklerini tarihi gelişmelerle birlikte dört kitap şeklinde anlatır : Granada, Fas, Kahire ve Roma kitapları... 1492 yılında Endülüs’ün son kalesi olan Granada’nın da Kastilyalılar tarafından alınmasıyla bir uygarlığın nasıl yok olduğunun öyküsüyle başlıyor her şey... Endülüs’te barış içinde yaşayan Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi halkın karşı karşıya kaldığı durum ve bir vatanı, bir hayatı bırakıp kaldıkları yerden nasıl devam etmeleri gerektiği konusunda düştükleri ikilemler anlatılır Granada kitabında. O büyük görkemli uygarlık Endülüs artık hiç bir güce sahip değildir. Çoğu Müslüman olan halk ellerinde yapacak hiçbir şey olmadığı için gözyaşları içinde de olsa evlerini terk edip Endülüs’ten ayrılma kararı verir. 1494’te kendilerinin de Fas’a göç etmeleriyle Fas kitabına geçer Hasan. Bu kitapta Hasan’ın babası Muhammet’in mutluluğu yakalamak için verdiği uğraşlar, Hasan’ın büyüyüp bir hafız olması, bu sırada en iyi arkadaşı olacak Gelincikle, kız kardeşi Meryem’in başından geçenler, Hasan’ın tüccarlık macerasının başlangıcı, dayısıyla birlikte Fas Sultanı’na verdiği hizmetler, Hasan’ın ilk aşkı ve geçirmiş olduğu ilk evlilik anlatılır. Tabi yine tüm bunlarla bir örgü içinde Granada’da yaşanan içler acısı durum da gözler önüne serilir. Endülüs’te kalan Yahudi ve Müslümanların zorla vaftiz edilmesi daha sonra gerçekten değil de görünüşte Hıristiyan oldukları öne sürülerek canlarına kıyılması, bu olaylardan Fas’taki Endülüslülerin duyduğu üzüntü ve Kastiyalıların yakında Fas’a da gelecekleri korkusu kısaca bu kitaptaki başlıca olaylar denilebilir. Hasan’ın Zervali adındaki zalim kişi ve Gelincik ile Meryem’in arasında geçenler yüzünden Fas’tan ayrılması ile Fas kitabı da kapanır ve Hasan’ın bir sonraki durağı Kahire olur. Hasan, Kahire’ye ayak bastığında halk vebadan kırılmış durumdadır ve geri kalan halkın çoğu canını kurtarmak için bir bir göç etmektedirler. Şans eseri tanıştığı bir Kahirelinin evine yerleşen Hasan hem veba tehlikesi geçene kadar Kahire’den ayrılan ev sahibinin evine göz kulak olacak hem de bu süre zarfında hiç bir ücret ödemeden barınak ihtiyacını çok iyi bir şekilde karşılayacaktır. Hasan kısa sürede bir iş kurar ve bu arada Yavuz Selim’in yeğeni Alaettin’in vebadan ölmesi üzerine dul kalmış olan eşi Çerkez güzeli Nur’la bir yakınlaşması olur. Yanlarında bir Osmanlı veliahdı, Alaettin’in oğlu Bayezıt’la birlikte maceralı anlar yaşarlar. Mısır’daki Memlük egemenliğine son veren Osmanlı’dan intikam almak ve vatanı geri alabilmek için Tumanbay adlı saray katibi ve diğer Mısırlıların verdiği mücadele sonrasında gelişen olaylar ve bir şekilde Hasan’ın Roma’ya kaçırılması ile kahramanımızın Kahire macerası da son bulur. Ana kitaba adını veren Afrikalı Leo, Romalıların Hasan’a taktığı bir lakap. Papaya bir armağan olarak sunulan Hasan; öğretmen olur, öğrenci olur, vaftiz edilir, hatta papanın evlat edinmesiyle soylu sınıfına dahil edilir. Tabi vaftiz olunca adı da Giovanni Leonne de la Medicci olur. Fas’tan geliyor olması nedeniyle de ona kısaca Afrikalı Leo denilir. Roma kitabında da böyle başlar olaylar. Papalığın başından geçenler, Fransa, Macar Kralı ve Sultan Süleyman arasındaki ilişkiler, Leo’nun Maddelena’yla yaşadığı aşk, çevirmenlik yaparak ilişkilerde oynadığı rol ve Lutherci’lerin kiliseye başkaldırısı anlatılır bu bölümde. Kitabın son sayfasında şu cümleler yer alır : “Sen Roma’da Afrika’lı Leo’nun oğluydun, Afrika’da Rumi’nin oğlu olacaksın. Nereye gidersen git, birileri sana derinin rengini ve dualarını soracak. ............... İster Müslüman, ister Hıristiyan, ister Yahudi olsunlar seni olduğun gibi kabul etmeliler ya da seni yitirmeyi göze almalılar.” Bu sözleri ve benzerlerini Amin Maalouf’’un diğer kitaplarında da sık sık duyarız. Romanlarında vermek istediği ve denemesi “Ölümcül Kimlikler”in de ana temasını oluşturan aidiyet ve kimlik kavramları onun tüm cümlelerinde kendini bir şekilde göstermektedir. Amin Maalouf’un ilk romanı olan Afrikalı Leo 1986’da yayımlandığında Fransız-Arap dostluk ödülünü kazanır. - III - SEMERKANT (1988) Yıl 1072, Selçuklu Sultanı Melikşah’ın saltanatı artık İran’ı da kaplamaktadır... Ömer Hayyam kısa bir süre önce Semerkant’a yerleşmiştir. O, Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün Semerkant’a geldiği sırada onunla tanışır. Nizam, Hayyam’ı bir sene sonrası için İsfahan’a davet eder. Bu tanışmanın ardından bir yıl geçince Ömer Hayyam İsfahan’a doğru yola koyulur. Yolculuğu sebebiyle Kum kentinden geçerken Hasan Sabbah ile tanışır. Hasan, Hayyam’ın o güne kadar tanıdığı en bilge kişidir. O da İsfahan’a giderek Nizam’dan bir iş istemeyi planlıyordur. Durum böyle olunca birbirlerine yol arkadaşı olurlar. Hayyam, İsfahan’a varıp da Nizam’ın huzuruna çıktığında kendisinden “sahib-i haber” (casusların başı) olması istenir. Hayyam bir bilim adamıdır, hafiye olamayacağını belirtir. Ancak Nizam’a önerebileceği biri vardır: Hasan Sabbah. Nizam bu işe Hayyam’ı layık görüyorsa da Hasan’ı kabul etmek zorunda kalır. Hayyam, Selçuklu’nun malî desteği ile çalışmalarını sürdürürken Hasan da Nizamülmülk'ün vazgeçemediği yardımcılarından biri olur. Ancak Hasan’ın niyeti Nizam’a hizmet etmek değil, onun yerine geçmektir. Kısa sürede Melikşah ile yakınlaşarak onu Nizam’dan soğutur. Ve yine amacı dahilinde Nizam’la Melikşah arasına nifak sokmaya çalışır, ancak planı ters teper ve Melikşah tarafından çöle sürgüne gönderilir. Bir şekilde çölden kurtulan Hasan, emelleri uğruna mezhep ve kültürlerinin tehlike altında olduğunu düşünen bir kısım Acem halkını cennet vaadi ile kandırır ve ünlü Haşhaşiyun tarikatını kurar ve Alamut kalesine yerleşir. Bu tarikattaki insanlar, Hasan Sabbah’ın verdiği afyonla sarhoş olarak intihar saldırıları düzenlerler. Hasan’ın amacı bu tarikat yardımıyla Nizam ve Melikşah’tan intikam almaktır. Nitekim müritleri sayesinde Nizam ve Melikşah’ı öldürmeyi başarır. Hayyam’ın Semerkant’a geldiğinde yazdığı bir kitap vardır : “Rubaiyat: Semerkant Elyazması.” Bu kitap tüm bu olaylar olurken kişilerin hayatında çok önemli noktalarda rol oynamıştır. Yıl 1873, Ömer Hayyam dünyada yeniden popülerleşmeye, Hasan Sabbah’la birlikte ortadan kaybolan Rubaiyat’ın kopyaları da tüm dünyaya yayılmaya başlar. Lesage çifti yeni doğan oğulları Benjamin’e ikinci bir isim olarak Hayyam’a olan hayranlıkları nedeniyle Omar ( Ömer’in ingilizce yazımı) adını koyarlar: Benjamin Omar Lesage. 15 yaşına gelince kendi ismini taşıdığı Hayyam’ı merak eden Benjamin onu araştırmaya ve Farsça öğrenmeye başlar. Daha sonra Hayyam’ın zamanında ve kendi çağında insanları o denli çok etkileyen “Rubaiyat” ın peşine düşer. Önce İstanbul’a gider, oradan da İran’a geçer. Bu sırada İran Şahı’nın torunu Şirin’le tanışır ve ona aşık olur. İran'da bir çok macera yaşayan Benjamin 1910’larda İran'daki modernleşme hareketlerine katılır. Sonunda bir şekilde “Semerkant Elyazması”na ulaşan Benjamin, Şirin’le birlikte İran’dan ayrılır. Amerika’ya gidiyorlardır. Bunun için önce İngiltere’ye giderler ve oradan da Titanic gemisine binerek Amerika’ya doğru denize açılırlar. Ne yazık ki yaklaşık bin yıl önce kaybolup, o anda yeniden ortaya çıkan “Rubaiyat” Titanic'in batmasıyla sonsuzluğa karışır. Benjamin ve Şirin bir şekilde kurtulurlar. Başka bir gemiyle Newyork’a ulaştıkları zaman limandaki karışıklıkta tıpkı Rubaiyat gibi Şirin de sonsuza dek kaybolur gider. Maalouf’un yapıtında bu üç önemli kişiyi (Nizamülmülk, Ömer Hayyam ve Hasan Sabbah) kullanmasının nedeni Hasan Sabbah sayesinde ciddi şekilde ölümcülleştirilen mezhep aidiyetini vurgulamaktır. Haşhaşiyun tarikatındaki insanlar diğer tüm aidiyetlerini (dil, vatan, ırk, hatta din) bir kenara iterek kimliklerini sadece mezhepleri Şiaya göre belirlemiş ve mezhepleri farklı olduğu için kendi kardeşlerini bile öldürebilecek birer katile dönüşmüşlerdir. Maalouf bu romanda tüm olanları Benjamin’in anlatısıyla aktarmaktadır. Tarihe damgasını vuran üç önemli şahıs ve 20. yüzyıl başlarında İran’da gerçekleşen modernleşme çabaları bu romanın esas temasını oluşturmaktadır. - IV - IŞIK BAHÇELERİ (1991) “Beden bir katırdır, binicisi akıldır. Hayvanı doyurmak için ara sıra durmak gerekir ama durulacak yeri, zamanı seçmek hayvana ait değildir. Hayvanın isteklerine uyan biniciye lanet olsun!..” – Mani - 3. yüzyılda yaşayan Mani, Manicilik dininin kurucusudur. Çıkış noktasına ve düşüncelerine bakıldığında: Mani’de tebliğleri yozlaştırılmış bir peygamber olabilir mi acaba demekten alıkoyamıyor insan kendini... Bir çok tanrıya inanılan Ktesiphon kentinde Parthlı bir prens olan Pattig en doğruyu arayıp gerçekten iyi bir inanan olmak ister. En çok bilgelik tanrısı Nabu’yu sever... Pattig bir gün bu tanrı için yapılan bir törende taşınan putun kırılmasına sebep olan Palmyralı Sittay ile tanışır. Sittay’ın düşüncelerinden çok etkilenen Pattig doğru yola ulaşmak için onun peşinden gitmesi gerektiğine inanır. Sittay onu doğru hayata ulaştıracak, ancak Pattig de bunun için hayatındaki bir çok şeyden vazgeçecektir, üstelik hamile karısından bile... Sittay insanın ruhunun terbiye edildiğine inanılan Nasrani bir tarikata mensuptur. Her türlü dünyevi eğlenceden uzak, üzerlerine beyaz elbiseler giyen ve geçimlerini pazarcılık yaparak sağlayan çok katı bir tarikattır bu. Pattig yaptığının doğru olup olmadığından emin değildir ancak o; iyi biri, gerçekten iyi biri olmak istiyordur ve bu yüzden bu tarikata katılmaya karar verir. Tarikat’ın kuralına göre Pattig’in doğacak olan çocuğu erkek olursa, annesinden kopartılıp kendi yanlarına alınacaktır. Nitekim çocuk erkek olunca onu almak isterler ve emzirme çağı bitince onu alırlar. Bu bir ayağı aksayan çocuğun adı Mani dir. Tarikatta büyütülürken hiç bir zaman onun Pattig'in babası olduğunu öğrenmez. Her zaman en terbiyelisi, en iyisi ve en zekisi olur tarikatın. Mani tarikata bebek yaşta alınmıştır, ancak Malchos adında hınzır bir genç, kaza eseri Tarikat yakınlarında babasıyla yaptığı bir yolculuk sırasında babasının ölümü nedeniyle gelmiştir oraya. 15’ine kadar da orada kalması gerekmektedir. Yaptıkları nedeniyle sürekli cezalandırılan Malchos bir gün aldığı cezayı Mani'nin yardımıyla hafif bir şekilde atlatır. O günden sonra Mani’ye olan minnet borcunu ödeyebilmek için sürekli onun yanında dolanmaya başlar. Mani onunla hiç konuşmaz, ama daha sonra o da Malchos'u kabul eder ve arkadaş olurlar. Pazara birlikte gidip gelmeye, malları birlikte satmaya başlarlar. Bu arada Malchos’un yapmış olduğu kaçamaklarda tanışmış olduğu bir kız vardır. Malchos bu kızla evlenip bir tüccar olmak istemektedir. Kaçamaklarının bir seferinde Mani de Malchos'la birlikteyken bu kızla tanışır. Daha sonra bu kızın babasıyla da tanışırlar. Mani bu kızın evinde ressamlık yeteneğini keşfeder. Okuduğu kitapların sayfalarını süslemeye başlar ve bir gün Malchos’la kaçarken yakalanır, bu şekilde büyük rahiple arası bozulur. Malchos 15’ini bitirince tarikattan ayrılır ve o kızla evlenerek uzaklara gider. Mani henüz 12 yaşındadır. O sıralar sığındığı bir su birikintisi kenarında iken sudaki yansıması onunla konuşmaya başlar. Mani’ye tarikatın doğru yolda olmadığını onun ise doğru yolu insanlara göstermesi için seçildiğini söyler. Mani artık orada duramayacağını anlar, ancak ikizi ona henüz beklemesi gerektiğini söyler. Mani büyük rahibin uyarılarına tabi olmuş gibi davranmaya devam eder, ancak bu arada tarikatın hiçbir fikrine kulak asmaz. Tabi bu arada sürekli ikizi ile konuşur. Sürekli kitap okuyan Mani, kütüphanedeki tüm tıp kitaplarını okuyarak bir hekimin bilgi seviyesine ulaşır. 21 yaşına gelince ikizi artık onun dünyaya açılması gerektiğini söyler ve Mani tüm engellere rağmen tarikattan ayrılarak tebliğini yapma yoluna koyulur. En iyi dostu Malchos’u bulup onu da peşine takan Mani, her gittiği yerde insanlarla sohbet ederek kendi düşüncelerini öğütler. Hekimliği sayesinde Sasani İmparatoru Şapur ile iyi ilişkiler kuran Mani kısa sürede onun danışmanı ve oğlu gibi sevdiği biri olur. Ona bir çok konuda yardımcı olur ve o da Mani’ye imparatorluk sınırları içinde güvenle dolaşıp tebliğini yapma fırsatı verir. Mani, Bizans'a yapılacak sefer sırasında Şapur’un yanında bulunmak istemez ve sefer başarısızlıkla sonuçlanınca da aralarında bir soğukluk olur. O güne kadar sarayda yaşayan Mani imparatorluğun başka bir eyaletine yerleşir. Şapur’la olan ilişkileri iyice zayıflamıştı artık. Onun son hastalığında Mani onu tedavi etmek ister, aslında o da onu görmek ister fakat Mani’nin dinlerine hakaret ettiğini düşünen müneccimlerin oyunu üzerine Şapur ölmeden önce bir kez daha karşılaşamazlar. Mani artık her şeyin çok kötü olacağını düşünmektedir. Ancak işler beklediği gibi gerçekleşmez. İmparatorun küçük oğlu Hürmüz tahta çıkacaktır ve bu Mani için olumlu bir gelişmedir. Hürmüz tahta çıktığının ilk günü Behram ve müneccimler tarafından öldürülür. Tahta geçen Behram intikam için Mani’yi tutuklatır ve bir çarmıha gerdirir. Mani son nefesini verene dek orada kalır... Kısa sürede müritlerinin sayısı giderek artan ve çok büyük bir kitleye ulaşan Manicililik dini zaman içinde kaybolup gider ve unutulur. Amin Maalouf bu kitabında hiç gitmemiş olduğu kadar gerilere giderek doğumundan ölümüne dek Mani’nin yaşamını anlatmaktadır. Kurduğu din; İsa, Buda ve Zerdüşt’ün düşüncelerinin kaynaşmasından meydana gelen Mani, tüm iyilik ve bilgelikleri bütün insanlara sunabilen evrensel bir dine ulaşmak istemektedir. Amin Maalouf’u genel olarak incelediğimizde, onun küreselleşmeye değişik bir açıdan baktığını ve “herkesin, kendini her şeyden önce, bir ‘dünyalı’ gibi hissederek, tüm insanları ön yargısız bir şekilde kabul etmesi gerektiği” düşüncesini benimsediğini görürüz. - V - BÉATRİCE’DEN SONRA BİRİNCİ YÜZYIL (1992) Her yeni doğan çocuğun erkek olduğu bir dünya düşünebilir misiniz? Bu kitapta Fransız bir bilim adamının yaşamdan emekli olmaya hazırlanırken kaleme aldığı ilginç hayat öyküsü var. 44 yıl öncesinden başlayarak keşfettiği korkunç bir mucizeyi ve sonrasında hayatında ve dünyada gelişen olayları anlatıyor. Kahramanımız Parisli bir böcek bilimi profesörüdür. Özellikle yoğunlaştığı kınkanatlılar konusunda, Afrika’da bir araştırma yaparken skarabe adlı böceklerin adı ile anılan bir tür hapla karşılaşır. Bu hapların adı skarabe baklalarıdır. Söylentiye göre skarabe baklaları sayesinde insanlar doğacak çocuklarının erkek olmalarını sağlayabilirler. Bulunduğu yer ve onun çevresindeki bir çok bölgede skarabe baklası türü ilaçların kullanıldığını öğrenen Profesör ilk başta böyle bir şeyin olamayacağını düşünür. Böyle bir şey olursa doğanın dengesinin bozulacağı bir gerçektir. Ancak olaya bir de erkek çocuk sahibi olabilmek için yapılan doğumlar ve bunun sonucunda istenmedikleri halde dünyaya gelen kız çocukları açısından bakınca eğer gerçekten işe yarıyorsa skarabe baklaları bu probleme olağanüstü bir çözüm getirecektir. Ama bu baklaların kahramanımızın hayatı için hiç bir önemi yoktur, çünkü o hep bir kız çocuğu olsun istemektedir. Baklaların gerçekten işe yarayıp yaramadığını araştırmak isteyen Profesör bu sırada gazeteci Clarence ile tanışır. Clarence’ın de öğrenmek istediği Profesör’ünkinden farklı değildir. Bu araştırma sürecinde ortak çalışırlar ve bu çalışma sırasında aralarında bir yakınlaşma olur. Profesör sahip olmak istediği kızın annesini bulduğunu düşünmektedir. Ve sonra ilan-ı aşk gerçekleşince birlikte yaşamaya başlarlar. Tüm bu olaylar gerçekleşirken yaptıkları araştırma sonucu dünyanın belirli bölgelerinde kadın-erkek nüfus dengesinde gözle görülür bir bozulma olduğunu fark ederler. Dünyadaki kadın nüfusu giderek azalmaktadır. Profesör babasının bir arkadaşı olan André Valarius’un da yardımıyla kendilerinin elle tutulur olduğuna inandıkları bir takım bilgiler edinirler. Bu olayların skarabe baklaları ile ilgili olabileceğini düşünmektedirler. Clarence tüm vaktini bunun gerçek olup olmadığı araştırarak harcamaya başlar. İş, düşündükleri gibi gerçekten de skarabenin başının altından çıkmaktadır. Skarabe baklası türü bir ilaç dünyanın erkek çocuk düşkünü tüm bölgelerine yayılmıştır. Bu nedenle dünyadaki kadın sayısı gitgide azalmakta ve erkek nüfusu da gitgide artmaktadır. Bu öyle bir duruma gelir ki dünya nüfusu yok olmakla karşı karşıya kalır. Hatta dünyanın belli yerlerinde kız çocuğu tacirleri ortaya çıkar. Profesör, Clarence ve André, André’nin arkadaşı olan Emmanuel Liev’i de yanlarına alarak dünyada olup bitenlere karşı bir tepki koymak ve insanları bilinçlendirmek amacıyla “Bilgeler Şebekesi” adında bir dernek kurarlar. Kitabın geri kalanında bu derneğin verdiği uğraşlar anlatılıyor. Clarence’ın araştırmaları sırasında çalıştığı gazetenin yönetimi ile aralarında oluşan sorunlar nedeniyle işine ara vermesi sırasında Profesör ve Clarence’ın bir kız çocukları olur. Kızın adı Béatrice. Béatrice, Profesör için dünyadaki her şeyden daha önemli. Clarence içinse Beatrice Profesör’e vermiş olduğu bir armağan. Profesör kendisi için hayatın anlamı olan Béatrice doğduktan sonra dünyada bir takım iyileşmeler olacağına inanmakta ve kendi tarihini Béatrice’den önce ve Béatrice’den sonra diyerek belirlemektedir. Bu romanda dünyanın karşı karşıya kalabileceği en korkunç olaylardan birini işleyen Maalouf, aynı zamanda bir babanın kızına duyduğu “sonsuz sevgi” yi de anlatıyor. - VI - TANİOS KAYASI (1993) Hikayemiz 19. yüzyılların ilk yarısında Mısır’da geçmektedir. Mısır’da bu dönemde emirlikler mevcut ve bu emirliklere bağlı küçük dağ köyleri. Her köyün de başında köylüler için tanrıdan sonra en büyük güce sahip olan şeyhler. Kfaryabda köyü, Şeyh Francis’in yönetimindedir. Lamia şeyhin kahyası Gerios’un hanımıdır. Dönem şeyhleri uçkur düşkünlükleri nedeniyle köydeki kadınların çoğunu baştan çıkartmaktadırlar. Şeyh Francis’in Lamia’ya olan ilgisi herkes tarafından bilinmektedir. Şeyh’in kayınbabasının köyüne olan bir yolculuğu sırasında, Lamia’nın gebe kalması, tüm köyün doğacak çocuğun Şeyh’ten olduğunu düşünmesine yol açar. Çocuk doğduğunda Şeyh’in ona kendi soyundan bir isim vermek istemesi bu düşüncelerin kuvvetlenmesine neden olur... Çocuğun adı, köyün ilgisini daha fazla çekmemek amacı ile Şeyh’in isteği dışında Tanios koyulur. Tanios’un hikayesi böyle başlar. Doğmadan önce hakkında söylenenlerden habersiz olan Tanios ergenlik çağında iken hayatı değişir. Bir gün arkadaşları ile su başında oynarken, köyün meczubu ona sinirlenerek Tanios-kiçk diye bağırır. Bu sırada tüm çevredekiler ve Tanios dona kalırlar. Çünkü o zamanlar köy halkı, köy kadınlarının Şeyh’ten dünyaya gelen çocuklarından bahsederken onları, isimlerinin sonuna annelerinin Şeyh için yaptıkları en beğenilen yemeğin adını ekleyerek anmaktaydılar. Kiçk bir çeşit tarhana çorbasıdır ve bu çorbayı en iyi Lamia yapar. Yani “Tanios-kiçk” diye anılmak Tanios’un başına gelebilecek en kötü olaydır. Bu olaydan sonra Tanios kendine göre köye mesafe koyar ve zamanını mümkün olabildiğince köyün dışında ve yalnız başına geçirmeye başlar. Köyden uzakta olduğu günlerden birinde Şeyh’in eski kahyası Rukoz’la tanışır. Rukoz onun için yeni bir baba niteliğindedir. Hem ona iyi davranmakta hem de Tanios’u kızına layık bir koca olarak görmektedir. Tanios’un Rukoz’la tanışmasından kısa bir süre sonra Kfaryabda köyüne komşu olan Sahlain köyüne İngiliz bir papaz okul açar. Bu okula Tanios ve Şeyh’in oğlu Raad da yazılırlar. Tanios çok başarılı bir öğrencidir. Raad ise başarısız bir öğrenci olmakla kalmayıp Tanios ve diğerlerinin başarısını da engellemektedir. Tanios bu sırada Rukoz’la iyice yakınlaşır. Aralarındaki ilişki gelişirken Tanios Esma’ya aşık olur. Esma da Tanios’a karşı iyi hisler beslemektedir. Raad, Tanios’un ilişkilerinden haberdardır. Ve bu ilişkiyi bozabilmek için Rukoz’la muhabbete girer. Rukoz şeyhlikte gözü olduğu için Şeyh’in oğlunu yanına çekmek amacıyla, kızı Esma’yı Raad’le evlendirme kararı alır. Bunu öğrenen Tanios deliye döner ve bu evliliği engellemesi için Gerios’tan yardım ister. Gerios bunun üzerine şeyhle konuşur ve Tanios’a yapılan haksızlığı anlatır. Şeyh bu evliliği engelleyeceğine söz verir. Bunun için emirliğin patriğini Rukoz’la görüştürme kararı alırlar. Patrik bu görüşmeyi kabul eder, fakat bir oyun oynayarak Tanios’un işini halletmek yerine Rukoz’un kızını kendi yeğenine ister. Oğluna yapılan bu aldatmaca karşısında kendini kaybeden Gerios, Patriği öldürür. Gerios hakkında ölüm fermanı çıkartılır. Tanios’la meczubun söylediklerinden sonra ilk kez yakınlaşan Gerios oğluyla birlikte Kıbrıs’a kaçar. Orada eskiden dağ köyünde yaşayan Fehim adında biri ile yakın dost olurlar. Kıbrıs’ta yerleştikleri pansiyonda Tanios yeniden birine aşık olur. Tanios bu kıza adayı terk edeceği zaman onu da yanına alacağına söz verir. Gerios’un dağa geri dönebilmesi için emirliğin yıkılması gerekmektedir. Gerios’un iyi dostu Fehim aslında Emirliğin üst rütbeli bir subayıdır. Ve görevi Gerios’u dağa götürüp idam ettirmektir. Bu nedenle, dostlukları koyulaştıktan bir süre sonra Gerios ve oğlunu bir şekilde dağda emirliğin yıkıldığına inandırarak o sırada Kıbrıs’ta olan bir gemiyle köye geri dönmeye ikna eder. Tanios pansiyondaki kızı son bir olsun görebilmek için gemiye babasından sonra gelir ve gemiye binemez. Gemi ayrıldıktan sonra öğrenir ki emirlik yıkılmamıştır. O zaman Fehim’in bir sahtekar olduğunu anlar. Gerios idam edilecektir. Gerios öldürülür. Tüm bunlar olurken Raad de bir şekilde tutuklanarak idam edilir. Şeyh’in başı da emirlikle dertlidir. Emirlikten güç bulan Rukoz, Şeyh’i devirerek Kfaryabda’nın yeni şeyhi olur. Halk bundan hiç memnun değildir. Emirlik artık Osmanlının ve o bölge üzerinde hak iddia etmek isteyen diğer ülkelerin yönetiminden iyice uzaklaşmıştır. Bunun için tüm bu ülkelerin temsilcileri Emir’e bir ültimatom vermek üzere emirliğe gelirler. İngiliz papazın okulunda iyi bir eğitim almış olan Tanios, Emir’e hükümranlığının artık sona erdiğini bildirmek üzere seçilir. Bu olayda papaz aracı olur. Emir, Osmanlı’nın buyruğunu reddettiği için saltanatına son verilip sürgüne gönderilir. Bu olayla birlikte Tanios, köyüne döndüğünde bir kahraman olarak karşılanır. Rukoz egemenliğinde zor günler geçirmiş olan halk Tanios’u liderleri olarak seçerler ve Rukoz’un cezalandırılmasını isterler. Şeyh Francis ölmemiştir. Rukoz onun devirdiği zaman dağın yukarı bölgelerine kaçarak yaşamını devam ettirmiştir. Emirliğin yıkıldığını öğrenince de köye geri döneceğini haber verir. Tanios liderlik yükünü taşımak istemediği için Rukoz hakkında verilecek kararı Şeyh geri dönene kadar erteleme kararı verir. Bu sırada Esma ile yeniden karşılaşır. Geri dönüşünde karşılaşmış olduğu olaylar onun kafasının iyice karışmasına neden olur. Rukoz Sahlain köyüne yapmış olduğu kötülükler nedeni ile Sahlainli kişiler tarafından öldürülür. Bu olaydan sonra Şeyh köye döner ve Tanios yeniden eski sıradanlığına döner. Esma’ya başsağlığı dilemek için evinden ayrılan Tanios köyün sınırındaki kayalardan birinin üzerine oturur ve saatlerce orada kalır. Tanios hiç kimsenin bilmediği bir nedenle oturduğu kayanın üzerinde kaybolur gider ve daha sonra kimse izine rastlayamaz... İşte bu Tanios’u yutan kayadır : Tanios Kayası... - VII - DOĞUNUN LİMANLARI (1996) “Bu öykü bana ait değil, bir başkasının yaşamını anlatıyor.” - Amin Maalouf - Bir Osmanlı prensesinin aklını yitirmesiyle başlar her şey. Kitabdar adlı Acem doktor tedavi amacıyla onu Adana’daki evine götürür. Onu seviyordur ve bu güzel kızla evlenir. Bir çocukları olur; Osmanlı prensi bir çocuk, okula gideceği yerde, okulun ona geldiği bir çocuk. Her türlü düzene isyan eden bu prens bir gün Adana’da çıkan ayaklanmalar nedeniyle en iyi arkadaşı olan Nubar adlı bir Ermeni ile Lübnan’nın başkenti Beyrut’a gider. Burada Nubar’ın kızı ile evlenir, bir kızı ve iki oğlu olur. Karısı, oğlu Salem’i doğururken ölür... Kitabın asıl kahramanı prensin babasının adını verdiği oğlu Kitabdar. Kitabdar, zaman zaman İsyan adıyla çıkar karşımıza. Kitabdar babasının onun hakkındaki tüm düşüncelerine rağmen bir doktor olmak ister, ablasının da yardımıyla onu ikna ederek Paris’e tıp okumaya gider. Fakültede çok başarılı olan Kitabdar, bir gün barda arkadaşlarıyla beraberken katıldığı bir tartışma aracılığı ile Bertrand takma adlı bir direnişçi ile tanışır ve bir anda kendini 2. Dünya Savaşı’nda direniş hareketi içinde bulur. Bu sırada hayatının kadını olacak Clara ile tanışır. Savaştan sonra Beyrut’a dönen Kitabdar bir kahraman olarak karşılanır. Kısa süre sonra Clara da Hayfa’da dayısının yanına yerleşir. Bu taşınmayı takiben Kitabdar ve Clara arasında sıcak gelişmeler olur ve evlenmeye karar verirler. “Yahudi bir kadınla Müslüman bir erkeğin evliliği” her ne kadar iki tarafın da dinleri adına bildikleri fazla bir şey olmasa da tarihe bir başkaldırıdan başka bir şey değildir. Evlendikten sonra Hayfa ve Beyrut arasında gidip gelen çift, Clara hamileyken Hayfa’da kalma tercihindedirler. 1948’de Kitabdar’ın babasının rahatsızlığı üzerine Beyrut’a dönüşü sırasında patlak veren Arap-Yahudi savaşı nedeniyle birbirlerinden ayrı kalırlar. Bu ayrılık Kitabdar’ın hayatını değiştirecektir. Bu savaş nedeniyle Kitabdar, karısını ve doğacak çocuğunu uzun süre göremeyecektir. Onların sağlığından duyduğu endişe, onu bir takım psikolojik sorunların içine iter. Davranışlarında gözle görülür bir değişme vardır. Bundan yararlanan Salem onu sadece zengin hastaların bulunduğu bir tımarhaneye kapattırır. Kitabdar, her gün onu uyuşturacak, deli olmasa bile onu deli gibi gösterecek sakinleştirici bir ilaç almak zorunda bırakılır. Yaklaşık yirmi yıl boyunca bir işkence gibi gelen hayatına katlanan Kitabdar tam ona son vermeyi düşündüğü sırada, kızı Nadya bir kurtarıcı olup hayatına girer. Yıllar önce hastanedeyken görüştüğü Bertrand’ın Nadya’ya babasının hikayesini anlatması ve Kitabdar için deli olsa da hâlâ kızının resmini bağrında taşıyan bir baba portresi çizmesi üzerine, kız babasını bulmaya karar verir. Nitekim bulur da. Bu Kitabdar için bir kurtuluş kaynağıdır. Kitabdar Nadya’yı bir kez görür. Ancak çevresinden gelen nasihatlere uyarak, kız bir daha babasına gelmez. Bu Kitabdar için üzücü bir olay olsa da onu hayata geri dönme arzusundan mahrum bırakmaz. 1976’da Lübnan’da çıkan çatışmalar sırasında fırsatını bulup, yaşadığı hastaneden kaçan Kitabdar bir şekilde Paris’e gider ve orada Bertrand’ı bulur. Tüm yaşadıklarını anlatarak ondan Clara’nın adresini ister. Clara’dan 28 yıl sonra hiçbir şey bekleyemeyeceğini biliyordur lakin yine de ona bir mektup yazar ve başından geçen her şeyi anlatır. Ondan cevap beklemiyordur, yıllar önce buluştukları bir limanda randevu verir. “20 Haziran; yine aynı gün yine aynı liman eskiden gelmişti, şimdi neden gelmesin.” Buluşma günü gelir ve... Maalouf bu öyküyü 1960’lı yılların sonuna doğru tanıştığı bir kişinin hayatından esinlenerek yazdığını belirtmektedir. Lübnan’da doğan, sonra Fransa’ya giderek direniş hareketlerinde görev alan, tekrar Lübnan’a dönen ve bir kahraman olarak karşılanan birinin öyküsü. - VIII - ÖLÜMCÜL KİMLİKLER (1998) “İyi edebiyat, felsefedir.” – Derrida – Derrida’nın bahsettiği iyi edebiyatı yapabilmek için sanırım en iyi edebi araç denemedir. Deneme, hem yazarlar / şairler hem de okuyucular için bir şanstır. Yazarlar / şairler için bir şanstır. Çünkü yazar / şairin yeryüzünde olan ve olmayan her şey hakkında duygu ve düşüncelerini edebiyattan kopmadan anlatabileceği bir tür. Okuyucular için bir şanstır. Çünkü yazar / şairin çok değişik konulardaki duygu ve düşüncelerini edebiyat tadında okuyup öğrenebiliyorlar. Amin Maalouf’un Ölümcül Kimlikler adlı denemesi de onun hakkında bilgi sahibi olmak için başvurabileceğiniz en önemli kaynak. Maalouf bu kitapta kendini oldukça şeffaflaştırıyor. Denemeyi okuduktan sonra romanlarına dönüp baktığınızda Maalouf’un, neyi, neden yazdığının bilincinde olduğu ve ne amaçla yazdığı çok iyi anlaşılıyor. Kitap; Kimliğim ve Aidiyetlerim, Modernlik Öteki’nden Gelince, Gezegensel Kabileler Zamanı, Panteri Evcilleştirmek başlıklı dört ana bölüm ve bir son sözden oluşuyor. Bu bölümlerde Maalouf “kimlik” konusu üzerine sıkı bir düşünce savaşına giriyor. Kitabın arka kapağında şu cümlelere yer veriliyor : “Bana içimin derinliğinde ne olduğum sorulduğunda, bunda herkesin içinin derinliğinde ağır basan tek bir aidiyetin, bir bakıma kişinin derin gerçekliğinin, doğarken ebediyen belirlenen ve artık değişmeyecek olan özünün var olduğu inanışı yatıyor; sanki geri kalanın, bütün geri kalanın – özgür insan olarak katettiği yolun, benimsediği inanışların, tercihlerin, kendine özel duygusallığının, yakınlıklarının, sonuçta yaşamının – hiçbir önemi yokmuş gibi.” Kimlik, insanın zamanın içindeki incelişinde onu dünyaya bağlayan bir ayna. Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler’de çok yönlü ve saydam bir sorgulamanın eşliğinde, aynadaki görüntünün tutulabileceğine işaret ediyor. Ölümcül Kimlikler, dünyanın yeni zamanlarında insanlığın küllerinden kuracağı düzenin temeline konan bilge bir taş. Maalouf bu denemeye ikinci bir isim vermeyi düşündüğünü ve bu ismin “Panteri Evcilleştirmek” olduğunu belirtiyor. Denemesinin amacı dünyalılaşmanın kimliğe ilişkin davranışları nasıl azdırdığını ve günün birinde bunların nasıl daha az ölümcül hale getirilebileceğini anlamaya çalışmak olan Maalouf, ikinci başlık meselesini bu doğrultuda açıklıyor. Çünkü pantere eziyet edilince öldürür, onu serbest bırakınca öldürür ve en kötüsü onu yaralayıp doğaya bırakmaktır. Ama panter evcilleştirilebilir. İşte Maalouf bu şekilde “Ölümcül Kimlikler”in de evcilleştirilebileceğini savunuyor. Bu evcilleştirme işlemine bir takım yöntemler türeten Maalouf, bu yöntemlerin uygulanabileceği sistemi de belirlemeye çalışıyor. Bu nedenle demokrasi dünyalılaşma açısından en uygun olan sistemdir. Ancak bir takım düzeltmelere ihtiyacı vardır, çünkü çoğunluğun sesi her zaman için azınlıkların kulağına hoş gelmeyecektir. Ulaşılması gereken; her insanın dil, din, ırk, renk, cinsiyet ve benzeri aidiyetlerini gizlemeye gerek kalmadan kendini ifade edebildiği bir toplumdur. Bu kısmı Maalouf’dan direk alıntılayalım : “........hiç kimse kendini doğmakta olan uygarlıktan dışlanmış hissetmesin, herkes orada kendi kimlik dilini ve öz kültürüne ait bazı simgeleri bulabilsin, gene orada herkes, ülküselleştirilen bir geçmişte sığınak aramak yerine, azıcık da olsa kendini, etrafını kuşatan dünyanın içinden yükseldiğini gördüğü şeyle özdeşleştirebilsin.” Maalouf son noktayı şu şekilde koyuyor : “........bir yazar son sayfaya geldiğinde en kalpten dileği kitabının yüz yıl sonra, iki yüzyıl sonra hâlâ okunuyor olmasıdır.” - IX - YÜZÜNCÜ AD (2000) Tanrının yüzüncü adı var mı? Yüzüncü Ad (Baldassare’nin Yolculuğu) adlı kitap Amin Maalouf’un son romanı. Haçlı seferleri zamanında gelip Lübnan’ın Cübeyl adındaki liman kentine yerleşmiş olan Cenevizli bir aileden geliyor roman kahramanı Baldassare Embriaco. Bir sahaf olan Baldassare, babasından miras bu işi gereği kitaplarla çok haşır neşir. 1648’de adını duyduğu Mazandarani’nin kitabı nedeniyle 1665 yılı sonlarında uzun, maceralı bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk sırasında yaşadığı olayları romanda üç kitaptan oluşan günlükler biçiminde aktarmaktadır. 1666 İncil ve Tevrat’taki bazı ayetlere dayandırılarak canavar yılı ilan edilir. Bu yıl sonunda dünyanın sonunun geleceğine ve kıyamet kopacağına inanan bir çok insan yazgılarına boyun eğmiş yok olmayı beklemektedir. Üstelik bir takım alametler de doğrulanmaktadır. Dünyanın her yerinde kargaşa, bir kötüye gidiş vardır. Bu gidişata son verebilecek, bu sonu önleyebilecek tek şey Allah’ın o gizemli adının zikredilmesidir. Ne yazık ki bu adı bilen kimse yoktur. Ancak Arap bilgini Mazandarani’nin dilden dile dolaşan “Yüzüncü Ad” kitabında yazılıdır bu isim. Baldassare sahaflığının gerektirdiği kadarını biliyordur bu kitap hakkında ve batıl inançları da olmadığından “Yüzüncü Ad”’a hiç ilgi duymaz, tâ ki bu kitap ona hediye edilene kadar... Kendi ilgisine rağmen Baldassare eline yeni geçirdiği “Yüzüncü Ad”ı bir müşterisini kıramayarak satar. Daha sonra büyük yeğeninin de ısrarı üzerine onu geri alabilmek için kitabın peşinden yola koyulur. Baldassare’nin yanında uşağı, iki yeğeni ve bir de geçmişte aşık olduğu Marta adındaki güzel dul vardır. Müşteri, İstanbul’a gidiyordur. Bu yüzden Baldassare ve yol arkadaşları da İstanbul’a doğru yola koyulurlar. Kitabın akıl almaz yolculuğu nedeniyle İstanbul’dan İzmir’e, İzmir’den Sakız adasına, Sakız’dan Cenova’ya, Cenova’dan Amsterdam’a ve daha sonra da Londra’ya sürüklenir Baldassare. Bu yolculuklar sırasında başından geçmedik kalmaz ve dönemin en çarpıcı olaylarına tanık olur. Konya’da vebadan kırılan insanlar, İzmir’de Sabetay Sevi’nin Mesihliğini ilan etmesi ile yaşananlar ve Londra’daki büyük yangın onun gözleriyle gördüğü olaylardır. Ancak kurduğu dostluklar sayesinde dönemin diğer önemli olaylarını da bizzat tanık olmuş kişilerden öğrenir. Bir kitap için çıkmış olduğu yolculuk sırasında çok ilginç anılar edinen Baldassare, birlikte yolculuk yaptıkları sürece yanlış anlamaları önlemek ve kadının iffetini korumak amacıyla Marta’nın kocası rolünü oynar. Fakat daha sonra oynadıkları bu oyuna kendileri de kapılarak birbirlerine aşık olurlar. Yeğenler İzmir’de kalmışlardır. Ne yazık ki genç dul Sakız’da onlardan ayrılmak zorunda kalır ve bir şekilde uşağından da koparak Baldassare yolculuğunun geri kalanına yalnız devam eder. Onu pişman olmaktan alıkoyan tek şey Marta’ya duyduğu sevgidir. Onu Sakız’da kaybetmiştir ama geri almak için elinden gelen her şeyi yapmalıdır, lakin yapacak ama yazgısı asla onun peşini bırakmayacaktır... Amin Maalouf bu kitabında, diğer, tarihle bezenmiş romanlarından farklı olarak gerçek tarihi kişiliklere mesafeli kalmış, olayların arkasındaki mizahi öğeleri de işleyerek, yaşananları kahramanımız Baldassare’ın tanıklığında okuyucuya aktarmış. Baldassare diğer kitaplardaki kahramanlardan belirgin bir farklılık göstermekte. Hiç bir şekilde mükemmelleştirilmeyen, aksine görünüşü, davranışları ve tecrübeleriyle aşırı sıradan biri olarak işlenmiş. Dürüst, biraz saf, hayatta bir çok şey için çok geç kalmış herhangi bir insan. “Yüzüncü Ad” da da diğer kitaplarında olduğu gibi Maalouf aşk unsurunu yan tema olarak kullanmış. Marta Baldassare’nin gönlündeki kadın olsa da Afrikalı Leo da olduğu gibi roman boyunca aşık olduğu ya da bir yakınlaşma gösterdiği tek kadın olamıyor ne yazık ki... - X – UZAKTAN AŞK (2002) Hiç görmediğiniz ve sizden kilometrelerce uzakta olan birine aşık olabilir misiniz? Ya da kör olan aşk mıdır aşık mıdır? Blaye Prensi Jaufre Rudel, kendi sınıfından gençlerin sürdüğü eğlence yaşamından sıkılır. Ve şiir yazmaya başlar. Değişik, uzaklarda olan bir sevdanın özlemini duymaktadır. Eski arkadaşları şiirlerine konu edindiği böyle bir sevdanın, kadının olmadığı söylerler. Oysa bir gün denizler ötesinden gelen bir Gezgin, böyle bir kadının olduğunu ve onunla karşılaştığını iddia eder. Jaufre, bu kadından başka bir şey düşünemez olur. Doğu’ya geri dönen Gezgin, Trablus Kontesi’yle karşılaşır ve Batı’da bir prens-ozanın onu şiirlerinde yücelttiğini, ona “uzaktan aşkım” dediğini anlatır. Kadın, bu tuhaf ve uzaklardaki aşığı düşlemeye başlar, bir yandan da böylesine gönülden bağlılığı hak edip etmediğini sorar kendine. İşte böyle bir kurgu üzerine temellendirilmiş olan Uzaktan Aşk librettosunda Amin Maalouf yine doğuyla batı arasında yolculuklara çıkartır bizleri. Bu defa yolculuk aşka ulaşmak içindir. Hiç görmediğimiz uzaklardaki bir sevdanın peşine düşeriz hep birlikte. Bu yolculuğun sonundaysa.... ………………………………………………. Son söz yerine : Yüreklerimizi yeniden sarsan, lirik / mistik bir gülümsemedir Amin Maalouf... Kucağında çiçeklerle Anadolu’ya, Mezopotamya’ya yine Anadolu’dan, Mezopotamya’dan çiçekler sunar... Sorgulayan, düşündüren, onurlandıran... Cümleleri, dizeleri nostaljik bir gönderme olmanın ötesinde, çağımızda da kendisine bir yer bulur ve bu doğurgan topraklarda yaşama anlam katan serüvenlere de yeniden ev sahipliği yapıyor... Akdeniz ve Asya kültürü, halklar mozaiği, O’nun satırlarında Lübnanlı bir kimliğe dönüşüyor. Alabildiğine bir düşünsel, duyuşsal ve mistik çekicilik Maalouf’un biçemine eklenecek öteki yanlardır... Onu okuyun, kendinize dair bir şeyler bulacaksınız... Temmuz – 2003 Fırat...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Fırat KÜÇÜK, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |