Yazar yazı yazmayı başka insanlara göre daha zor yapan insandır. -Thomas Mann |
|
||||||||||
|
Sorular çekmecelerin içinden çıkar. Önce emin olamazsınız. Başka bir şey olma ihtimali de vardır. Belki en alt çekmecede, kalın kışlık kazakları yemekte olan bir güvedir. Yün lifleri ona sert gelse de bunu itiraftan çekinir. Ne pahasına olursa olsun geri çekilmeyecektir. İşine kahramanca devam eder. Belki de tahtaları kemiren bir kurttur. Çıkan tozları alt çekmeceye sıkıştırır, çekip açmak zorlaşır. Çekmecenin yumuşak ağacının pudra gibi tozları aralardan yerlere dökülür. Kurt yada böcek fazla zorlanmadan oyduğu o yerde saklanır. Ancak alt çekmecede yaşayan ne bir güve, ne tahta kurdu ne de karanlıkta yayılan tahtalardır. Çekmecede gidip gelen bir sorudur. Biraz karnının üzerinde hareket edip sonra yaylanmak için hazır ola geçer. Kaplan gibi gerilir. Soru, çekmecede gerilmiş bir kaplan gibidir. Fare büyüklüğünde küçük bir kaplan, çizgili postu kadife yumuşaklığında ve simsiyah. Çekmeceden yere iner, bütün gücünü toplayarak sıçramaya hazırlanır. Kasları gerilir, giderek büyür ve güzelleşir. Son derece iyi stilize bir yay gibi; kendiliğinden kaçınılmaz bir şekilde ve zahmetsizce fırlatmaya hazırlanır. Nereye? Sabah ışıklarıyla üst kata değil ya? Gün ışığını kucaklayan eğik aynalar öylesine parlak prizmalar oluşturuyor ki, gökkuşağından kesilmiş elmas parçalarını anımsatıyor. Camlardan geçerek süzülmüş güneşin oluşturduğu madalyonun içinde beyaz ve uzun bir konsol. Top yapılmış çoraplar, eldiven, bluz ve iç çamaşırlarıyla dolu çekmeceler sessizce açılıp kapanıyor. Dantel ve elişleriyle süslü giysiler. Çekmece köşelerinde lavanta torbaları, koku keseleri. Ağzı açık kesenin içinde bir yolculuk saati hafif bir gümüş sesiyle çalışıyor. Yivli gümüş şamdanlar şöminenin köşelerinde, içlerinde pembe mumluklarıyla yer alıyor. Üzerinde isim işlenmiş gümüş bir fırça ve kutular prizmatik ışıklar yansıtıyor. Bütün bu eşyalar bir çok soru, ünlem ve virgül oluşturuyor. Hatırlıyorum, tekrar o eve gitmiştik. Kapı yine daha önce gördüğüm o el tarafında açılmıştı. A odaya girmişti. Bu kez değişen tek şey güneşin batıyor olması idi. Kızıl ışıklar içeriyi öylesine dolduruyordu ki, oda sanki bir kimyagerin renkli su kabında yıkanır gibiydi. Bu gün batışının tehlikeli kızlılığı altında başını hızla çevirmişti A. Narin ve beyaz boynu kırılacak bir çiçek sapını hatırlatmıştı bana. Kızıl ışıklar birden boynundan uzaklaşırken gümüş birden siyahlaşmış, odayı yoğun bir karanlık doldurmuştu. Kadının boynunu tutan sol elindeki yüzük karanlıkta parıltılar çıkarıyordu. Kızıl ışınlar yatak örtüsünü ince bir yağmur gibi kaplamıştı. Konsolun açık çekmecelerinden sanki sisli kızıl şelaleler fışkırıyor ve yerlere dökülüyordu. Bu sırada A dışarı çıkan kapıyı açmıştı. Onu takip ediyordum. İçinde bulunduğum koridor çok karanlıktı. Tek ışık kaynağı giriş holünün ortasında duran ve camlardan tozlu bir ışık sızdıran antika bir lambaydı. Kapalı kapılar kapı ayaklarının oluşturduğu bir dizi bilmeceyi anımsatmıştı bana. Tavan kilise tavanı gibi yüksek, uçuşan yarasaların yada bir baykuşun görülmesi mümkünmüş gibi hissediyordum. Ama salonun ışıklı kısmı canlılıkla ciddiyet arasında gidip geliyordu. Çıplak ve yüksek duvarlar, ne olduğu belirsiz gölgeler, kilise tarzı biçimlenmiş, perdesiz pencereler kasvetli bir manastır havasını yaratmıştı. Ancak bu koyu tabloya tek uymayan şey arsenik yeşili halı ile lamba ışığında parıl parıl parlayan kırmızı iplikle kaplı taht benzeri bir koltuktu. Birden koltukta okumadığı gazetelerle iç içe oturan biri gözüme ilişmişti. Gazeteler yanı başında duran masanın üzerinde duruyordu. Bazıları elinde yada dizlerindeydi. Ama daha dikkatli bakınca bunun daha önce gördüğüm kızının isteklerini göremeyecek kadar meşgul olan adam olduğunu görmek mümkün. Odanın havasında bir yapaylık ve kötücülük sezmiştim. odadaki dramatik havayı yaratanın, yapay süslemeler olduğunu düşünmüştüm. Kalın duvarlar belki de sadece kağıttı. Her şey gözün fark etmediği bir sürü kablo ve ekran üzerine toparlanmış görüntülerden ibaretti. Ama bunun somut bir delilide yoktu ki. Her şey lanetli bir rüya duygusuydu yalnızca. Görüntüsel gerçeklik burada başka bir boyuttaki ürkütücü yüzünü örten bir mask sadece. Tüm bunlar A içinde söylenebilir. A, uzun koyu renkli bir giysi içinde merdivenlerden inmişti. Lambanın yanında oturan adamı görüyor fakat bundan rahatsızlık duymuyordu. Sessizce ama onu uyarmamaya özel bir dikkat göstermeden yürüyordu. Zaten adamın onu duyacak hali de yoktu. Bulunduğu yerden çok uzaklardaydı. Kadının adama bakan yüzü, merdivenin son basamağında, yani ışığın aydınlattığı çembere ulaştığında tırabzan gölgesi harman makinesinin kolları gibi aydınlanmıştı. Olduğu yerde bir an beklemişti. Şimdi mineral ateşleriyle akkor halinse gelmiş arsenik denizinde demir atma zamanı. Aslında bu atılması güç bir adım. En sonunda yapıyor. Bir adım atıyor. Ayağı halıya değer değmez olağan üstü kalın ve uzun olan tırabzan direği, kara ağaç olup şaha kalkıyor. Anlık bir Deja-Vue yaşadığımı düşünmüştüm. Aynı şeyler bir kez daha olmuştu ama nerede? Küçücük bir an, evrensel kimlik denizinin enginlerinde, işkence görmüş köle, cesaretle ve sükunetle, antik bir dirayetle, hikmetle konuşuyor. Odada duman var mı? Eğer azsa kalacağım çoksa hemen dışarı çıkacağım. Kapı her zaman açıktır. A’nın gitmek için sadece kapı kolunu çevirmesi yeterliydi. Bunu yapmak için harekete geçtiğinde ise, birden gerilmiştim. Adama son bir kez bakmıştı. O hala kayıtsız bir şekilde gazetelere gömülmüştü. Birden adam hüzünlü bakışlarını kaldırmıştı. Sanırım dışarıda yağmakta olan yağmur dikkatini çekmişti. A yavaşça kapıyı açmış ve bahçıvanın çimlerini düzeltmekte olduğu Kara ağaçlar bahçesine girerken kapıyı arkasından dikkatlice kapatmıştı. Bundan sonrasını hatırlamıyorum. Gece ülkesinde ki kaplanların hızı bu işin uzmanları tarafından incelenmesi gerekli bir şeydir. Fare büyüklüğünde ki bir kaplancıkla başlasanız, siz ne olduğunu anlamadan, o yarım kürenin en güçlü yaratığı Sumatra kaplanının iki katı büyüklüğüne ulaşır. Ve siz daha bıçak diyemeden - bu koşullarda bunu söylemekte pek akıllıca değildir zaten- kız erkek tüm arkadaşları toplanır ve sizin şu evcil, sakin geceniz bir kaplan parkına döner. Nereye baksanız, gecenin içinde koşan, zıplayan, bıyıklarıyla oynayan ve sizi rahatsız etmekten çok hoşnut görünen kaplanları görürsünüz. Ama sizin yapacak bir şeyiniz yoktur. Hatırlıyorum, soğuk bir kış günüydü. Gölgem giderek çıkmaz bir sokağın içinde kaybolmaya başlamıştı. Dünyanın çeşitli şehirlerinde yabancıların ölmüş gözlerinin yıldızların parlaklığını gasp eden yığın yığın ışıklardan daha soğuk caddelerde kaderimi arıyordum. Bulutlar arasındaki gizli platformlardan aşağı atlıyor, korkunç, güçlü, granit ve çelikle takviye edilmiş fakat tarla faresinin kemikleri kadar ince olan yüksek kulelerden uçuyordum. Hiç kimsenin söküp atamayacağı yıl başı süslemeleri altında, lekeli bir bara çökmüş Yunanlı Petro, çevreye kadının kanıyla karışmış çamur sıçratan tekerleklerin sesini duyuyordum. Askıya asılmaya değmez eski bir palto gibi ezilen kadın, kapısı kapalı otel odalarında yaşayacak artık. Ya da küçük köy kiliselerinin avlularında yüzleri buruşuk yarım akıllı hortlaklar gibi uzun yaz ortalarında arasındaki mezar taşlarına eğilmiş ağaçların arasında otururken. Issız ırmakların siyah matem elbiseleri yapışkan bir çile ile sarar seni, tropikal denizlerde gelgitler ayakkabılarını sürükler. Göz boşluklarında yengeçler Dolaşır. Kenefe sarılı isimsiz biri olarak kloroform yüklü koridorların bitmez tükenmez kasvetinde dolaşırsın. Tabancanın alaycı tak takları her cümleye bir nokta koyar. Düzenli fakat sürekli bir arayış, ölümün her şeyden habersiz bir dünyada azametle yürüyüşü, ölüm dansı. Bu dansın adımları, yorgunluk, umutsuzluk ve finaldir. Biçim, hareketler ve ayrıntılar durmadan değişir. Örneğin şu anda bir şehir evi düşünelim. Yoksul bir semtte, bir kira odası örneğin. Sivri uçlu demir parmaklıklar, tıka basa dolmuş çöp kutuları, ılık bir akşamın bayat havası, kirli tiz sesli çocuklar, yorgun ve aksi, oynayıp kavga ediyorlar. Sokak tabelasının asıldığı direkteki sokak lambasının ışığında boyası dökülmüş bir ev kapısı görülüyor. Üzerinde pansiyon ilanına benzer bir duyuru var. Kapıdan dar ve karanlık, zemini iki sıra muşamba döşemeli bir koridora giriliyor. Merdivenler üst kata çıkıyor; burada iştah kapatıcı bir kabak yemeği ve askıda ki yağmurluğun kokuları duyulur. Cilalı ve üzeri toprak motifli bir boru, şemsiyelik olarak kullanılır. Merdiven çatlakları kirli keçelerle kapatılmış, çiğnenmekten iyice aşınmış görünüyor. Üst katta başka yerlerden atılmış mobilyalarla döşenmiş bir yatak odası var. Yerlerde bardaklar, fincanlar, boş rakı ve votka şişeleri, şırıngalar, haplar, katlanmış kağıtların içinden dökülmüş tozlar, iğneler, diamorf etiketi taşıyan boş tüpler... Çıkmanın penceresinde köpük beyazı perdelerden süzülen ışık odaya yayılıyor. Pirinç karyolanın üzerinde bir pijama yığını, pijamaların içinde korkunç bir şekilde, bir insan formu ayırt edilebiliyor. Işığı tutan perdeler ardından bacalar ve kararmış saçaklar, sivri uçlu damlar, kapı ve pencere tepelikleri görünüyor. Sahipsiz eski bir top mermisi gibi içi boşalmış gök yüzü...... Annemin ölümüyle sadece kendisi gitti, evde hiçbir değişiklik olmadı. Cisim olarak gitti ama onun üzüntülü ve sıkıntılı havası benim gölgelerle birlikte yaşadığım ıssız odalarda kaldı. Onlar da kendilerini yalnız hissediyorlarmış gibi, bu iki hortlak bana yapışıp, geceler evrenine yerleştiler. Sanırım bazen beni, annemin yerine koyuyorlardı. Onların bu yakınlığı beni anneme yaklaştırdı. Bazen annemin gitmesi onu bana çok yaklaştırmış gibi geliyordu. Bazen onun yakınlığını omzuma dokunan bir el gibi duyardım; sonra korktum ve koşup, sıçrayıp, taklalar atıp elinden kurtulmaya çalıştım. Fakat el, istediği kadar uzun süre omzumda kaldı. Kimi zaman bir üst kat penceresinden bakanın ben değil de annem olduğu duygusuna kapılırım. Köprüde, yüzen balıkları seyreden insanlar gibi, dış dünyayı içinde bize yer olmayan yabancı bir gezegen gibi gördük. Issız pencere camının ardından bizimle hiç ilgisi olmayan gündelik yaşamı seyrettik. Babam benim diğer çocuklarla birlikte olmam gerektiğini düşünmeden evden fazla uzak olmayan bir okula yazdırdı. Mevsim sonbahardı. Rüzgarlı günlerde, okula giderken yol boyunca uzanan ağaçları sarı yapraklarını bir altın yağmuru gibi dökerlerdi. Bense düşen yaprakları yakalamak için bir oyun uydurmuştum. Güzel bir yaprak yakalarsam cebime koyuyordum. Fakat onları cebimden çıkardığımda kırılmış ve solmuş bir çöple karşılaşıyordum. Başlangıçta okula gitmekten hoşlanmıştım. Benim için yeni ve heyecan verici bir şeydi. Ama aslında heyecan verici değildi ve kısa sürede yeni olmaktan çıktı. Onun yerine sıkıcı bir hal alarak beni hayal kırıklığına uğrattı. Dönem sonunda sahneye bir oyun konulmasına karar verilmişti. Oyunda benimde oldukça önemli bir rolüm vardı. Bu rolü de heyecan verici buluyordum ama günü geldiğinde onda da hayal kırıklığına uğradım. Bütün bunlardan sonra okul dünyasının da bütün gündüzler gibi donuk ve gerçekdışı olduğunu, okulda sadece zaman kaybettiğimi anladım. Sebebini bilmesem de gündüzlerin hiçbir önem taşımaması gerektiğini çok iyi anladım. Gündüzlerin gerçeğe dönüşmesini önlemek zorundaydım. Bütün gün, eve gelip gece dünyamda, evin gizli yaşamı içinde bulduğum gerçeğe kavuşacağım anı iple çekiyordum. Biraz daha büyüdükten sonra gönderildiğim yatılı okulda, başlangıçta pek anlamamakla birlikte, hiç mutlu olmadığımı ayrımsadım. Aslında mutluluk neydi onu da bilmiyordum. Binanın içi de dışı da çok çirkindi. Odalar gürültülü, kalabalık ve soğuktu; kendimi orada çok yalnız hissediyordum. Aslında ben her zaman her yerde kendimi yalnız hissetmiştim ama bu sefer başkaydı. Kalabalık bir çirkinliğin içinde olduğum için bu yalnızlık çok daha korkunçtu. Donmuş camlarıyla her pencereyi kış çevrelemişti. Çıplak tepelerde kış ışığı gezinirdi. Ağaçlar metal görünümleriyle hiçbir zaman yaprak veremeyecek gibiydiler. Çok uzak ve unutulmuş şeyler geliyordu aklıma. Başka yerlerde güneşin nasıl pırıl pırıl olduğunu düşünüyordum. Bir gün ayna karşısında saçlarımı tararken annemin sürgündeki o yüzüyle bana baktığını görmüştüm. İşte mutsuz olduğumu anladığım gün o gündür. Hatırlıyorum, evde bir gün geniş, yuvarlak, çıplak masanın üzerinde çift sayfa bir fotoğraf montajı görmüştüm. Resimli bir derginin fotoğraflarına benziyorlardı. Ancak üç dört kat daha büyükmüş gibiydiler. Fotoğrafta yedi buçuğu gösteren beyaz bir saat vardı. Okul binası yap – boz oyununun parçaları gibi garip şekillere bölünmüştü. Birden okul günlerimi hatırlamıştım. Soyunma odasında oraya buraya atılmış eşyalar, kirli el izleri taşıyan lavabolar, sabun parçaları, açık unutulmuş musluklar, yarı tıkalı musluktan akmaya çalışan su, akan su, sonuna kadar kullanılmış havlu bezler. Yüksek pencereli sınıflar vardı. Sadece işe yaraması düşünülmüştü. Kişiliksiz mobilyalarla döşenmişti. Her şey gereksiz biçimde kasvetli, rahatsız ve çirkin. Yıpranmış okuma kitapları, atlaslar, baş aşağı kitap ciltleri raflardan taşıyordu, üzerlerinde tebeşir parçaları, boya kutuları, lobutlar, jimnastik gülleri, atlama ipleri karma karışık duruyordu. Ahşap kürsünün üzerinde yeni parlak uçlu, sapı mavi, tepesinde minik bir kalp bulunan bir dolmakalem. Öteki çok çiğnenmiş tahta saplı, ucu eğrilmiş ve mürekkep bağlamış bir dolmakalem. Onların yanındaki mürekkep şişesinden akmış mürekkepler şişenin dışında kurumuş. Matem giysisi karası bir şömine rafı üzerinde, yarı çıplak ve vücudu kaslı binicileri ile şaha kalkmış bronz heykeller duruyordu. Bu okuldan nefret etmiştim. Her zaman bana hasta gözüyle bakmışlar ama asla kendileri giydikleri o külleşmiş kağıt rengindeki düşüncelerine bakmamışlardı. Baba evinde öğrendiğim büyü okulda işe yaramadı. Yeni ve daha güçlü bir büyü keşfetmeliydim. Okula benim her zaman reddettiğim ve beni her zaman reddeden gündüz yaşamı vardı. Bense kendimi evde hissetmemi sağlayacak bir köşeye ihtiyaç duyuyordum. Şimdi gündüz yaşamını gerçeğe dönüşmekten neden kurtarmam gerektiğini anlamıştım. Bu konuda iç güdülerimin beni yanıltmadığını gördüm. Düşmanı tanıdım ve bir gün yok edilebileceğini görerek korktum. Benim korkumun gündüz yaşamını gerçeğe dönüştüreceğini ve gerçekliğini bir yerde kırmam gerektiğini anladım. Doğru her şeydir. Doğru her şeydir. Doğru nedir diyen adam kuşkusuz önemli bir konuya değinmiştir. Maddeye ilişkin doğru şudur ki dünyada çok fazla doğru vardır. Hangi açıdan bakarsanız bakın böyledir ve bu gerçekliği ilk bakışta görmekte kolay değildir. Gördükten sonra da hissetmemek mümkün değildir. Her olasılık veya her olanaksız şey belli bir zamanda, belli bir mekanda ve belli bir kişi için doğru olabilir. Dünyanın bir portakal gibi yuvarlak olduğu ve bi pasta gibi süz olduğu doğrudur. Kara ada tanrıçası Rangda maskesini çıkardığında iyi bir tanrıça olur. Kara büyük bir açıkta, beyaz büyü gizlidir. Bu da karanın beyaz olduğunu gösteriri öğle değil mi? Amerika ideali çok parlak bir fikirdir. Ama Amerika’nın gangsterler ve buluğ kişilerle dolu kötü bir ülke olduğu da doğrudur. Bozguncu düşünce de doğrudur, savaş da doğrudur. İdealizm ve daha iyi bir toplum ideali de doğrudur. Parasını öder seçimini yaparsınız. Uygarlık çoktan çöpe girmiştir. Ütopya köşeyi dönmek üzeredir. İyi ama Allah’ın cezaları benim neden deli olduğum sonucu sizlere doğru gelmiyor? Evet ben deliğim böyle doğmuşum. Şu lanet olası yerden kurtulmak için yapmadığım bok kalmadı. Lanet olsun çıkarın beni buradan......... Bu arada yeni bir gece büyüsü keşfettim. Bu büyü acil ihtiyaçtan doğmuştu. Bu yeni gece büyüsünden kafamda yarattığım özel günden saklanma olasılığı doğdu. Beynimdeki odada sadece hayalleri misafir ediyordum. Oraya insan giremiyordu. İnsanlar benim için tehlikeliydi. Tıpkı ava çıkmış kaplanlar gibi. Bu gizli odada kendimi kaplanlardan uzakta, emniyette hissediyordum. Bazen vahşi bir güzellik beni güneşe doğru itiyordu. O zaman bir parça tehlikeyi göze alıyordum. O zaman zoraki sevginin, derin bir kesikten sızan kan gibi, damarlardan akıp gittiğini hissediyordum. Sevginin kanı kaplanlar tarafından yalanıp yutuluyordu. Geriye düşmanlar kalıyordu. Gündüz yaşayanlar onlara vermek istediğim hediyeye gülüp geçiyorlardı. Bu durumda bende onların kibirliliğinden ve ikiyüzlülüğünden kaçıp kendi sığınağıma geri dönüyordum. Halbuki sadece sevgiydi tüm vermek istediğim. Delicesine bir sevgi. Bir gün evde oturuyordum biri merdivenleri deli gibi çıkıp iniyordu. Hangi şeytani acının pençesindeydi kim bilir? Merdivenleri iner inmez son sürat tekrar yukarı çıkıyordu. Bu böyle dakikalarca sürüp gitmişti. Sonra aşağı ulaşmak için çılgın bir hızla, neredeyse kendi ayağına çelme takarak aşağı iniyor ve sonra tekrar yukarı çıkıyordu. Yukarı aşağı, yukarı aşağı. Kafese kapatılmış bir fare yada sincap gibi. Seyretmek insana acı veriyordu. İnsan soluğunu tutarak onun kolunu veya bacağını kırmasını bekliyordu. Yada kalbinin dayanamayarak durmasını... Zaten onu bir hayaletten ayırmak bu ışıkta da mümkün değil. Her an daha da koyu bir gölgeye giriyor, saydamlaşıyor, küçülüyor. İşte o zaman anladım ki hayatımda ilk defa uyanıkken rüya görmeye başlamıştım. Sanırım hayatım boyunca unutmayacağım bir rüyaydı bu. Parlayan gök yüzünde dev çiçekler gibi açan bulutlar mı dağlar mı? Belki de sadece gerçek dışı figürlerdir, doğa üstü yaratıklar, melekler yada tanrılar. Yaydıkları parlak ışık yüzlerinin görünmesini engelliyor. Işık yavaş yavaş, tüm rüya sahneyi doldurmaya başlamıştı. Bir adam duyuluyor. Azizler hakkında söyledikleri belli belirsiz duyuluyor. Azizler mutlu bakışlarıyla berrak gökyüzünde dolaşıyorlar. Meleğin her zaman ki temiz bakışları şaşırtacak ölçüde parlak ışığından kamaşıyor. Tanrıya ait bir yükseklikten dünyaya bakıyor. Bin metre yükseklikte uçan bir uçak gibi. Gecenin, ay ışığının, geniş boşluğunun, ıssızlığın soğuk, durgun bir görünümü. Sonsuzlukta dolaşan göz bazen kimi şeylere yakından bakıyor ama asla fazla oyalanmadan yoluna devam ediyor. Göz sessizliği, uzayı teftiş ediyor, dünyadaki her türlü korku çıplak ve soğuk olarak mevcut burada, bir kabus bu. Gözün geçtiği yerler harap ve bomboş. Kara dalgalı küçük çırpıntılı okyanuslar, sırtı ay ışığında zırh gibi parlayan binalar, sonsuz, hedefsiz, isimsiz kıyı, çıplak beyaz kum, kara ağaçlardan yapılmış bir çit. Çılgın denetimsiz bir güçle kıyıya çarpıp dağılan dalgalar, milyonlarca ton suyun katlayıp bükülüp, katlanması. Çılgın bir aya ait parçaların mozaik girdaba dolması, birbirine ekli aşık kemikleri gibi dağ silsileleri. Göz ağaçlar hizasına gelerek çelik bıçak uçlu kara dilimlerden oluşan palmiye yapraklarını aşıyor; ve gizli dişleri olan taş bir idolde duruyor. İdolün önünde bir sırtlan yarı çürümüş bir ete hücum ediyordu. Rüzgarlar çığlıklar atan üç insan kafa tasını incelemek üzere alçalıyor. Sonra tekrar yükselerek pasif araştırmalarına kaldıkları yerden devam ediyorlar. Ölü beyaz buz dağlarını, üzerlerinde ölüm taşıyan ırmaklar akan, yer yer kum fırtınalarıyla sarsılan kıtaları geçiyorlar. Eski savaşların izlerini taşıyan savaş alanları, harabe haline gelmiş şehirler görüyorlar. Ölü köylerin, zehirli bahçelerin karlı veya ay ışığı ile yıkanan boş ve karanlık pencerelerinden içeri süzülüyorlar. Böylece engel taşımaz araştırmalarına devama ediyorlar. Hiçbir boyutu kalmamış olan B’ye ait gözbebeği yeni bir bilgi alanı bulur ve kaleye ve güneşe odaklanır. Güneş şehrin üzerinde yükselmeye başlamaktadır. Tam gece ile gündüzün etki alanlarını değiştirmeden önceki denge anı bu. Gökyüzünün alt kısmında bir dolunay içlerinde hala insanların gece uykularını uyumaya devam ettiği evlerin duvarlarını, saçaklarını pırıl pırıl aydınlatıp, pencerelerini ışıkla yakıyor. Doğu yönünde ufukta hafif bir pembelik olan şehrin öteki ucunda yaşayanlarda hala uyuyor. Ama buradakiler yataklarında hafif hafif kıpırdanmaya başlamışlar. Gördükleri rüyalar bitmek üzere. Ay mavi yolculuğunun sonuna gelmiş durumda. Vakarla ortadan çekilmeye hazırlanıyor. Yerini sarı lüle lüle saçlı, şık hareketlerle azametle yürüyen, üzerindeki dantellerden altın tozlarını fiskeleyen majestelerine bırakacak. Altın tozları önce tavus kuşunun üzerine düşüyor. Birden kendime gelmiştim. Gerçekten ne olmuştu anlayamıyordum. Yanımda B’nin durduğunu fark etmemiştim. Sarı saçlarıyla bana bakıyordu. Bu türden olaylara fazla dikkat etmediği her halinden belli oluyordu. Beni dışarıya çağırıyordu. Tamam geliyorum dedim. Bekle beni hemen geliyorum. Ne olur bensiz gitme bir saniye oradayım. Bu elime geçen çok büyük bir fırsattı. Dışarıda arabaya bindiğini görüyorum. Peşinden bende biniyorum. Her şey ne kadar güzel yepyeni bir dünya bu. Birden güvercinler etrafımızı kuşatıyor ve benimle konuşuyorlar. Anlamıyorum ne konuştuklarını ama biliyorum ki benimle konuşuyorlar. Araba birden bire hızla hareket etmeye başlıyor. Ben her şeyi uzaktan görmeğe alıştığım için bu bana çok yeni bir şey. İlk defa bu kadar yakından görüyorum her şeyi. Yoksul mahallelerin eğri büğrü yolları bile macera kokuyor burnuma. Her köşeden ayrı bir mucize beliriyor. Çeşmelerden zümrütler ve elmaslar akmaya başlıyor. Ama birden bire çok hızlı gittiğimizi fark ediyorum. Kaza yapmaktan korkuyorum. Her an bir yere çarpacakmışız gibi geliyor. B yanımda gülmeye başlıyor korktuğumu fark etmiş olacak. Birden arabanın üzeri açılıyor ve altın damlacıkları yüzümü ısıtıyor. O kadar parlak ki gözlerimi açmakta zorlanıyorum. Bu kadar olacağını ummamıştım açıkçası. Birden bire araba ani bir şekilde duruyor daha önce geldiğim Karaağaçlar evi burası. B araba durmadan atlıyor ve hızlı merdivenleri tırmanmaya başlıyor. Bende peşinden gidiyorum. Bir odaya giriyorum ve B ortadan kayboluyor. Bu olayların hemen ardından odanın dört bir yanından hafif bir ıslık sesi duymuştum. Sanki duvarlar, tavan ve döşeme, tüm oda bu sesi çıkarıyor. Odada yapraklar uçuşan gibi sesler, fısıltılar, hışırtılar, görünmeyen bir tehlikenin habercisi olmalı diye düşünmüştüm. Bunları bir odada yaşıyor olmam anormal geliyordu bana. Birden bir kapı açıldı ve içinden iki kişi çıkıp beni bağladılar ve buraya getirdiler. Düzenleyen kişiyi veya yolculuğu hatırlamıyorum. Kimse bana nereye gittiğimi söylemedi. Gölge evinin adının ne olduğunu ve neden buraya getirildiğimi de söyleyen olmadı. Burada anlaşılmayan bazı şeyler vardı. Annemim yaşadığı eve benzediği zamanlarda geceleri yağmur yağıyordu. Yağmur bazen pencereleri döverken, bir balıkçının balığı suyun yüzeyine çekmesi gibi, bende annemin karanlık yüzünü pencereye çağırıyordum. İşte o zaman hangi yüzün bana ait olduğunu söylemek güçleşiyordu. Gölge ev bazen son derece sessizleşiyordu. Sessizlik her kapının dibinde nöbet tutuyordu. Bazen duvarlar yüreğindeki lutu çalan Azrail’in şarkısıyla titreşiyor; İçin deki tüm hayaletler ona şakıyarak eşlik ediyordu. Bazen annemin yakın dostları üzüntü ve sıkıntı, gölgeler arasında dolaşıyordu. O zaman hemen pencereden dışarı bakardım. Pencerem yansıttığı her şeye kibar bir yüz veren sihirli bir ayna gibiydi. Düşmanlık ve karışıklık bile bu aynada güler yüzlü olurdu. Penceremden dışarı baktığımda her dost, berrak ve basit görünürdü. Bütün gün boyu beyaz gökyüzünü seven ve oyun bahçesinde kuşlar gibi hür dans eden çocukları seyredebilirdim. içinde bulundukları hava onları bir anne gibi koruyordu. Benim asla bir daha soluyamayacağım hava. Gece ise annem benimle buluşmaya pencereye gelirdi. Bir yabancı gibi yapayalnız ama sayısız yıldızla donanmış olarak. Gece benim annemdi. Yalnız benim, sevgili annem. Benim sığınağım.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Okay Ulukut, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |