Mektubum sanırım fazla uzun oldu, çünkü daha kısa yazmak için yeterince vaktim yoktu. -Pascal |
|
||||||||||
|
Nesli Çölgeçen, seksenlerin başında “Züğürt Ağa”yı çektiğinde kendi dahil herkes, hiç yapılmayanın yapılmış olduğunu düşünmekteydi mutlaka. Ve Çölgeçen’in filminin açtığı kapıyı, yeni ve eski yönetmenler, bir çok filmle genişletmeye başladı. Dönemin yıldızı Şener Şen’di ve onun filmleri bu yolun kilometre taşları oldu. Türkan Şoray, Kadir İnanır, Filiz Akın, Hülya Koçyiğit gibi yetmişleri starları yoktu ortalıkta. Tarık Akan, politik özlü toplum filmleriyle; Cüneyt Arkın, Amerikan özentisi aksiyon filmleriyle (aslında komedi sayılırlar –Örneğin; “Dünyayı Kurtaran Adam”-) vardı; ama izleyici bunlarla tatmin olmuyordu. Yetmişlerin kadın oyuncularından Müjde Ar kalmıştı bir tek. Yıllarca Şener Şen’in üstünde başrol oynamış olan Kemal Sunal da bu toplumsal (komediye yakın) içerikli furyanın içindeydi. Ama yıllarca ikinci adamı oynamış olan –star-ın, artık –starring- olma zamanıydı. Türk Sineması, artık yakışıklı jön değil, büyük oyuncu istiyordu ve elindeki malzeme dev bir yıldızdı: ŞENER ŞEN. Mesudiyeli Mesut’un öyküsü “Milyarder”; Acılı ve kebaplı filmlerin eleştirisi “Arabesk”; garip ama gerçek “Selamsız Bandosu”; Yavuz Turgul imzalı “Muhsin Bey” hep Şener Şen’in hakim olduğu ve kendini devleştirdiği filmlerdi. Toplum eleştirisi kıvamdaki bu filmler değişimin ön hazırlıklarını tamamlamıştı. Birisi gelip butona basmalıydı ve bunu en çok hak edenler de, her şeyi butona basmaya hazır hale getirmek için büyük uğraşlar veren Şener Şen ve Yönetmen Yavuz Turgul’du. Seksenlerin sonlarında “Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni”yle ikili, kalıpların dışında bir film ortaya koyarak, bir psikoloji savaşıyla yaşamın kendisini ve hayattaki değişimi sorguladılar. Bu film, bir Yeşilçam yönetmeninin yeni filmini çekmek için finansör bulamamasını, filmi bitirmek için verilen çabayı ve gelişen garip süreci anlatıyordu. Her şey çok açık ve net olarak anlatılmıştı! Değişim çanları durmak bilmiyordu artık. Türk Sineması, yeni sürecin içine kendini çok önceden kaptırmıştı ve bu kavramı “Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni” bağıra çağıra ilan etmişti. Yeni oyuncular, yeni boyutlar, yeni konular türemeye başladı. Kimilerine göre sinemamızın kayıp zamanı olan bu dönem, aslında minimum sancıyla atlatılan bir evrim süreciydi. Türk Sineması, artık zengin ve fakir aşklarından haz almıyordu. Yepyeni senaryolar ve yepyeni kıvrılganlıklar gerekti. Antalya’nın Altın Portakal kahramanı Mehmet Aslantuğ’un sivrildiği “Akrebin Yolculuğu” ve Sadri Alışık’ın yine Aslantuğ’la birlikte kotardığı “Yengeç Sepeti”; bu kıvrılganlıkları boyut ötesi, Tarantinovari ve post-modern yöntemlerle sağlamaya çalışanlardandılar. “Düşgezginleri”, “Mum Kokulu Kadınlar”, “Bir Kadının Anatomisi”, “Bir Erkeğin Anatomisi”, “Cazibe Hanımın Gündüz Düşleri” ve (kimse mükemmel değildir!) -Yavuz Turgul imzalı; Şener Şen ve Şevket Altuğ’u buluşturan- “Gölge Oyunu” gibi filmler de erotik ve sansürlü olsalar da, yine bir post-modernizm havası estiriyorlardı. Yepyeni yönetmenler, filmlerini birbiri ardına sıralıyorlardı. 82’de çektiği “Çiçek Abbas”la ancak kendini tatmin edebilen Sinan Çetin, film afişi reklamlarla dolu bir film çekti: “Berlin in Berlin”. Film, o kadar boştu ki; tek konuşulan şey Hülya Avşar’ın mastürbasyon sahnesiydi. “Berlin in Berlin”den sonra yönetmen, yepyeni arayışlarla (biraz da kendini Tim Burton sanarak) önce Sevda Demirel’i oynattığı “Otostopçu”yu, ardından da Mehmet Ali Erbil ve saz ekibinin oynadığı “Bay E’ntellektüel”i çekti. Sinan Çetin, birbirinden kötü üç filme rağmen sinemada bir çığır açmıştı oysa ki. Aslen reklam filmleri çeken Çetin, o branşta sağladığı iyi ilişkilerini sinemaya yansıtarak, Türk Sinemasına yepyeni bir terim kazandırdı: “SPONSOR”. Artık film çekmek için gerekli parayı bulmak, büyük şirketlerin kapısında terlemeyi gerektiriyordu. Politik içerikli filmler de yine her dönem olduğu gibi vardı; ancak ilgi çekmiyorlardı. Hayat değiştikçe, insanlar da değişiyor; değişim çanlarının sürekli vurulduğu ‘80 sonrasında, izleyici de artık bunaldığı politikadan uzaklaşmak için sinemaya gidiyordu. Böyle bir ortamda siyasal içerikli filmler amaçsızdı onlara göre. Son dönem izlenilen “Gülün Bittiği Yer” filmi bunlardandı. “Hoşça kal Yarın” ise, bir dönem filmi ve gerçek, herkesin bildiği hayat öykülerinden yola çıkan (ama başarısız) bir senaryo olarak diğerlerinden ayrılıyordu. Çeşitli furyalar geçedursun, tarihi filmler hiçbir zaman geçerliliğini kaybetmiyordu. Yıllardır adam gibi (!) tarihi film izlememiş olan izleyiciye Mustafa Altıoklar, Hazerfan Ahmet Çelebi’nin Üsküdar’dan uçuşunu ana konu olarak ele alan ve birebir tarihi bulgularla beslediği, “İstanbul Kanatlarımın Altında”yı sundu. Film, sinemayı canlandırıyordu, başarılıydı ve yeni bir kuram daha ortaya koyuyordu: “Gişe başarısı sağlamak Televizyondaki isimlerden geçer” kuramı, kısa sürede her yana yayıldı. Daha önce Sinan Çetin’in de denediği, ancak çok yankı uyandırmayan bu yöntem, Altıoklar’ın filmindeki gişe başarısıyla inanılmaz derecede rağbet görmeye başlamıştı. Yeni isimler ve yeni yüzler, beyaz camdaki adamlardan seçiliyordu artık. Sinemacılar, yıllardır gerilim, korku, cinayet filmleri çekerlerdi ama hiçbirinde katille, esas oğlan ortak çalışmazdı. Gariptir ki bu gelişmeyle sinema, hayatı ne kadar atladığını yeniden anlıyordu. Kendisinin katili, şimdi onun içindeydi: Ve sinema, kendisini tarihin külleri arasına karıştıran televizyonu kullanmayı öğrenmişti. Değişimler bitmiyordu. “İstanbul Kanatlarımın Altında”, müziğine kadar çok iyi oturtulmuş bir yapım olarak sinemaseverleri salonlara taşıdı. Türk Sinemasında artık yüz binlerle ifade edilen ve dolar kurundan rakamlar konuşuluyordu. Büyük prodüksyonlar hazırlanıyor, iyi filmler yapılıyordu. Yapılıyordu yapılmasına da gişe başarıları hâlâ Hollywood’un tekelindeydi. Şerif Gören’in yönettiği, Şener Şen ve Lale Mansur’un başrollerini paylaştığı “Amerikalı” bile, her ne kadar “ti”ye alsa da Amerikanca filmlerin çok altında gişe başarısı sağlıyordu. Bu süreçteki masum filmler ise; “Gece, Melek ve Bizim Çocuklar” gibi az bir gişeye rağmen başarılı; ama zararda filmler klasmanında yer ayırtıyorlardı kendilerine. Her şey değişmişti ama patlama yoktu hâlâ. Bir sinema filmi için her yönün mükemmele yakın olması gerekiyordu. Organizasyon şarttı! Çünkü Sinema, bir endüstriydi artık ve kimse para getirmeyen işe para yatırmazdı. Sermaye kendini gösteriyordu. Türk Sineması, tam kurtuldu denirken çöküyordu. Para yoktu, finans sıfır... Her zaman butona basan adamlar yine basmalıydı. Ve Yavuz Turgul’la Şener Şen, yanlarına Uğur Yücel’i de alarak, her yönüyle Hollywood’a kafa tutabilecek bir destanı yarattılar. Bu öyle bir destandı ki, Türk Sinema Tarihi değişmişti! Bütün finansörler sinemacılara kapılarını açtılar. Çünkü sinema, vergisiz ve az riskli bir endüstriydi. “Para kazanmak istiyorsanız sinemaya yatıracaksınız” dedirten yönetmenler ortaya çıktılar. “Eşkıya”, her şeyi ispatlanmıştı. Soundtrack albümü bir milyondan fazla satmış, filmi hemen herkes izlemişti. Yeni Türk Sineması kendini kanıtlamıştı artık. Ve böylece, yeniden alevlenme; yılda on beş-yirmi Türk filmi izleyeceğimiz dönemlerin habercisi oldu. Yeşilçam Çıkmazı’nın “artık iş yok” diye kıvranan insanları bir yana, Yeni Türk Sineması artık daha rahat ve emin adımlarla yolunda ilerliyor. Ama nereye kadar? Yeni yapımlar, bazen bizleri Yeşilçam Sokağı’na götürse bile “iyiler”, (kimi zaman gişe olarak olmasa da) hemen aradan sıyrılıyorlar. Kendi katili televizyonla şimdilerde yan yana çalışan sinema için de önemli olanlar bu “iyiler”. Onlar, inandıkları ve savundukları şeyleri ısrarla söylemeyi sürdürdükçe kendilerini mutlaka kabul ettireceklerdir. Böylece “nereye kadar” diye sorduğumuz sorunun yanıtını kolayca bulabileceğiz: Belki de Oscar’a kadar...................... “EŞKIYA” Sonrası Türk Sinemasından Seçkiler Ağır Roman (Mustafa Altıoklar): Metin Kaçan’ın aynı adlı romanından uyarlanan film, Kolara Sokağı’nın 1968 yılındaki lanetli dünyasını ve lanetin bir aileye bulaşmasını konu alıyor. Okan Bayülgen, Müjde Ar, Savaş Dinçel, Sevda Ferdağ, Burak Sezgin, Zafer Algöz, Mustafa Uğurlu ve Şair Küçük İskender filmde tüm hünerlerini gösteriyorlar. Sokak dilini bire bir kullanan ve romana son derece sadık kalan, başarılı bir film “Ağır Roman” Propaganda (Sinan Çetin): “Bir Sinan Çetin” klasiği dersek yanlış olmaz. Doğup büyüdüğü Hislihisar köyüne yıllar sonra, köyü ikiye ayıran sınırın Gümrük Muhafaza Memuru olarak dönen Mehdi’nin ve yakın çevresinin trajikomik öyküsü... Metin Akpınar, Kemal Sunal gibi ustalara rağmen film, küçük skeçlerden oluşmuş hissi uyandırıyor. Rafet El Roman ve Meltem Cumbul’a ise konu sanki bir numara büyük gelmiş. Kaç Para Kaç (Reha Erdem): İstanbul’un göbeğinde bir esnafın eline aniden büyük paralar geçerse ne olur? İşte “Kaç Para Kaç” bu sorunun yanıtını veriyor. Az izleyiciye rağmen Türkiye’nin bu yıl Akademi Ödülleri (Oscar) aday adayı olan film, Erdem’in ikinci filmi... Kendi istediği İstanbul’u başarıyla yaratan yönetmen, istediği mesajları da başarıyla yerlerine yerleştirmiş. Başroldeki Taner Birsel’in uzun boyu nedeniyle tezgâh altında paralarla oynamakta çektiği zorluklar çok ilgi çekici. Gemide (Serdar Akar): Senelerdir denizlerde olan bir geminin mürettebatı, İstanbul kıyılarına yanaşarak Laleli’den bir kadını kaçırırlar; ve kadın, bütün gemiyi karıştırır. Olaylar birbiri ardına sürüp gider... Serdar Akar, bu ilk filminde gişe başarısı yakalayamadıysa da başarılı bir film ortaya koymuş. Küfür Literatürüne büyük katkılar yapan filmin başrolünde Erkan Can harika oyunuyla sivriliyor. Nihavend Mucize (Atıf Yılmaz): 25 yıl önce ölen annesinin yokluğunda cinsel ve ruhsal hayatı kötü giden bir adamın, büyük arzularının sonunda annesinin ahiretten gelmesini konu alan bir film “Nihavend Mucize”. Yeşilçem’ın efsane yönetmeni Atıf Yılmaz, yıllar sonra çektiği bu ilginç filmde medya furyasında kaybolmuş. Başlıca rolleri Haluk Bilginer, Lale Mansur, Beyazıt Öztürk, Şükran Güngör ve Türkân Şoray paylaşıyorlar. Ve “Nihavend Mucize”den akıllara takılan bir soru: “Lale Mansur, neden her filminde çıplak?” Asansör (Mustafa Altıoklar): İnternet yoluyla bulduğu bir kadınla tanışmak üzere evine giden bir adamın, kadının asansöründe kalmasıyla gelişen psikolojik savaşı anlatan film; bir roman uyarlaması. Arzu Yanardağ’ın kötü oyunculuğu ve yazılı basındaki yoğun eleştiriler nedeniyle gişe hasılatından zarar eden filmde Mustafa Uğurlu’nun başarılı oyunculuğu göze çarpıyor. Tabutta Rövaşata (Derviş Zaim): Sıfır bütçeyle ve hasılatsız olmasına rağmen uluslar arası festivallerden çuvalla ödül toplayan film, Zaim’in ilk filmi. Ahmet Uğurlu’yu bu ilk filmiyle sinemaya kazandıran Zaim, izlenmeye değer kareleriyle başarılı bir film gerçekleştirmiş. Kahpe Bizans (Gani Müjde): Yorumsuz. Güle Güle (Zeki Ökten): Yirmi yıldır görmediği ve yalnızca bir gün birlikte olduğu Küba’lı sevgilisi Rosa’yı bir kez daha görmek isteyen Galip’in ölüme mahkum olması vesilesiyle arkadaşlarının onu Rosa’ya gönderme çabalarını anlatan film, destansı bir aşk öyküsü. Metin Akpınar, Zeki Alasya, Eşref Kolçak, Yıldız Kenter, Şükran Güngör gibi tecrübeli yıldızları kadrosunda barındıran film Antalya’dan -en iyi film dahil- beş altın portakalla döndü. Türk Sinemasının en zayıf yönlerinden biri olan karakter analizlerini çok iyi yapan Zeki Ökten, kaybolmaya yüz tutmuş değerler üzerine çok başarılı ve sımsıcak bir film gerçekleştirmiş. Abuzer Kadayıf (Tunç Başaran): Üniversitede Sosyoloji Profesörü olan Ersin Balkan’ın, geceleri Abuzer Kadayıf adında bir türkücüye dönüşmesini anlatan film, başarısız bir medya eleştirisi. Metin Akpınar’ın söylediği şarkılar, her ne kadar herkesin diline pelesenk olsa da “Abuzer Kadayıf” vasatı aşamıyor. Salkım Hanımın Taneleri (Tomris Giritlioğlu): 1940’larda, azınlıkların yaşadıklarını anlatan film, Giritlioğlu’nun TRT’den bağımsız olarak çektiği ilk yapım. Hülya Avşar’ın durgunluğuna rağmen; Zafer Algöz, Uğur Polat, Kamuran Usluer, Zuhal Olcay başarılı oyunculuklarıyla dikkat çekiyorlar. İyi bir dönem filmi yaptığını söyleyen Giritlioğlu; yapımı için “Eşkıya’dan sonraki en iyi Türk Filmi” diyor. Oyunbozan (Nesli Çölgeçen): Şair Kemal Yılmaz’ı 8 yıldır taşıyan taksi şoförü Metin Kahraman’ın ilginç tesadüfler sonucu girdiği mafya oyunlarını konu alan filmde, Zeki Alasya, Okan Bayülgen ve Yunan oyuncular büyük bir birliktelik içinde çalışmışlar. İlginç ve trajikomik bir öykü “Oyunbozan” ama mesajı biraz fazla kaçmış. Mektup (Ali Özgentürk): Amerika’da yaşayan bir Türk’ün yıllar sonra, babasını bulmak için döndüğü Türkiye’de yaşadıklarını ve psikolojik savaşlarını konu alan “Mektup”, Tarık Akan’ın oyunculuğuyla güzelleşen ve yer yer flashback’ler içeren etkileyici bir yapım. Her Şey Çok Güzel Olacak (Ömer Vargı): Birbirlerinin zıttı iki kardeşin başından geçen, “Kaç Para Kaç” misali bir öykü “Her şey çok güzel olacak”. Cem Yılmaz’ın popülaritesi ve Mazhar Alanson’un beklenmedik oyunculuğu ile film, kendini başarılı fimler arasına yazdırıyor. Filler Ve Çimen (Derviş Zaim): Mafya-Siyaset-Polis üçgeninin arasında ezilen halkı anlatan, son dönemin en gerçekçi filmlerinden “Filler ve Çimen”. Bülent Kayabaş, Ali Sürmeli, Taner Birsel, Uğur Polat gibi tecrübeli oyuncuların yanı sıra Sanem Çelik, çok başarılı bir grafik sergiliyor. Antalya’dan “En iyi kadın oyuncu” ve “En iyi 3. film” ödülleriyle dönen “Filler ve Çimen”de sürprizler hiç bitmiyor. Rock şarkıcısı Teoman’ın da bir sahnede figüranlık yaptığı film, Zaim’i yine tepelere taşıyor ve sonuçta “Filler tepinirken olan çimenlere oluyor”. Balalayka (Ali Özgentürk): Kemal Sunal’ın ölümüyle yarım kalan ve sonra yola Uğur Yücel’le devam eden film; Batum’dan kalkan kadın dolu bir otobüsün içindeki üç erkek yolcunun ve kadınların hayatlarını anlatıyor. Cem Davran, Ozan Güven ve Uğur Yücel’in alışılagelmedik oyunculukları her ne kadar başarılı olsa da film vasatı aşamıyor. Dar Alanda Kısa Paslaşmalar (Serdar Akar): 1982 Bursa’sında bir mahallenin amatör futbol takımının şampiyon olması uğruna yaşananları ve mahalle insanlarının özel hayatlarını konu alıyor “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar”. Akar’ın bu ikinci filmi, sinema tarihinin en başarılı dönem filmlerinden biri olma özelliğini taşıyor. Şampuan kutularından, “Atatürk’ün 100. Doğumgünü” rozetlerine kadar her şey 1982’ye göre ayarlanmış. Müjde Ar, Savaş Dinçel, Erkan Can, Sezai Aydın, Şahnaz Çakıralp ve Uğur Polat’ın harika oyunculukları da iyi çekime eklenince ortaya mükemmele yakın bir film çıkmış. Belki de mükemmelliği bozan tek şey Rafet El Roman... Nostalji kokan mektuplar, gerçek aşklar, savaşlar, istibdat, masum olanlar ve her şeye rağmen bir takım olmak... Mutlaka izlenmesi gereken bir Türk filmi “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar”. Ve filmden bir sahne: <Kaleci Suat (Erkan Can), sevdiği kadın Nurten (Şahnaz Çakıralp) ile takıma yeni gelen santrfor Serkan’ın (R. El Roman) evlendiği gece yapılan düğündedir. Mektuplarını taşıyan küçük çocuk yanına gelir; “Vallaha suçum yok Suat ağabey” der. Suat, gayet sakin bir tavırla “o gitti oğlum” diye karşılık verir. “Belki hiç olmamıştı; belki de ben sadece saydam bir surat sevdim. Boşver! Kapalı dükkana kira ödemişiz işte!”> Ne de olsa “Hayat futbola fena halde benzer ve rakip sahada dört doğru pas yüzde doksan goldür!” Vizontele (Yılmaz Erdoğan – Ömer Faruk Sorak): 1974 yılında, Van’daki bir köye Televizyon’un gelmesiyle gelişen komik ama bir o kadar da acı olayları anlatıyor “Vizontele”. Yılmaz Erdoğan’ın kendi hayatından kesitler sunduğu film, Sinema tarihimizin en pahalı yapımı (2,5 Milyon Dolar) olmakla birlikte, teknik açıdan bütün filmleri geride bırakmış gözüküyor. Yılmaz Erdoğan, Demet Akbağ, Altan Erkekli, Zeynep Tokuş ve Cem Yılmaz başarılı oyunculuklarıyla göz dolduruyorlar. Yeni vizyona giren film, şimdiden tüm rekorlara abone görünüyor. Doğu’yu birebir yansıtan “Vizontele”, “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar”la birlikte sezonun en iyi Türk filmi. Hemşo (Ömer Uğur): Kahpe Bizans’ın başarısının ardından, aynı ekibin oyuncularında ufak değişiklikler yapılarak ortaya çıkarılmış modern ve iki yüzlü bir “kan davası filmi”. Film, komedi ve dram arasında her an gidip dönen enteresan bir yapım. Esprilerde, yine “Kahpe Bizans” usulü yöntemler olsa da ince ayarlı şeyler de var. Okan Bayülgen, Sümer Tilmaç, Oya Aydoğan, Yıldız Kaplan ve –her şeye rağmen- Demet Şener’in oyunculukları iyi. Ancak, Mehmet Ali Erbil, bir türlü “sulu adam” imajını yıkamıyor; öyle ki, adamın vuruluşu bile komik! İki yüzlülük son sahneye kadar sürüyor “Hemşo”da ve bu komik-dram arası olaylar izleyicinin yüzünde tebessüm bırakıyor.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mehmet Ulaş ORAL, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |