Başka dillerle ilgili hiçbir şey bilmeyenler, kendi dilleriyle ilgili de hiçbir şey bilmiyorlar. -Goethe |
|
||||||||||
|
O zaman da olurmuydu bunca renksizlik yada tonsuzluk. Bir kısa ve bir uzun çizgi arasında gidip gelmek kocaman bir hayatı ve bir bakmak sadece bir kez bakmak aynaya nasıl oldum diye ve başka bir kadın suratı görmek. Taa uzaklardan gelen bir ses hitaben alınmış bir surat. Kimliği belirsiz kişiler tarafından öldürüldü sözleri çınlasa ve tekrar o kocaman sesler. Ve yine siyah ve beyazlar arasındaki bazı duygular. Renksizlikten gelen duygular ama o kadar da olmaz dedirticek sözler ve göresel öğeler. Hep aynı olmuyomu tüm ilişkiler. Bir varmıl bir yokmuş başlayıp gökten 3 elma düşüren. Ama kimin yediği asla bilinmeyen. Belkide anlatılmak istenmeyen. Konuşulmayan susulan, yasaklanan, üzüntüler ve görüntüler ve duygular silsilesi aslında belki de hepsi. Bir varmış bir yokmuş başlayan hikayeler arasında biten masallar kadar iyi mi olmak zorunda her şey. Ve belki o zaman derdim : Gecenin en kuytu saatlerinde uyanmak ne korkunç. Her taraf kapkara, her şey şekilsiz; dehşetle şişen göz yuvalarında bastıran bir başparmak gibidir bu karanlık. Önceleri bana ne olduğunu anlayamıyorum. Dölyatağından vaktinden önce atılmış bir embriyon gibiyim. Hatırlayabildiğim hiçbir şey yok. Beni, krize girmiş biri gibi titreten şey hakkında en küçük bir fikrim bile yok. Sanırım bu yaşadığım şok doğum şoku. Kendime gelmeliyim, bu kadar karanlık bir denizde boğulamam. İşte hareket etmeye başladım. Buz saçaklarının gölgeleri gibi saydam gölgeler arasında çırpınıyorum. Dünyanın en şekilsiz suyundan oluşmuş dalgalarının arasındayım. Birden bir resim gördüm. Ama hatları hemen dağılıyor. Soğuk çok soğuk. Sanırım pencere önünü süsleyen çiçekler bile bu kadar acımasıza yok olmamıştır. Oluşup kaybolması ardı ardına olan gölgelere dalıyorum. Bazen biri belli bir kesinlikle oluşuyor ama bu çok uzun sürmüyor. Sonunda gelgit bittikten sonra kendime gelebilmiştim. Yukarıda beyaz bir tablanın üzerinde bir balık gibi yatıyorum. Yattığım yer bir yatak mı yoksa bir tabut mu? Bilemiyorum. Offff lanet olsun. Nedir bu üzerinde yattığım şey. Kenarlarını yokluyorum. Evet kesinlikle bir yatak olmalı bu. Hala yaşıyorum. Ben benim. Bir balıkçının mermer tablasında yatan bir balıkta değilim üstelik. Sanırım buna sevinmeliyim. Evet buraya kadar çok güzel ama bu yatak kimin yatağı? Burası kimin odası? Ölümsüz karanlıkta bir pencere bulmak için çabalıyorum ama bir türlü bulamıyorum. Ama illaki bir kapı olmalı çıkışı bulabilmem için lanet olsun nerede bu ışıklar. Burası bir mezar gibi. Hemen kurtulmalıyım buradan. Aslında nerede olduğumu bile bilmiyorum... Bir gemide bile olabilirim.... Ama denizde mi karada mı olduğumu gösteren bir ses olmalı. Hatırlıyorum. Her şeyi.... Bir hayalet tren gibi gelip geçiyorlar gözlerimin önünden.....Artık pusulanın hangi derecesinde olduğumu biliyorum. Ne kadar da karanlık. Birileri ayı çalmış olmalı gizlice. Yıldızlar bile yok. Soğuk çok soğuk. Bir başınayım. Karanlık artık gözlerimde semboller oluşturmaya başladı. Bir yerlerde bir tehlike seziyorum. Pençelerinin altlarına yastıklar bağlanmış olan bir şey yaklaşıyor bana hafif, sessiz bir vuruş olacak sanırım. Duyuyor musunuz? Hatırlayabildiğim en eski şey, ılıman ve güneşli bir yerde yaşadığımızdı. Büyüyen çiçekleri ve yaz kokan ağaçları hatırlıyorum. Orada güneş galiba her zaman parlıyordu. Annemi ve babamı görüyorum. Benimle çoğu zaman bir Japon uşak ilgilenirdi. Bana karşı çok nazikti. Bir sürü öykü anlatırdı. Çocukluğumu unutturan öyküler. Beni sevindirmek için, büyülü balıklar çizerdi bana. Evet hatırlıyorum. Büyülü balıklarla hayaller kurardım. Bir keresinde; Küçük kayık yumuşak ve yavaş bir şekilde müthiş dalgalara tırmanıyor. Yukarı daha yukarı daha da yukarı. Anlaşılamayacak kadar yavaş hareket ediyor adeta uçuşan pamukçuklar gibi. Küçük kayık dalgaların oluşturduğu kemerlerle gök yüzüne uzanıyor. Kayık harika mavilikteki deniz üzerinde zümrütten bir yol bırakıyor arkasında. Kayığın arkasındaki yarı saydam dalgalar ametist gölgeleri hatırlatıyorlar. Yelkensiz, küreksiz, motorsuz kayığın kıç tarafında bir adam beliriyor birden bire. Sarı saçlarıyla bir ressam. Hiçbir şeye aldırmadan olağanca heyecanıyla resmine fırça darbeleri indiriyor. Kayığın düzgün ilerleyişi hiçbir şekilde bu adamın fırça darbelerini bozmuyor. Eğik başının üzerindeki güneşe ve kayığın onu nerelere götürdüğü ile hiç ilgilenmiyor. O sadece şu anda yapmakta olduğu hayalle uğraşıyor. Sihirli bir balıktan çıkan.... Ve bitiriyor işte. Küçük balık bitiyor. Sihirli balık mutlu görünmüştü bana çoğu zaman. Hayallerimde yaşamıştım onu. Bazen bir mercan ada kadar kusursuz bazen de çok amatörce çizilmiş. Bu balığa bakarken aklımdan saçaklar, lifler, miğferler, kılıçlar, dokunaçlar, kanatçıklar, fırfırlar, eğik bayraklar, peçeler, periskoplar, bağlar, pensler, tıraş bıçakları ve daha hatırlayamadığım bir sürü şey geçerdi. Benle birlikte uşakta hayallere dalardı. Birlikte kahkahalarla gülerdik. Uşak o kadar güzel gülerdi ki minyatür bir gökkuşağından bulutlara ulaşan bir köpek balığını hatırlatırdı bana. Uzak antik kentler birbirleriyle fısıldaşır. Söğüt, yağmur, şelale. Tepenin eteklerinde gölgeler görünür gözlerime. Başlangıçta bir leke. Giderek bir göbeği yere yakın bir tilkinin sanısını verir bana. O kadar sinsize yaklaşır ki yerde sürünen yılanlar bile hissetmez yaklaşmakta olduğunu. Tam tepeye ulaştığında durur ve başını iki yana sallar. Bir an kendi uzak yalnızlığında kalıp birden yok olur hayallerimden. Bir heyecan dalgası sarıyor insanı. Ön plandaki sis dalgalanıp aralanıyor, belli belirsiz yer değiştiriyor, sonra havada asılı kalıyor. Hayallerimde hep iki hareketsiz figür vardır benim. Tüm bu sonsuz hareketli ortamda. Biri sarkmış kolları, çiçek kokulu manşetlerinden çıkan iç gömleğinin parlak kırmızısı ile Prens Gelji. Diğeri karanfil renkli ipekten elbisesiyle birinci prenses. Prens Prensese içtenlikle gülümsüyor. Bu görüntü hep vardı hayallerimde. Uzak bir yerlerden gelen bir misafir gibi birden girerdi kafama sonra birden yok olurdu geldiği gibi. Sessizlik ne korkunç bir şey. Işık tırpanla ekilmiş bir ekin sırası gibi açık renkli bir patika çiziyor gözlerimin önünde. Havada eğilip bükülen kütleden birden fışkıran bir ses yükselir böyle zamanlarda. Bir çokları sert ve kati lanetlenmiş hareketleriyle felaketleri haber verir bana. Çük gürültü var kafamda. Motor sesleri ve patlamalar. Kiraz çiçeklerinin yerini bir kül yağmuru alır çoğu zaman. Artık dayanılmaz bir noktaya ulaştığımda ise bunların yerini mutlak bir sessizlik alır. Tüm hayallerim yanan bir tropik orman köyünün alev almış palmiyeleri arasında çılgınca kaybolur. Sonraları bir deniz aşıp, daha soğuk bir ülkeye gittik. Annem orada sıkıntılı ve hüzünlüydü. Pırıl pırıl cilalı eşyalarla dolu bir eve taşındık. Gelenler eve hayrandı ama çoğunluğu anneme hayrandı. Doğrusu hayran olunacak bir kadındı. Evde bir kraliçe... Sürgünde ki bir Prenses gibi dolaşırdı. İçindeki parlak eşyalara karşın hiç de neşeli bir ev değildi. Sürgündeydim burada. Kuş bakışı şehir dışında bahçeli bir evdi burası. Her yer görülürdü. Bir uçta şehrin kenar mahalleleri; yoksul evler, fabrikalar, ilerleyen tramvay, tren ve otobüs yolları. Öbür uçta tarlalar, şurada burada sanayi alanları, bir golf sahası, birkaç kum tepe. Ama bir de sürgündeki zenginlerin yaşadığı bir yer vardı. Caddeler... Geniş ve ağaçlı. Geometrik bir düzende kurulmuş evlerin bahçeleri her zaman düzenli olurdu. Kalabalık bir alışveriş merkezi hatırlıyorum. Çapraz örülmüş duvarlarıyla çirkin bir mimari özellik sergileyen. Hükümet konağı sanki bunların ne işe yaradığını unutturmaya çalışır gibiydi. Hatırlıyorum. Mevsim yazdı. Rüzgarlı ve güneşli bir gün. Tüm bahçelerde çimler dikkatle biçilmiş. Bazısında tenis kortları, diğerlerinde yüzme havuzları, yığma taşlar, güneş saatleri, tavşanlar ve cüce heykeller. Çok olmamakla beraber satıcı karavanları ve gıcır gıcır arabalar özenle temizlenmiş yollarda ilerliyorlardı. Parkın yanından bir otobüs geçiyor. Varsıl evlerin bacalarından kalın dalgalar halinde dumanlar çıktığını hatırlıyorum. Ezici ağırlığıyla manzarayı kartondan yapılmışçasına ufaltan ve sevimli hale getiren ise, sınır tanımayan gök yüzünün maviliği. Geniş caddelerden birinde bir eve gitmiştik. Girişteki bahçe kapısında Karaağaçlar yazılıydı. Bir bahçıvan hatırlıyorum tırpanla çimleri biçiyordu. Kapının zilini çalmıştım. Beyaz öğle sonrası önlüğü ve kepi ile bir hizmetçi açmıştı kapıyı. Yanımda bir de kadın vardı ama suratını hatırlamıyorum. Ama hatırladığım hizmetçi ve bahçıvan aynı yüzü taşıyorlardı. İçeride oturma odasının kapısı açılmıştı. Bir parça zevkli sayılabilecek, çok fazla sayıda çiçek vazosu ve ufak tefek eşyalar olan bir odaydı burası. İçeride değişik bir koku vardı. Pencerelerde kalın kadife perdeler vardı. Kanepe ve sandalyelerde de aynı kumaş kullanılmıştı. Odayı sanırım diğer odalardan ayıran tek şey doğuya özgü eşyalardı. Bir dakika sonra kapı açılmış ve içeri ev sahibesi girmişti. Biz ona kısaca A diyelim. Yaşı kırka yakın. Yüzü merhametsiz bir ifade taşımasına karşın haşa çekici bir kadın olduğunu hatırlıyorum. A’nın attığı her adımda kendisiyle birlikte sanki odada değişmekteydi. Bu beni ilk kez korkutmuştu. Kadının yüzü tebeşir beyazındaydı trajik gücü çok etkileyiciydi. Elbisesi kara kırmızı renkteydi. Perdelerin kapalı olması beni çok rahatsız etmişti. Zor tutuyordum kendimi kalkıp onları açmamak için. Birden bir ses çıkardığını hatırlıyorum. Bu ses çok tanıdık gelmişti bana uzun zaman önce hatırladığım bir sesti bu. Kim bilir ne kadar özlediniz demişti. Birden pencerenin dışında sanki bir şeylerin değiştiğini hissetmiştim. Sanırım bunu pencereye dönük olan karartı yüzünden hissetmiştim. Aklıma bir sürü şey geldiğini hatırlıyorum. Palmiyeli ve tapınaklı minik bir manzara ansızın sellerle taşan dev bir nehre dönüşmüştü. Su, maya gibi kabaran girdaplar oluşturarak akıyordu. Üzerinde ailelerin yaşadığı sandallarda balık tutan kişiler belirmişti. Sonra birden sallar ansızın uçan halılar gibi havalanmıştı. Baş aşağı giden atların yarışı. Belli belirsiz gülümseyen doğulu bir yüz hatırlıyorum. Karaağaçlar kelimesi gözlerimin önüne gelmişti. Birden gitmemiz gerektiğini hatırlıyorum. Kapı açılmıştı, ışık, oturma odasındaki çiçek vazoları ve bibloları aydınlatmıştı. A hala konuşmaktaydı ama ne dediğini hatırlamıyorum. Kibar görünümünün altında ki kaba gerçeği saklamak ister gibi. Tam çıkarken sarı saçlı bir kız girdi içeriye annesiyle karıştırmamak için ona B adını takmıştım. Kimse fark etmeden yok olmuştu geldiği gibi. Evimiz her zaman, sanki insanlar daima alçak sesle konuşuyorlarmış gibi çok sessizdi. Annemle babamın benimle konuşmaya ayıracak pek zamanı olmazdı. Zaten benimle konuşan fazla kişide yoktu: sadece yağmur, sık sık bir şeyler fısıldamaya çalışırdı. Çok yağmur yağardı. Yağmur bana her zaman bir şeyler anlatırdı. Uzun öğleden sonralarında, her pencereyi yağmur her köşeyi gölgeler doldurduğunda, bazen güneşi ve Japon uşağı düşünürdüm. Annemin hüznüyle kararmış pencereleri, yağmurlu odaların yalnızlığını. Yağmur evi büyülü yalnızlık zindanına hapsediyordu. Zamanla, bana ne söylediğini anladım. Yağmurdan büyünün nasıl yapıldığını öğrendim ve artık yalnızlığımı duymaz oldum. Fareler ve örümcekler gibi evi gece tanımayı öğrendim. Evin kemiklerinin haritasını çıkardım. Döşemeler altındaki gizli tünellerde görünmeden, duyulmadan dolaşıp kirişler arasında kurulu örümcek ağlarından geçtim. Bütün bunlardan sonra çocuklarla oynamayı, Japon uşağın bana fantastik öyküler anlatmasını canım hiç istemedi. Perdelerin arkasında, dolapların içinde, masa ve sandalyeler arasında pusuya yatıp, kendi halinde gün ışığını sihirli geceye dönüştürür, kendime büyüler ve hayallerden oluşan bir dünya kurardım. Çocukluğumu gölgelerde bıraktım. Şimdi güneşle ölüyorum. Ama ne zaman delireceğim konusunda en ufak bir fikrim bile yok. Çocuksu aşklarım vardı bir zamanlar. Eski evde kaldı ama. Japon uşağımı çok özledim. Tekrar sihirli balıklar istiyorum, beni kendime getirecek. Bir çokları deli olduğu söyler ama ben düşünmüyorum. Bu lanet yerde tıkanıp kaldım. Kurtaramıyorum kendimi. Uçsuz bucaksız bir çölde tek başına bırakılmış bir çiçek gibi. Su yok sadece sıcak var. Kuzey şafağının şeffaf parıltılarını geri istiyorum. Buralarda bir yerlerde bir kuz-ey manzarası olmalı. Yamaçlarda kristalleşmiş kar, donuk ağaç oyukları, şeffaf kayalar..... Eski rahat tatil atmosferlerini geri istiyorum. Yağmurları geri istiyorum. Bir bilim adamı gibi düğüm düğüm damarlarım oluştu. Ama bir türlü formülü bulamıyorum. Moleküllerin yağmur gibi yağışının, her boydan parlak pullarla etrafa saçılışının ardından sonsuzluğun güneşi, karanlığı görüyor. Birden kuyruklu yıldızlar, güneşler, gezegenler, nebulaların ateşten gelişmesini başlattığımı hissediyorum. Takım yıldızları toplanmaya başlıyor. Dünyalar bitimsiz seferine doğru yola çıkıyor. Evren, göz açıp kapayıncaya kadar kocaman bir çiçek gibi tomurcuk veriyor. Yaradılış devam ediyor. Yıldızlar katrilyonlarla ölçülmeyecek kadar uzaklara doğru yola çıkıyor. Dünya bilardo topu büyüklüğünde ayaklar arasında zıplıyor. Kozmik makinaların bu büyük gürültüsü yerini tekdüze sonsuzluğun sessizliğine bırakıyor. Hatırlıyorum. Tüm bu keşmekeşin ortasında küçük kız B, sakin bir yer bulmuş oturuyor ve kitabını okuyordu. Oturduğu yer serin ve sessizdi. Taze kesilmiş otlarla kaplı yerde B sırtını bir ağaç gövdesine dayamıştı. Birden bir çok çocuk ortaya çıkmıştı. Kırmızı kuru fasulye torbalarıyla oynamaya başlamışlardı. Her çocuk torbasını omuzlarının üzerinden arkasındakine iletiyordu. Tüm dikkatlerini oyuna vermiş olduklarından ara sıra attıkları çığlıklar sessizliği bozuyordu... B hala ağacın altında oturuyordu. Birden kitabını bırakıp onları seyretmeye başlamıştı. Katılmayı istediği her halinden belliydi. Ötekiler onu fark etmemiş gibi davranıyorlardı. En sonunda B ani bir hareketle kalktı ve onlara doğru yürümeye başladı. Birden oyun durmuş ve içlerinden bir onu oyuna katmıştı. B belki gerginlikten, belki oyun kurallarını anlamadığından, belki de sadece bir değişiklik olsun diye, sıra kendisine geldiği zaman kırmızı torbayı öne atıyordu arkaya değil. O anda telepatik bir anlaşma olmuş gibi oyun bozuluyordu. Ötekiler bu işe çok kızmışlardı. Onu davet eden ise diğerlerini uzaklaştırırken sakinleştirmeye çalışıyordu. B bir başına gidenlerin arkasından baka kalmıştı. Bir an sonra gözlerinde bir ışık görmüştüm bir adama bakıyordu. Sanırım babasıydı. Koyu renk resmi elbiselerini giymiş çantası ve şemsiyesi ile hızlı adımlarla yürümekteydi. Çocuk hala umut dolu gözlerle ona bakıyordu ama adamın onu göremeyecek kadar acelesi vardı. O anda opera şarkısı gibi ağacın yanından biten iş yerine girmişti bile. O girdikten sonra ağır demir kapılar arkasından kapanıyor. Ama hala camlardan içeride birileriyle konuştuğu anlaşılabiliyordu. B babasını izlemek ister gibi iki adım attıktan sonra ağacın gölgesine geri dönmüştü. Uzaktan uzağa A belirmişti. Bir binanın kapısını çalmak üzereydi ama birden bakışları ona bakmakta olan çocuğa dönmüştü. Kapı açıldıktan sonra bakışlarını çocuktan kaçırıp içeriye girmişti gölgelerle birlikte. A içeri girdikten sonra 2 belirgin kapanma sesi duyulmuştu ve kapı kilitlenmişti. Küçük kız anlaşılmaz bakışlarla onu izledikten sonra tekrar ağacın altındaki yerini almıştı. Ve tekrar okumaya başlamıştı. Annem öldüğünde evin bu daimi sessizliğinin nedenini anladım. Bu ev her zaman sessizce annemin ölümüyle yaptığı dansı izlemişti, dinlemiş ve beklemişti. Babam hiçbir zaman bana, olup biteni anlatmadı. Kimse bana annemin ölümü hakkında açıklama yapmadı, ben de hiçbir şey sormadım. Herhalde bu, hiç sorulamayacak bir soruydu. Ama sık sık merak ederdim, geceleri düşünürdüm. Bazı geceler, ölümü, kendimi ve annemi düşünür, korkar, bunları birilerine sormuş olmayı isterdim. Ama elbet böyle bir şey soramayacağımı bilirdim. Annemin ölümü ne kadar korkarsam korkayım kimseyle kimseyle konuşamayacağım bir şeydi. En son yapacağım şey bu konuyu birileriyle konuşmak olurdu.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Okay Ulukut, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |