..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Şahin bakışlı, ahu gözlü, şirin davranışlı ve tatlı sözlü idi. -Fuzuli, Leyla ve Mecnun
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Gerilim > O. Nuri Uçmanov




10 Nisan 2008
Puslu Hava  
O. Nuri Uçmanov
Yaşanmış olaydan yola çıkılarak kaleme alınmış bu öykü, yakın tarite kaleme alınacak romanın bir özetidir


:AHAD:

Puslu bir hava hüküm sürmekteydi anakentte, birkaç gündür süren yaz misali havanın aksine. Sabahtan yaz gibi olan hava, öğleden sonranın ikindiyi geçtiği sırlarda, giderek puslanmaya başlamıştı. O yine yalnızdı koca evde; yine bir başına anılarıyla ve acılarıyla ve içinde kopan bilmem nereden geldiği belli olmayan fırtınalarıyla başbaşa yine.
Lakin açıktı gökyüzü. Fakat tenha sayılırdı sokak. Oynayan bir iki çocuk bahçede, yeni doğmuş çocuğunu elinden tutup gezdiren, ilk gençliğini yeni ikmal etmiş bir anne. Ve sokaktan geçen bir iki araba... Aslında niye geçtikleri belliydi ya... boş ver, karıştırma orasını hiç!
Oturmuştu daktilosunun başına. Hayır! Başına oturduğu daktilosu değildi artık! Çoktan tarih olup gitmişti, yıllar yılı yazılarını yazdığı o güzelim daktilosu. Lakin bir şeyin başına oturdu-ğu doğruydu.. bilgisayarının. Hani şu gelişiyle, daktilosunun bir anda masa süsü olmasına neden olan. Ve gelişiyle bilgisayarının, dertleri de büyümüştü. Teknik sorunların ve sıkıntıların yanı sıra. Allah'tan bilgisayarcıydı aynı zamanda da, çözüveriyordu oluşan sorunları; çözemediklerini de, anında bilgisayarcısına havale ediveriyordu. Tabi bu arada asıl görevi olan yazarlığı arka plana itip, bilgisayarla gelen dünyaya kapılıvermiş; ihmal etmişti yazılarıyla birlikte kitaplarını da. Üstüne üstük, bilgisayar, gelişiyle, hamallığı da beraberinde gelmişti. Bir sürü iş vardı yapı-lacak onda. Kolay mı, koskoca dünyaydı bilgisayar... Hele İnternet'in büyülü dünyası, ona yazdıklarını yayınlatma fırsatını vermenin yanı sıra, bazı şeyleri öğrenmesini de sağlamıştı.
Dışarıdaki hava, giderek yaklaşan fırtınanın işaretlerini verirken, İnternette dolaşmaya başladı. O site senin, bu site benim dolaşırken, gözü birden bire bir habere takıldı. Tam Onluk bir olaydı bu haber; üstelik haberin ortasındaki resim, hiçte yabancı değildi ona. Yabancı olmadığı gibi, çok iyi biliyordu o resmi. Biliyordu da, uzun zamandır haber alamamıştı...
Son günleri yaşanıyordu şubat ayının başkentte. Yazda kalmaya havayı canlandırsa da, uzaktan uzağa yüzünü belli eden soğuk hava, olağanüstü bir şeyler olacağını ima ediyordu adeta. Savniye Ceylan, o sabah evden her zamanki haliyle çıkmış, hatta bahçede karşılaştığı yaşlı teyzeyle yaptığı içten sohbetin etkisiyle müthiş bir moral deposu olarak gelmişti bakanlıktaki görev yerine. O kadar moral deposuydu ki, girişteki o ablak güvenlikçiyle bile şakalaşmıştı. Yerine oturduğunda adeta şarkılar fısıldıyordu. Uzun bir hastahane çalışmasından sonra atandığı bu bakanlığa, böyle neşeli geldiği ender anlardan biriydi. Hatta, iş arkadaşları hafif yollu imalarla dalga geçmişlerdi onun bu neşesiyle, olağan iş havasında.
Her zaman yaptığı gibi çayını alıp, günlük randevularını planlamıştı. Aksi gibi, bir sürü görüşmesi vardı; tedavi etmesi gereken bir sürü psikolojik sorunlu insan demekti bu Savniye için. Bu da mesleğinin bir cilvesiydi; psikolog olarak başka bir şey yapacak değildi ya!
Saat 9:30 civarında başlayan terapileri, olağan seyrinde sürerken, birden telefonu çaldı. Bakmadı telefona, zira terapi seansı bölünemezdi. Derken bir kez daha lakin, bu kez biraz ısrarlı çaldı telefon... ardından aynı biçimde bir kez daha... Almacı kaldırıp, koydu yerine. Bir yandan da, emekli diplomatın teyzesi olan hastasından, özür diliyordu; bu münasebetsiz telefon için. Derken, kapı açıldı ve gençten bir bayan başını içeri uzattı. Savniye tam ona terapi kurallarını anımsatacaktı ki, kız telaşını bastırmaya çalışan bir tonda, “ onunla acilen görüşmesi gerektiğini,” söylüyordu. Özür dileyip hastasından, çıktı Savniye odadan. Kapının önünde, sekreter kız
“ Acilen bakanlık katından beklendiğini, “ belirtince; bu kez telaşlanma sırası Savniye'ye geçmişti. Bir psikolog öyle apar topar... Bakanlık tarihinde görülmemiş bir şeydi bu! Hani, üst dü-zey bir yetkili olsa, ya da bir memur... “ Belki mesleki konuda, bakana bir bilgi lazım olmuştur, “ diyecekti. Fakat, bakanının psikologla ne işi olurdu ki? Yoksa bakan... Hükümetle arasının iyi olmadığı söyleniyordu son zamanlarda. Ayrıca, bakanlıktaki fısıltı gazetesi,” Katıldığı bir yurt dışı gezisinde yaşadığı sıkıntılı anlardan dolayı, epey bir bunalımlı günler geçirdiğini, “ yazıyordu. İster misin bakan?...
Bakanlık katına çıktığında, onu yüzleri asık bir sürü insan karşılamıştı. Yoksa... Öngörüsü çıkıyor muydu ne? Müsteşar, hemen onu bir koltuğa oturtup, kapıları kapattı. Sekretere, “ Odaya ne telefon bağlamasını ne de ziyaretçi almasını, “ söyledikten sonra, bir numara çevirip; “ Kata ve şu an bulundukları odaya kimsenin yaklaştırılmaması için, yüksek donanımlı güvenlikçi, “ istedi. Ve masanın yanına giderek bir düğmeye basmasının ardından, kısa bir vınlamayı takiben Jammer devreye girdi. Anlaşılan iş ciddiydi; Savniye'nin öngördüğünden daha da çok! Sakın bakan, akıllara zarar bir şey yapmış olmasın? Yoksa bunca Beyaz saray örneği yüksek güvenlik önlemi niyeydi? En sonunda, O bir psikologdu... Bir psikolog!
Müsteşar lafı dolandırmadan hemen konuya girdi. Durum gerçekten çok ciddiydi. Hem de ülkenin yüksek çıkarlarını tehdit edecek karar! Fakat Savniye, anlayamıyor ve kafasında çözmeye çabalıyordu; böylesine yüksek güvenlikli bir konuda, bakanlığın ve ülkenin emrinde onca yetkin insan, hele askeri güç dururken, niye kendisi böylesine bir güvenlik önlemlerinin alındığı toplantıya, hem de apar topar çağrılmıştı ki?... Müsteşar olayı anlattığı zaman, sarsıldığını duyumsadı; hem de hücrelerine kadar. Ve bu sarsıntı, çağılmasından itibaren yaşadıklarından daha da fazlaydı.
Birkaç saat sonra, bakanlık tahsisli özel uçağa binerken bile, bu sarsıntının ilk anki etkisini duyumsuyordu. Fakat ondan çok, bu tehlikeli görevin sorumluluğunun tonlarca ağırlığı, beyninde çöreklenmişti çoktan! Ülkenin geleceği bir anlamda onun göstereceği çabaya bağlıydı artık... Uçak havalanırken, üzerine abanan G gücü değil, bu 30 G gücünden beter ağırlıktı. Ve uçak, savaş pilotların tabiriyle, “ destination unknown, “'a gidiyordu... Bu görev tabirinde olduğu gibi, uçuşun sonunun nereye varacağını, görevi veren müsteşar bile bilemiyordu.
Uçak Adriyatik üzerinden geçerken, Savniye altındaki çivit mavisi derinlikten çok, üstlendiği görevin derin ağırlığıyla dans ediyordu. Roma havaalanına inerken de, bir olağanüstülüğü a-nında sezinlemişti . Daha doğrusu, meslek hastalığı devreye girmişti.
Normal inişini yapan özel uçak, derhal alanın uzak köşesine çekilmişti ve bunu yaparken de kimsenin ruhu rahatsız olmamıştı. Dışarıda Savniye ve beraberindekileri bekleyense, zırhı bir limuzin ve bir sürü siyah giysili adamdı. Üstelik, hiç de nazik değildiler. Hallerindeki telaş, görme özürlüler tarafından bile algılanıyordu. Araba son hızla kente doğru yol alırken, Savniye tam kafasında ne yapacaklarını oluşturuyordu ki, birden telsizler cayırdamaya başladı. Ve araba, ani bir sağ dönüşle, daha önce şoföre bildirilen güzergahından saptı. Savniye, o an neler olduğunu sorabilmişti sadece. Aldığı yanıtsa, sorduğuna pişman etmenin yanı sıra, tüm kanının derin dondurucuya girmesine yol açtı. Papa, Vatikan'daki o ünlü meydanda, açık hava toplantısı yapıyordu. Hani şu 12 Eylül sonrasında, bundan önceki Papa'nın bir Türk tarafından vurulduğu meydan...
Araba, meydanın olabildiğince uzağında durdu. Zira en bilinen bir kuraldı; kuşu ürkütmemek gerekiyordu. Apar topar arabadan fırlayan Savniye ve görevliler, meydandaki kalabalığa balıklama daldılar. Bir yandan, meydanın her zerresini tararken, bir yandan da, yüzlerinin rengini ve vücutlarından çıkanları, civardan saklamaya çalışıyorlardı. Maazallah ya birisi... Belli mi olurdu, aradıklarının çevresinde birilerinin olmadığı ve bunların aradıklarına haber uçurmayacağı ya da o dönemin Papa'sının başına gelenlerin, kendi başlarına gelmeyeceği... Meydanı karış karış tararken, bir yandan da gözleri, Papa'nın konuştuğu kürsüdeydi. Ya aradıkları kürsüye fırlayıp.... İşte o zaman; her şey biterdi Türkiye açısından...
Onlar meydanda yana yakıla aramaya devam ededursun, telsizler yeniden cayırdamaya başladı. Ve bu cayırdayan telsizle birlikte, meydandakilerin telaşı bambaşka bir yöne kalanize o-luverdi birden bire... Zırhı araç, bu kez son hızla yol alıyordu içindekilerle birlikte; fakat bu kez tam tersi istikamete, yani havaalanına! İçindekilerdeyse, başka bir telaşın yanı sıra, belirgin bir rahatlık sözcüklere dökülmese de, arabanın içine yayılıyordu... Yayılmasına ya; yine de arabadaki gizli servis elemanlarında bir tedirginlik vardı. Meslek yaşantıları boyunca, bu tür saptırmalarla karşılaşmaktan öte, kendileri de aynısını yapmışlardı; hem de sayısını unutacak kadar.
Uçak yeniden Adriyatik üzerindeydi. Lakin yönü geldiği yer değildi. Uçakta bulunanların ve gizli servis elemanlarının, aklı hala Vatikan'da olsa da, herkesin yüreği zamana karşı yarışın bilinciyle atıyordu. Dilekleriyse, ortaktı; bu gelen ihbarın yanlış çıkmaması... Yoksa, her şey arapsaçından beter olabilecekti bir anda. Bu ikilemleri de, uçak Tiran'a inip; onları havaalanından alan araç, İtalyan büyükelçiliğinin önüne götürene kadar sürecekti.
Araç, büyükelçiliğin önüne gelip de, eylem yapan kişiyi gördüklerinde; dudaklarının arasından çıkan, neredeyse küçük çaplı bir fırtınaya neden olacaktı Tiran'da.
Dikkatlice baktılar, büyükelçiliğin önüne... Yanılmıyorlardı... Yüreklerinin yerini değiştiren aradıkları, arzı endam ediyordu kaldırımda.
Araç yine uzak bir noktaya çekilmişti. Kısa bir planlamanın ardından Savniye, elçiliğe uzak bir noktada beklerken, beraberinde gelen diplomatlar, yavaş adımlarla yürümeye başladılar elçiliğin önüne doğru. Bir gözleri de, civarda mevzilenen gizli servis elemanlarındaydı.
İçlerinde yaşadıkları telaşı gizlemeye çalışan adımlarla elçilik önüne geldiklerinde, sanki rastlantıymış gibi; sanki meslekten gelen bir alışkanlıkmış gibi, başlarını elçilik binasına çeviren diplomatlar, sıradan bir karşılaşma havasını vererek, elçilik önünde eylem yapan şahsa yaklaşıp, her zaman yaptıkları gibi, havadan sudan, dostça sohbete başladılar.
Onlar sohbeti koyulaştırmayı başlayıp, eylemciyi elçilik binasına soktukları sırada, turuncu alarmda olan gizli servis elemanları ve Savniye'de, alarmın düzeyini kırmızıya yükselttiler. Savniye önde, gizli servistekiler daha önde, ablukaya aldıkları eylemci, bir an diplomatlardan başını kaldırıp çevresinde olup bitenin ayırtına varınca...
Uzun ve sıkıntılı bekleyişin ardından, elçiliğin yüksek kapısı açıldı ve araba bir kez daha havaalanına doğru direksiyon kırdı. Fakat bir ayırım vardı içindekilerin yüzünde; oldukça ciddi bir ayrım, artık gözlere yansıyordu. Ve bu hava, uçakta da aynen sürecekti.
Uçak, Tiran Uluslar arası havaalanından tekerlek kesip, yönünü Türkiye'ye çevirdiği sırada, Savniye bir yandan yanındaki eylemciyle konuşurken, bir yandan da, elinde tuttuğu eylemcinin pasaportuna bakıyordu... kırmızı pasaportuna! Bu kez, üzerinden geçtikleri Akdeniz ve karşı sahillerin tadını yalnız Savniye çıkartmıyordu; uçaktaki herkes, hatta pilotlar bile, bu tadı yudum-luyorlardı. Uğruna bunca sıkıntıya katlanılan diplomat bile, bu tattan nasibini almıştı. O kadar ki, normal seyrinde konuşmasını sürdürüyor; espriler bile yapıyordu.
Uçak Esenboğa'ya tekerlek koyup, gözlerden uzak bir yere çekilirken, diplomatlar kendilerine ayrılan bir araçla bakanlığın yoluna düştükleri sırada; Savniye ve eylemci diplomat, ambulansla çoktan psikiyatri kliniğinin varmışlardı bile...
Savniye, psikiyatri kliniğinden çıkıp, tahsisli araca binerken; şöyle bir baktı binaya buruk bir yüz anlatımıyla. İçinden bir duygu, buraya artık daha sık geleceğini söylüyordu... tıpkı eskisi gibi.



O. NURİ UÇMANOV

İncirli ... Nisan 08




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Bir Akşam Olanlar


O. Nuri Uçmanov kimdir?

yazarlığı meslek edinmiş bir yönetim danışmanıyım


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © O. Nuri Uçmanov, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.