Bulanmadan ve donmadan akmak ne hoştur. -Mevlânâ |
|
||||||||||
|
O musibet mi? O lanetli şarkının ilk notası. Duygusalak müptelalıkların öncü lades kıvranışı.Hani, çatık kaşları kendiliğinden dökülen zamanlarda, cayır cayır yanmayı sayıklayan tanıdık kıvılcımın iyimser ışıltısı. Yani, kıvamında kızarmış baklava dilimleriyle yüzen ruhun gemisinde, en iyi ihtimalle biçare forsa olacak serüven sakatı düşlerin aşina yaraları. Anla artık, ıssız sokakların gökyüzünde hüzünlü yıldızlarla kayar ya bazı bazı. Çalan her telefon sesinde, tutuşan her elde, bakışan her gözde, yüreğin şartlanmış köpekler gibi anımsarda açlığını, dili çıkar ya bir karış dışarı. Susmayı erdem bilen dertli bir ozanın türkülerinde diler gelir acıların. Ve sen kaderdaş kağıt mendillerin terk edilme duygusuyla yine buruş buruş sararsın. Hah işte o! Yoksa ben tam bir ödlek değilim, adını anmazsam geldiği gibi defolur gider umuduyla zevzeklik yapan -ki bilen bilir, yalan söyleyen namerttir! Hem, takımın bardağını ben kırmadım ki! Dündü; bulutlarla sarmaş dolaş bir kış dünüydü. Yıldızlar gökte saklambaç oynarken, kar yağıyordu; kibrit alevi kadar ürkek şiirler her yanı aydınlatıyordu. Bütün bir dünyama yavaş yavaş yaklaşıyordun. Belli ki üşümüştün. Hızla montunun yakasını kaldırıp kızaran boynunu örttün. Beyazlar içinde kendine tutunan al yanaklı bir güldün. Seni gördüm, olmasını istediğim her şeyi anlatan bir çift kederli gözle. Sana seslendim, olmasını istediğim her şeyi berbat eden bir çift beceriksiz sözle. Sustun. Şımarık bir çocuk gibi... Hiç konuşmadın. Öyle, kendi makamında, aklının ve kalbinin esrarlı kapılarını bana, ardına kadar kapattın. Susacaktın madem, niye alçakça karşıma çıktın. Neden rast gele karıştırdığım bir kitabın sayfalarından yansıyan acımasız bir kehanetle alnımın yazgısına karıştın. Niye, kaçınılmaz çilelerle karnına saplanmış korkulu bir ağrı oldun çıktın. N’olur susmasana, titrek sesinle başlasana, o kapıların arkasında ne olduğunu anlatmaya. Beni de çağırsana yağmurlu günlerin hüznüyle eğlenceli oyuna. Ümitsiz aşığım, sonsuza dek dinlemeye hazırım, bahtıma ne çıkarsa razıyım, hadi en baştan başla. Ta o zamanlarda kalbini çalan biri olmuştur mutlaka. Olsun, o yaşlarda hiçbir zarar gelmez insana, anlat katlanırım, kalbime bir bıçak gibi sapla. Hiç aşık olmuş muydun mesela, hiçbir önemi yok aslında, aklıma takıldı. Aklım yolunu kaybetmiş bir olta, kalbin oltaya takılan eski bir ayakkabı teki nasıl olsa; hah hah ha! Aloo! Konuşsana! Sıkılıyorum artık uzatma, susmak bir oyunsa, bu oyunda ben altı yaşında bir Azrail olurum, sen kundakta suskun bir muamma.. Sürgünlerin en tutsağıyım, karanlığın en koyusunda! Dört bir mevsimim uçurum ki uçurumların en kuytusu, yarasalar kapı komşu! Hepsi elinde birer fincan damlar! Gün ışığına kadar fırından taze kan çıkar. Issız sokaklara benzer tüm dünden sonralarım. Tomurcuk çiçekler açarken baharda, çiseleyen yağmurla benim nefesim kesilir. Ölüm tutunduğum tek daldır, göz yaşlarım seldir, ırmaktır, coşar, kan kırmızı gövdemde nede güzel akar! Öyleyse nedir ruhumdaki bu eksiklik duygusu! Öyleyse nedir bunu bana yazdıran, bardağı ben kırmadım ki, diye ortaya atlayan çocuksu nutku! Karların aydınlattığı bu günahkar şehirde kimsesiz bir çocuk gibi çaresizce üşürken sabaha karşı içten içe, neden tükeniyorum sessizliğinle. Neden, bu çırpınış, bu ısrar, bu tutku! Yoksa ben oldum mu? Söylesene eğlenceli sesinin kulaklarımda çınlayan hatıraları nerede? Bir gece, sessizce, içten içe, bir kor alev geldi düştü işte yüreğime. İyi de Midas’ın kuzini benim günahım ne söylesene! Ben bu aşkı nereme sokayım söylesene! Senden önceki yangınlardan kurtardığım ne var, ne yok hepsini bir “elveda” ya tıkıştırıp gitmeyeceğini söyle! Dilimde amansız bir ağıt, kalbimde zamansız bir sancı bırakıp terk etmeyeceğini söyle! Kucak dolusu bedduaların en içten dilekleriyle baş başa kalmayacağımı söyle! Bi şey söyle! Bi şey söyle! Bi şey söyle! Seni baktığın aynalardan mı toplayım. Ulu orta bıraktığın dalgın bakışlara ömrümü mü adayım. Dudaklarında ıslak, nemli bir hayata yamanıp resmini rüzgarlara mı kazıyım. Sanrılı akşam kızıllığı cayır cayır düşerken ellerime hiç çekinmeyim de hücre hücremi yanayım. Ne olur bi şey söyle! Ruhumda sessiz kimsesiz vakti gelmiş bir başka fani var son umudunu yaşayan Azraili başucunda inadına çağıran. Ne olur bi şey söyle! Hadi, bi şey söyle! Bi şey söyle! Bi şey söyle! Saat kaç onu söyle! Kolay bir adres sorayım, onu söyle! Borcum olsun, kendine benden bir çay söyle! Nihavent makamında! Sen sussana be! Aynı dolmuşa binelim, şu parayı uzat, ben teşekkür edeyim; sende, bi şey değil de! Ni ha hah hah ha! Ya! Bari şuna bi şey söyle! Hey Aşk! Aldırma bu laflara, inanma o salağa! Ve sakın ola kanma kutsalsın lakırdılarına, en nihayetinde bir piçsin sen beş dakkalık zevk için türetilen! Ve anası da piçini gebe bırakır bir cami avlusunda, ayrılığa Yani anla, bir kibrit çakımıdır bu haykırış isyan-ı karanlıklara. Onu da bağıra bağıra çarmıhlarım yüreğimin etnik soy/kırım/ağacına. Feci halde ölümlüdür, hükümsüzdür, yoktur! Dur, ne olur! Önemseme sözlerimi de istersen çek vur! Bilir misin ki, kalbim şimdi, darbe öncesi bildiri dağıtan bunak bir devrimci. Bilemez ki ne dediğini! Haykırmak isterken tüm dünyaya “hoş geldiğini,” kendine bile fısıldayamaz ki! Hadi artık, dolaşma buralarda, düş şu düşkünün düşlerinden! Hayasız hayta hayatta hay beden hayallerin hastalıklı hercaisinde harcama! Dertsiz başına dert arıyor bu it oğlu it! Bir kerecik insaf et! Başkasını üz, başkasını incit! Hadi lütfen aslına dön de, bir an evvel siktir git! Yanlış anladın güzelim, sadece mürüvvetimizi görmekti tek temennim. Şu ürkek sevdalı altı üstü birkaç hazin söz sayacaktı, en hakikisinden ağlak makamlı ama bu fitneci hatıralar zırt pırt söze daldı: Çünkü hatıralar lanetli bir hastalıktır, aklımın taş duvarlarında çınlar. Çünkü o taş duvarlar da her gün birer birer üstüme yıkılırlar. Kes sesini, artık konuşma, konuşursan zürafa bacaklı ördeksin! Asıl sen bil, bu dünyada bir tek yarım akıllı var yaşayan oda sensin! Gözlerinden kaçırdığı gözlerini, kim bilir nelere hayretle açtı? Hiçbir zaman elini tutmayacağı utangaç elleriyle, kim bilir neleri istekle tuttu? O güzel bacakları kim bilir kimlere çarpıldı da cevap vermediği kaprisli dudaklarıyla kim bilir neleri yuttu! Çünkü esas kızın vermek için diyar diyar esas oğlan aradığı eski Türk filmlerine inat Üç ucuz pornonun tekerrürü tecavüzüdür hayat! Paranoya bu sarmış bir kere ruhunu! Sen o saçmalıkları bir aşk masalı gibi oku. Hoş gör, ne yapsa zapt edemez! Gökyüzünde seyyah olur gözlerine ay pırıltısı düşerken sensizliğe isyan eden yüreğine söz geçiremez. Kendimden bilirim, dilinde kor alev olursunda sana söyleyemez! Yeter! Sus kendine gel, susta bir dinle: Solmuş bir gülün, çalınmış bir gökyüzünün, aşkın, sevdanın ve ikiyüzlülüğün acısı çakılıp kalacak o diline. Dilinde tutulacak derdini kimselere anlatamayacaksın tek bir hece. Kederine çare olmayacak hiçbir an hiçbir zaman. Tükenecek can damarından akan kan. Tek kurtuluşundur artık namludaki tek kurşun, ne çabuk unuttun! Aha çocukluğunda üşenme, iniver yetmiş santim; orada, defter aralarına karalanmış peltek kalp manzaralarının toplamıdır paranoya. Masal demiştin ya, gizli belgelerdeki devamında, Polyyanna’ da aynı dertten oturuyordu Freud’un kucağına. Sindrella’ yı uzaylıların kaçırdığını anladığında -30 yıl sonra kuzey kutbunda- Elinde ayakkabıyla kalakalmıştı prens olacak o abaza da Her önüne gelene öptüren seks kölesi pamuk prenses Pezevenk kocası da Çin mutfağında son anlarını yaşayan aynı kurbağa prens Kızma, küsme darılma. Gerçek seni özgür bırakır! O yoktu! Haliyle varlığından habersiz yokluğu. Kazanılmayanlar kaybedilemez, kaybedilmeyenler içinse hiçbir gözyaşı azat edilemez. Peki bitecekse başlamasın! Ben seviyorum ya yalnızlığın sınırsız özgürlüğünü. Nasıl olsa bir gün nefretim dalgalanacak avucumda tel tel dağılacak ya saçım! Ne anlamı var keder kaynağına dönüşecek binlerce hatırayı yaşamamın. Öyleyse cevap ver: Bir romanın, üç satıra özetlenecek nihayetini neden yüzlerce sayfada anlatır yazarlar? Şairler neden hiç sakınmaz mısralarını gaddar sevgiliye? Bir gün parçalanacak da olsa ayakkabıcı ne için yapar en güzel ayakkabılarını hiç tanımadığı birine? Boş ver, cevabın belli. Peki şuna ne demeli: Bir çocuk neden dünyaya getirilir, binlerce kalp sızısı kesinken ve garantiyken bir gün anne beni niye doğurdun diye haykıracağı. Ki anne çekmemiş mi aynı acıyı. Korkma, kaçma, kendi uydurduğun yalanların ardına saklanma. Hiçbiri merhem olmaz, ruhundaki yaraya! Sende biliyorsun ki küçükken saklambaç oynadığında işaret parmağının arkasına saklanırdın ve neden hemen sobelendiğine de ciddi ciddi şaşardın! Yaaa hiçte bile! Yaşıma göre hep biraz irice olduğum için yakalanırdım. Bu beceriksiz saklambaç kariyerinde suçu ne işaret parmağımın! Ben nice çocuk biliyorum ki, çatır çatır bardak kırar takımı bozarlardı, sıkışınca işaret parmağının arkasına saklanır, peşindeki öfkeli anneden kolayca sıyrılırdı... Mesela bizim Hakkı. “Her Hakkı saklıdır,” sözü bugün tüm kitapların baş köşesinde saygıyla yad ediliyorsa bu bizim Hakkı’nın ve işaret parmağının hakkı... Direnme artık, kalbinin sürgüleri bırak açılsın. Alsın başını isterse kaf dağının arkasına kaçsın. Hissettiklerini senden kimse alamaz, onlar zaten senin, bir insanın kalbindekileri sökmeye bir başkasının kudreti var mı? Kulakları zapteden o aptal sözlü pop şarkıları bile artık anlamlı geliyorsa, kim olabilir ki senden daha şanslı! Aşk bir zamanlar platonikti. Kalbin mastürbasyonuydu yani! Ama en güzeliydi! Bir felsefe akımı gibi ağır bir ismi vardı, bir amacı bir ideası. Böyle kimselere seslenmeden, el açmadan, şımartmadan kendi kendine boşalırdı! Şimdi gel gör ki.... Ey paslı vicdanı terk saatinde bile zuhur etmeyecek sevgili diyorum ki: Gel, gel de devral kalbimi! Belki bu eylül sabahı sisleri dağılır ruhumdaki. Belki bir an içinde hapis olan saatler Yeniden yaşanacak pervasız zamanları müjdeler. Belki bu hazin tat bu acı keder seninle biter. İşte kapının ardı, n’olursun çekinme at hadi içeri adımını. Yokluğun rutubeti ve hor kullanılmış yaşam öykümün çıplaklığı. Bir kadın terk edişinin dağıttığı ve yalnız bir kadın elinin toplayabileceği kırılgan mazisinden geriye birkaç kırık dökük duygunun kaldığı, yıpratmış bir aşkın her köşesine sinmiş nefesleri saklı. Hani vardır ya, sırları doğrularında saklı, abartılı askerlik anıları kadar yaşanılası, tekme tokat bir aşktan arta kalan alınyazısı. Duvarlarında ondan kalma resimler, ihtiyar ressamların tuhaflığında gelişi güzel atılmış fırça darbelerinin fütürist yankıları. Müzik kutularındaki ısmarlama şarkılar gibi süslü kelimelerin duyarsızlığı; imarsız, kaçak gülümsemelerin insan çehresini bozan aykırılığı ve depremsi ayrılıklarda yıkılışı. Ortadakine dikkat et! Evet, eski kiracının bıraktığı. İşte kalp diye taşıdığım her ne varsa, bunlar onun demirbaşı. Beğenmediysen git, başkalarına musallat ol, başkalarını yak, Ama n’olursun birde sen etme içine. Nasıl bulmak istiyorsan öyle bırak!
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © CEM YILMAZ TURAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |