"Ne elbiseler gördüm, içinde adam yok, ne adamlar gördüm sırtında elbise yok." -Mevlana |
|
||||||||||
|
Metin Belgin’in senaryosu, Biket İlhan’ın yönetmenliği, sınırlı bir bütçe ve sekiz kez sil-baştan bir senaryonun neticesi: Mavi Gözlü Dev. Nazım Hikmet’i anlatan ilk sinema filmi. Ünlü bir ismin biyografisi üzerine kurulan bir sinema filmini, hele de o isim daha sağlığında efsaneleşmiş ve ölümünden sonra da o efsane günden güne büyümüşse, daima bir tehlike bekler. Bu tehlike öncelikle kronolojinin seçiminde gösterir kendisini. Bu biyografinin tümü mü anlatılacaktır sinemanın diliyle, yoksa bu biyografiden seçilen bir kesit ele alınarak o kısım mı dikkatlere sunulacaktır? Efsane o denli büyüktür ki söz konusu kişinin bütün yaşamını içeren bir film yapmak hem zahmetli hem çok riskli bir şeydir. Bir ömrü, o ömrü anlatılmaya değer kılan unsurları izleyicinin gözüne gözüne sokmadan filme sığdırmak zor iştir. Biyografik film yönetmenlerinin, kahramanlarının hayatından karakteristik bir kesit seçerek o süreç üzerinde durma kaçamakları biraz da bu korkunun neticesidir. Ama bir kesit seçmek de zannedildiği kadar tehlikesiz değildir. Bu kez seçilen kesitin hem dramatik gerilim öğeleri bakımından zengin ve hem de temsil gücü bakımından yüksek olması gerekir. Bir bakıma seçilen kesit hem kendi bütünlüğü içinde kurgusal ve dramatik bir bütünlük taşıyarak izleyicide bütünlüklü bir hikaye izlemiş olma tatminini yaratmalı, hem de biyografisini izlediği kahramanın bütün hayatına ilişkin bir temsil gücü taşımalı. Bu günlerde gündemde olduğu için örnek vermek gerekirse, Helen Mirren’a Oscar heykelciği kazandıran Kraliçe filmi bu tarzın başarılı bir örneği. Olaylar, sadece Diana’nın ölüm süreci ile sınırlı olmasına rağmen, tümüyle tanıyabildiğimiz bir Kraliçe, dahası tümüyle tanıdığımız bir İngiltere. Mavi Gözlü Dev, Nazım biyografisinin tamamını değil bir bölümünü, onun Bursa Cezaevi’nde yattığı yılları göstermekle yetinmeyi yeğlemiş. Ancak bir sinema filmi olarak çıkmazı da bu noktada başlıyor. Çünkü seçilen bu sürenin sinema diliyle aktarımı son derece temposuz olduğu gibi, izleyici üzerinde herhangi bir dramatik gerilim yansıtmakta da yetersiz kalıyor. Bir türlü bir yol bulup da Nazım’ın duygusu bize ulaşamıyor, bulaşamıyor. Oysa böyle bir filmden beklenen izleyiciye bir “Nazım” duygusunun bulaşmasıdır. O kadar ki bu duygu bulaşımının Nazım’ın ideolojisini paylaşanlar kadar paylaşmayanların içine de insani bir özün yolunu bularak akması, filmin başarılılığının göstergesi olmalıdır. Tıpkı Rocky filmlerin hoşlanmayanlara dahi box’u sevdirmesi gibi. Özellikle kadın kahramanları canlandıran oyuncuların seçiminde uğranılan kaza da filmin aksayan yanları arasında. Piraye’nin çilekeşliğini yansıtacak çehre de, Münevver’in çarpıcı cazibesini yansıtacak çehre de isabetli değil. Dolunay Soysert, bu körpe yüzüyle, yüzüne yılların çilesi sinmiş (yılların çilesi, çünkü Nazım hapiste çürürken Piraye de odunsuz kömürsüz, beş parasız, tesellisiz dışarıda çürüyüp gitmektedir), Piraye’yi yansıtabilir? Hangi seçim, yüzüne bakıldığında verdiği duygu, çocuksu masumiyetten öteye geçmeyecek bir güzellik övgüsünden fazlasıyla karşılanamayacak Özge Özberk’i Münevver rolü için uygun görebilir? O Münevver ki hapishane yıllarını “kadınsız” geçirmiş oysa “kadınları”yla meşhur Nazım’ı, bir taşra cezaevinin müdür odasında yıllar sonra ilk karşılaştıkları anda Fransız parfümünün kokusu, incecik topuklu ayakkabılarının tıkırtıları çağrışımlarıyla serseme çevirir. Biyografik sinemada, oyuncu ile karakter arasında birebir fiziksel benzerlik gerekli şart olmayabilir, eğer oyuncu canlandırdığı karakteri yansıtmayı başarabilirse birkaç ortak çizgi yeter de artar bile. Ama bu filmde kadın oyuncuların bütün iyi niyetine rağmen ortaya sentetik figürler çıkıyor. Yetkin Dikinciler’in o kadar çok sözü edilen, Nazım’a benzerliğine gelince. Oyuncunun, yansıttığı karaktere bu kadar çok benzemesi, seyirciye nostaljik bir lezzet ya da bir tür karşılaşmışlık yanılsaması verebilir elbet. Ama bu, yönetmen için bir şanstan fazlası değildir. Her şans gibi, kullanılır ya da kullanılamaz ama bir filmi tek başına kurtaramaz. Onun için, yazık olmuş Yetkin Dikinciler’in Nazım’a benzerliğine, harcanmış gitmiş, demenin de anlamı yok. Müziğin neredeyse hiç kullanılmadığı bir sinema filmi, görsel etki, dramatik enerji, kurgu, tempo ve izleyiciye sirayet edici bir duygusal etki vb bakımından büyük risk alıyor demektir. Ortaya çok ciddi sinematografik bir başarı çıkması halinde alkış tutabileceğimiz bu müziksizliği ne yazık ki Mavi Gözlü Dev kaldıramıyor ve kaldıramadığı boşluğun altında eziliyor. Diğer yandan ilk yarısı, “hükümlü komünist şair” Nazım’ın vecize cümleleri dışında, bir türlü ne olduğu, hangi insani temellere göndermede bulunduğu gösterilemeyen komünizm ideali ve TC rejim eleştirisi üzerine oturtulan (ama bir türlü yerine oturamayan) film, ikinci yarısında adamakıllı bireysel duygusal düzlemde akmaya başlıyor. Film, kendi içinde bir denge bozulmasına maruz kalırken, eğer Nazım’ın duygusal dünyasını göstermek de bu filmin gayeleri arasındaysa, bu kez eksik kalıyor. Nedir Nazım’ı Münevver’e iten fırtına? Onu, “hiç suç işlemedim ama aşk konusunda suçluyum” cümlesinin altında “suçlamaktansa”, bir şair olarak anlamamızı sağlayacak göndermeleri görsek daha iyi olmaz mıydı? Her zaman başlar üstünde tutulsa da söz, kadınlarına geldiğinde zafiyetle suçlanan Nazım’ın bu “zaafı” gösterilecekse, o zaman Münevver’e ne oldu? Çünkü Piraye hikayesi Münevver’in sonu olmadan eksik kalmaya mahkum. İzleyicinin soluğunu bir tutup bir salıveremediği bütün akışı gibi Mavi Gözlü Dev’in sonu da doyurucu bir son değil, alelacele gelmiş. Sanki aniden bitiveren bir enerjinin, son birkaç sahneyi artık götüremeyişi ve olduğu yerde kesivermesi. Mavi Gözlü Dev, izleyiciden “isteyen” bir film. Neyi? İzlemeden evvel bir ön bilgi, izledikten sonra bir son bilgi. Yani boşlukların doldurulması. Güzel de, bunu istemeyi hak etmek için kendi hacmi ve seyirlik süreci içinde o enerjiyi izleyiciye vermesi gerek. Ama bu tür bir enerji verebildiğini söylemek mümkün değil. Tutuk, belgesel olmaktan kaçmış ama drama da olamamış, sloganın sığlığına düşmekten kaçmış ama hayatı da yansıtamamış, iki arada bir derede, vasat bir film. Daha iyisi yapılana kadar.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © lale lale, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |