"Denemeler"de gördüğüm şeyi Montaigne'de değil, kendimde buluyorum. -Pascal |
|
||||||||||
|
“Buna da şükür” dedi, “en azından rakı ya da küfretmek yasak değil”. Zahmetsizce topladı dertlerini otobüs gelince. İki kişiydiler topu topu, kavgasız itiş kakışsız bindiler. Caddede dün geceden kalmışlık vardı, o orada kalmayı tercih etti. Meretin içi de harbiden soğuktu. Soğuktu soğuk olmasına ama onu güvenle götürüyordu ya buna da katlanılabilinirdi. Aslında en çok sevdiği şey de yolculuk ilerledikçe, insanlar bindikçe ve nefes aldıkça, camların usul usul buğulanmasıydı. O buğulanma insan sıcaklığını hatırlatıyordu, bağlıyordu onu. Fakat isteksiz bir bağlanma da değildi bu. Belki de içinde olduğu, olabileceği en arzu edilebilir bağlılıktı bu: İki dost gibi... Hatta bazen otobüsten inmek istemediği olurdu, zaten uzun yolda hiç tanımadığı insanlar bile tanıdık gelmeye başlardı. Isınırdı da ortalık. Hiçten inmek istemezdi işte! Ama iş bekliyor, karı bekliyor, çocuklar bekliyor...Kısaca el mahkum inecek! Kim bakar ki onlara kendisi çalışmayıp eve ekmek getirmese! Eş dost desen bir kaç gün... Üçüncü gün 'siktir'i çekerler bir şekilde. Kimi zamansa otobüsün içinde, o buğulanmanın ortasında, uyuklamak hoşuna gidiyordu. Ancak bu isteyerek yapılan bir keyif şekerlemesi değildi tabi. Uyku anidan bastırıyordu sabahları; gerçi akşamları da böyle oluyordu ya... Otobüsün o keskin virajı alışı aklına getirdi inmesi gerektiğini. İş yerinden yirmi otuz adım gerideydi viraj ve alınırken ne olursa olsun mutlaka farkına varılırdı. İş yeri dediği de okul, üniversite... Birden aklına düşüverdi o sarı saçlı kız. Onu görecekti yine. Heyecanlandı. Sonra karısı geldi aklına, bir duysa genç üniversiteli bir kız için heyecanlandığını çıngar çıkarırdı, feryat figan ortalığı birbirine katardı alimallah! “Yok canım, o kadar da yapmaz!” Yapar mı? “Yapar.” “ Hepsi karı milleti değil mi Allah aşkına! Hele duymaya görsünler böyle bir şeyi, saçlarını süpürge etmesinden tut da, gençliğinin heba oluşuna kadar ne kadar kötü şey varsa atıverir adamın üstüne”, sanki zamanın ya da kaderin hiç suçu yokmuş gibi. Oysa biliyordu Gülsüm böyle bir şey yapacak olsa öldürürdü onu, yaşatmazdı! “Adamın aklına geldiği anda bile zıvanadan çıkartıyor be böyle bir şey!” Yirmi dakika sonra giyinmiş, günün ikinci sigarasını söndürmek üzereydi. Hidayet ustayla ayak üstü hoş beş etmiş, yine bir sonuca varamamışlardı. Bir şeyler olmalıydı, rahat rahat yaşanabilecek bir yer, ama nerede? En iyisi Hidayet ustayı dinleyip Allah’a bırakmaktı işleri, elden başka ne gelirdi ki! Takdir onundu, elbet öteki taraf için de bildiği bir şeyler olmalıydı. Süpürgeyle şöyle bir kabasını topladı zeminin. Şu gençlerde de hiç saygı, anlayış yoktu: O kadar okumuş olmalarına rağmen, çöp tenekesi dururken hala yerlere atıyorlardı izmaritleri. Hele bir de yarısı dolu plastik çay bardaklarını çöplere bırakmaları yok mu, işte bu çıldırtıyordu. Paspasın bıraktığı ıslaklığın üzerinden yürürken, kızın neden hala ortalıkta görünmediğini merak etti. Öyle ya günlerden Salıydı, sabah dersi vardı kızın. Saat zaten olmuş sekiz buçuk! “Allah allah” deyip geçti. Doğruya belki de sevgilisi vardı kızın, bütün gece yatakta tepişmişlerdi. Üniversiteli kızlar bekaretmiş, namusmuş pek takmıyorlardı zaten. “Ulan ben de olcaktı şu imkanlar, o zaman görcektiniz beni!”. Aynen böyle diyordu içi, hatta Hidayet ustaya da söylemişti bunu. O da “Tövbe tövbe, doğru yola gel be oğlum, günah bunnar” demişti. Gerçi o zamanlar çok tanımıyordu Hidayet ustayı, sonradan böyle şeyler söylemez olmuştu ona. Fakat, o kıza karşı içinde bir ateş vardı. Tutamıyordu kendini, bir türlü ona bakmaktan alamıyordu... Koşarak girdi içeri kız . Hızını hiç kesmeden amfinin kapısına yöneldi. Kapıyı tıklattı içeri girdi. “Oh” dedi içinden kız, “derse yetişebildim”. Bu boktan trafiğin sabahları düzelmemesinin sorumlusu kendisi olmamasına rağmen, siniri bozulan hep o oluyordu. Hoca kürsüye kitap ve notlarını henüz koymuş olmalıydı ki tahtayı temizlemeye girişmişti. Önceki günün bilgi kırıntılarını süpürürken kıza hiç dikkat etmedi bile. Kapıyı usulca çekti ve elden geldiği kadar sessizce kapatmaya çalıştı. Ancak bu amfi kapılarının huyu kolay kolay teslim olmamak olduğu için, yeğlediğinin aksine oldukça gürültülü bir şekilde kapandı. Yukarı doğru tırmanırken sınıfa bir göz attı yanında oturacak birisini bulmak için. Çok fazla sohbete değer insan yoktu sınıfta aslında. Sohbete değmeyen insanlarla beraber ders dinlemek te çok cazip sayılmazdı. En arka sıralara doğru yöneldi. Zira arkada kendi başına kalabiliyor, arzu ettiği işle uğraşabiliyordu. Gerçi yoklama listesi biraz geç geliyordu ama “olsun”du; en önde çakılıp kalmaktansa arka sıraların sunduğu özgürlük yaşamaya değerdi. Sabah alelâcele aldığı ve trafikten dolayı yarısını okuduğu dergiyi çıkardı sıranın üzerine: “Anlaşılmanın imkansız olduğu bir dünya bu! Kıyıda durup ıssız denizi ve onun köpüklerini süzerken pek te yüzleşilmiyor bu gerçekle. Ne zaman ki türdeşlerinin (ne kadar da ironik aslında bu tanımlama!) arasına karışıyorsun, yeterinden fazla an çıkıyor karşına , ne dünyayı ne de bir başkasını anlayabilmenin imkansız olduğunu dayatan. Anlaşılman da imkansız tabii. Koskoca bir empati mitolojisi: Elmanın iki yarısı olan aşıklar, gözüne bakınca ne düşündüğünü anlayan dervişler, ve saire ve saire. Bu tespitin fazla mı umutsuz olduğunu düşünüyorsunuz? Fazla umutsuz ve fazla karamsar! Aslında bu o an nasıl bir durumun içinde olduğunuza göre değişir. Ayılmamışsınız demektir: Eşinizle, dostunuzla ya da patronunuzla çıkarlarınız aynı çizgide ilerliyor, farklı düşündüğünüz alanlarda değilsiniz demektir. O zaman devamını okumayın bu yazının. Nasılsa bir gün böyle bir durumun içinde olup bu yazıya ihtiyaç duyacaksınız. En iyisi o zaman saklayın bu yazıyı, içinde olduğunuz geçici yanılgıdan kurtulduğunuz vakit...” Dergiyi katlayıp çantasına sokuşturdu. Ne var ki bunu, yazıyı yazan H. Kiraz’ın önerisini dikkate aldığından değil, burada ne için bulunduğunu hatırladığından yaptı: “Eh biraz da ders dinlemek gerek!” Tam başını kaldırmış, tahtada neler yazılı olduğunu anlamaya çalışıyordu ki bir alt sıranın en ucunda oturan çocuğun ona baktığını gördü. Zaten ne zaman kafasını çevirse çocuğun kendisine bön bön baktığını görüyor ve irkiliyordu. “Bunun başka bir işi yok” muydu acaba!? Sadece ona bakıyor ama ders dışında konuşmak için bir çaba göstermiyordu. Hatta bir ders arasında sınıftaki kızlardan birisine bu çocuğun kendisini ne kadar ürküttüğünü anlatırken tip çıkagelmiş karşı kalorifer peteğinin üzerinde tostunu tıkınırken gözlerini yine ona dikmişti. Okulu bitirdiğinde en çok bu çocuktan kurtulduğuna sevinecekti herhalde. Bir de şu hademe vardı. Gerçi bu çocuk kadar berbat değildi ama o da gayet garip bakışlarla karşılıyordu onu. Yerleri süpürürken bile gözlerini alamıyordu. Ama “erkekler aynı”ydı neticede, istediklerinin ne olduğu gayet açıktı. “Böylesi bir güzellik adil mi tanrım!” “Neden bazıları bu kadar güzelken bazıları ucube oluyor!” Sonra aklına takılıyor belki de asıl sorunun bu değil de; insanların, kadın erkek farketmeksizin, neden güzel dediklerine ilgi duydukları olduğu. “İşe biyolojik-evrimci açıklamalar açısından bakılacak olursa insan kendi neslinin en mükemmel fiziki özelliklere sahip olmasını istiyor bilinçsiz bir şekilde. Daha doğrusu bu bilinçsizliği toplumsal beğeniler ve tercihler dolayımıyla örtüyor. “İyi” bir fiziğe sahip; yani güzel yüzlü, uzun boylu vs insanların aşk için tercih edilmelerinde gerçekten de böyle bir alt yapı olabilir mi!? “ Kafasını kaşıyıp kıza dalıyor tekrar. “Ama öte yandan tarih ve mekan boyunca bu beğenilerin nasıl da değiştiği göz önüne alınırsa, bu kuram biraz sallantıya gelebilir. Yani daha bir yüzyıl önce etine buduna kadınlar güzel bulunup tercih edilirken; şu an sıskalar revaçta! Üstelik sıskalığın işlevsel bir üstünlüğü de yok hani. Bir de Marksistlere soracak olursan aşkın ve güzelliğin mülkiyetle başladığını söyleyecekler. Gerçi tüm kötülükler mülkiyetle başlıyor onlara göre ama...” Elindeki kalemin kapağını çıkarıyor ağzıyla. Ve sırayı karalamaya başlıyor: “Mülkiyet bütün kötülüklerin anasıdır!” Kendi kendine gülüyor. Kıza bakıyor. Onun da kendisine baktığını görüyor. “Bana niçin bakıyor ki?! Bu bir karşılık mı, yoksa rahatsızlık mı?” Hocaya dönüyor tekrar. Görünüşte ağzı oynuyor ama söylediği bir şey yok. “Tuzu kuru tabi. O yüzden bu kadar rahat!” “Aslında bu kadar önemli mi ki güzellik! Yani neden bu kıza bakıyorum da başka kızlara, örneğin şu önde oturan çirkin kıza karşı böyle bir ilgi hissetmiyorum? Aslına bakacak olursak dünya güzellere kalmış olsaydı hala tahta zıpkınlarla nehirde balık avlıyor ve sazlıktan kulübelerde yaşıyor olabilirdik. Tüm bilimsel gelişmelere katkısı bulunan insanlar tip olarak ümit vaat etmeyen tipler; Einstein’dan tutun da Freud’a ondan Pascal’a kadar. Gerçi uygarlık olmasa çok ta fena olmazdı belki. Öte yandan uygarlık dediğin tuvalet kağıdı! Kıçımı taşa silmek te istemezdim. Mmm, zor bir durum!” Hocanın “hepinize iyi günler” dediğini duyuyor. Bir toparlanma gürültüsü başlıyor. Not defterine göz atıyor; birkaç koyu, karışık karalama ve birkaç adam adı... Dışarı çıkarken Mesut’la sohbet ediyorlar biraz. Gülüşüyorla , sıradan geyik. “Ben karşıya geçeceğim” diyor Mesut. “Ne işin var ki karşıda?” “Kadıköy’e uğramam gerek, bilgisayar için birkaç öte beri alacağım” “Öte beri? Bilgisayarın öte berisi olur mu be!” Gülüyorlar yine. Mesut’un bugün pek keyifli olmadığını görüyor. Bir nedeni vardır herhalde diye geçiyor aklından. Muhtemelen her zamanki gibi geç uyumuş olsa gerek. “Ama açıkçası trafik kazasından sonra garipleşti bu çocuk” “Görüşürüz bu durumda!” “Hadi hoşça kal!” Görevli yan yana duran üç kapıyı keyfi bir sırayla açacak ve insanlar gündelik kısa yarışlardan birinin içinde olmanın verdiği heyecanla koşuşturmaya başlayacaklardı. Yarışmak hoşuna gitmese de vapurun kıçındaki banklara oturmayı seviyordu. Zaten çoğu zaman istediklerini elde etmek için yarışır ufak insanlar, yarıştan zevk almaları gerekmez. Bir mecburiyet: Ayakta kalmamak için,arzu edilen yere oturmak için... Hayvan nesline özgü bir yaşam döngüsü! Vapur ağır ağır harekete geçip iskeleden uzaklaşmaya başladığında bir sigara yaktı. Kıç tarafın açıklığında martılar eşliğinde bir sigara içmek kadar keyifli bir iş yoktu. Ceketinin iç cebinden dün gece, sabaha karşı, iki şişe şarap devirdikten sonra sevgilisine yazdığı mektubu çıkardı: “Kaçıncı yazı acaba bu sana ithafen yazdığım! Belki yarım düzinenin son halkası. Üstüne üstlük ne yazacağımı, bu yazıyı nasıl farklı kılacağımı dahi bilmiyorum. Hiç de farklı olması gerekmiyor olabilir. En nihayetinde bir “Times New Roman” estetiğinin rahatlığına gömülmüş; senin bir miktar radyasyon emmeyi göze alarak belki bir iş dönüşü üstün körü, belki de satır aralarını aralayarak okuyacağın öylesine bir metin olmasından ziyade; elimin her titreyişinde aynı harflerin farklı şekilde yazıldığı bir mektup olmasını istiyorum bunun. O garip estetiğin tekdüzeleştirdiği akılcı bir çizgiden ziyade ruh halimi yansıtan ve nevi şahsına münhasır halkalar olsun istiyorum bu mektup. 'Anlatacak hikayelerim bitmiş mi' acaba diye soruyorum. Kendi içimdeki görmediğim soru-cevap yaratıcısı varsayımsal bölge, civar polislerinin bile giremeyeceği kadar karışık olduğu için, mantıklı bir ses yerine sadece kavga gürültüleri saçıyor: İçerde dövüşen aynı ırktan çeteler var. Oysa kimi zaman soba üstünde kavrulan kestane kokusu yayıyor gözlerin, o soğuk kış akşamlarında bulunan sıcacık bir yuva gibi alıyor beni içine; kimi zamansa kimsenin henüz keşfetme cesaretini gösteremediği bir ormandaki bataklık, içine aldığı an bırakmamakta direniyor (sen bunun farkına varmasan da). Sen de karışıksın hikayelerin bitip bitmediğine cevap vermek için. Ki sen dilinle değil de tüm benliğinle bir hikaye anlatırken, ben lafların kalabalığı arasında boğuluyorum. Fakat takdir edersin ki sözcüklerden bir hikayeyi anlamak daha kolaydır, ama eksik; oysa sen daha tamam anlatıyorsun, ama okuması zor! Sen benliğinin yansımalarının esirisin, bense sözcüklerin... Ve anlatmaya çalışan herkes gibi, kullandığımız aracıların sınırlarını zorlamak zorundayız daha iyi ifade edebilmek için(bunlar bir takım kalıplara sokmak amacıyla yazmıyorum, sadece saptamalar kafama saplanan...değişim ve yanlışlar her zaman mümkün). Saat 5 oldu. Anlatmayı istediğim o kadar çok şey var, ama sözcüklere boğulmak istemiyorum; her ne kadar sana aklımdan geçen onca şeyi anlatmak için sözcüklerden başka bir yol bilmesem de. Binlerce yol var seçebileceğimiz...Ve elimizde anlatımızı mükemmelleştirmeye çalışmak için bir neden...Daha akıcı konuşmak için, daha akıcı yazmak için, daha akıcı dokunmak için, daha akıcı bakmak için ve daha akıcı susmak için...Ben seni keşfetmeyi, unutmayı ve bir daha ki keşifte daha derinlere inmeyi çok arzuluyorum. Senden geçen yol, bana gidiyor...Benden dönense sana...Helezonik bir rota izleyerek, aradığımız -ya da en azından varolmasını ve aramamıza değeceğini ümit ettiğimiz- vahaya doğru giden bir yolculuk...Sıkılan bir işin olmadığı ya da sıkılmanın önem arz etmediği bir kendi-cennetimiz... Sevmenin ancak bu yola beraber çıkıldığında önemli olduğu önermesinin sağlamasını yapmak...Uyuşukluğuma lanetler olsun! Lanet olsun enerjimi soğuran kendi icadım küreye- ki o beni içine almış ilerlememi engelliyor, kurtulmalıyım ondan... Aşk gerekiyor...Bir yemeği yaparken aşkla yapmak, ve aşkla yemek onu, bir çocuğun kafasını aşkla okşamak, aşkla uyumak gerekiyor ve aşkla uyanmak, aşkla sevişmek gerekiyor, aşkla oturmak aşkla kalkmak; kısaca, aşkla nefes almak gerekiyor...Hayatın kendisini aşkla örülmüş bir ibadete dönüştürmek. Sadece beş vakit ibadet eden sahte müminler gibi değil! Her anı, her nefes alıp verişi aşkın bizatihi kendisine yapılan bir tapınmaya dönüştürmek!..Bin kez söyledim sana ve bir kez daha söylemek beni gocundurmuyor: Sen benim mabedimsin, mabudum aşkın kendisi...Ve son zamanlarda iyi bir mümin gibi davranmıyorsam kusura bakma...Yardım et bana, kapılarını kapama!(biliyorum şu anda yapmıyorsun) O tütsülü kokularını yaymaya devam et ve çağır beni kendine, çağır beni içine... Ayin bitmesin! Ve kahrolsun her ne var ise aşkla yapılmamış! Ve kahrolsun her ne var ise aşkla yapılmamış!”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yaman Sert, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |