Sorularla dolu bir kitap... hiçbir zaman eksiksiz olamaz. -Robert Hamilton |
|
||||||||||
|
Zaman herşeyin ilacıdır derler, ne kadar doğrudur. Tartışmasız her şey, istesek de , istemesek de, zihnimize kaydedilip , zamanla üzeri kabuk bağlamış olarak zihin kütüphanesi raflarındaki yerini almaktadır. Hergün çeşitli olaylarla karşılaşıyoruz. Bunların bazıları hoş, nezih olaylar bazıları ise, nahoş, acı verici, üzüntülü olaylardır. Bir olay yaşanır biter. Yaşadığımız olaydan ders çıkarıp, buna benzer olaylara daha farklı tepkiler veririz. Zihnimizdeki hoş olayları hatırlamanın bizi rahatlattığı bir gerçektir. Hoş olayların yarattığı duyguların, bedenimizin salgıladığı hormonlar sayesinde olumlu yönde ; acı, üzüntü verici olayları hatırlamanın ise, gene hormonlar nedeniyle sağlığımız üzerinde olumsuz yönde etkisi olduğu hepimizce malumdur. Bunları hergün yazılı veya görsel basından takip edebiliyoruz. O halde bizde olumsuz duygular uyandıran, bunun sonucunda da bedenimiz ve zihnimiz için zararlı hormonları salgıladığını bile bile, bu olayları hatırlamakta neden ısrar ediyoruz. Ne kadar çabalarsak çabalıyalım zihnimiz olumsuz olayları tekrar ve tekrar canlandırır ; herseferinde olumsuz duygular tüm zihin ve bedenimizi sarmalar, terleriz , içimizi sıkıntı basar, yerimizde duramayız. Ancak, tüm bu üzüntü, acı verici olayların tek ilacı zaman gibi görünüyor. Zamanla, zihin bu olayları herseferinde biraz daha hafiflemiş olarak tekrar , tekrar düşünür. Gittikçe zihnimiz olayı kanıksamaya ; olayın etkileri bizi daha az sarmalamaya başlar. Belli bir süre sonra , zihin, artık bu olayı tekrar etme gereği duymaz ; çünkü artık iyice kanıksanmış ve zihin bir nevi bağışıklık kazanmıştır. Artık bu olay zihnin derinliklerinde kaybolmaya adaydır. Ve sonunda üzeri kabuk bağlıyarak zihnimizin derinliklerinde yerini alır. Arada bir zihnimizin yüzeyine gelse de artık eski etkisi kalmamıştır. Bu olaya KABULLENME diyebiliriz. Kabullenilen bir olay, artık bizim bir parçamızdır ve zihin ve duygularımız bu parçamızla uyum içerisine girmiştir. Tabii geçmesi gereken süre her olay için farklı uzunluktadır. Bu süre kişiden kişiye de değişmektedir. Şu veya bu kadar süre sonra, olay artık bizi kolay kolay rahatsız etmez. Şimdi gelelim asıl konumuza. Bu süreyi nekadar kısaltabilirsek bizim için o kadar iyi olmaz mı her açıdan ? Buna kimsenin itirazı olacağını sanmıyorum. Sürenin kısaltılması, yaşamı daha hoş, daha latif, her bakımdan daha verimli geçirmemizi sağladığı konusunda da hemfikiriz sanırım. Sürenin kısaltılması nasıl başarılacaktır ? İşimizi kaybetmiş, deprem, sel felaketine uğramış, eşimizden boşanmış, paramızı kaybetmiş, anne babamızı, çocuklarımız kaybetmış olabiliriz. Bunların hepsi bir yaşamda uğranılabilecek en kötü olaylardır. Bunlardan sadece bir tanesi bile bizi yıkar. Belki hepsi birden başımıza gelebilir. Yıkılırız ! Yaşamın bir anlamı kalmaz ! Üzüntü ve acı sadece zihnimizi, duygularımızı değil, bedenimizi de kavurur. Kalp krizi , inme geçirebiliriz. Günler, haftalar, aylar, yıllar boyunca bu acı ile yaşamaya çalışırız. Makul bir süre sonunda tüm bu acıları da kanıksarız. Çünkü yaşam devam etmektedir. Herşey taze iken hiç unutulmıyacak gibi gelen her olayın, zaman geçtikçe, artık eskisi kadar acı vermediğini hissetmeye başlarız. İlahi güç en kutsalı , yani yaşamın devamlılığı için bu unutulma olayını gerçekleştirmiştir. Ancak bunu ifade etmekten çekiniriz. Çünkü çevremiz ne der ? Uygulamak çok güç, biliyorum. Neden herşeyi kabullenmiyoruz. Herşeyde bir hayır vardır sözünü eğer ana tema olarak algılarsak, sanırım kabullenmeyi daha kolay gerçekleştirebiliriz. Kabullenmek ilahi güce teslim olmak değilmidir (kabullenmek deyince eğer haksızlığa uğramış isek kabul edip oturalımı kasteımiyoruz tabii ki , bu başka bir konu ). Teslimiyet duygusu, kabullenmek bizi rahatlattığı gibi, unutmak için gerekli süreyi de kısaltır. Burada ince bir nokta var ki oda çevre. Biz kabullenip, unutmaya çabaladıkça çevremiz, gelenek ve göreneklerimiz bize tam tersi davranmaya devam eder ne yazıkki. Çevre, adeta olayı devamlı başımıza kakarak bizim teslimiyet ve kabullenmemizi engellemeye çalışır .Çevrenin bu olgunluk düzeyine gelmesi belki daha nesiller alacaktır. Ölüm olayı, ki en çok üzüldüğümüz bir olaydır. Ancak bunda da şüphelerim var. Açıklamaya çalışayım. İki baba var. Birinin bir evladı , diğer babanın dört eşinden 20 evladı olduğunu varsayalım. Her iki baba da birer evladını kaybediyor. Sizce hangi baba evlat acısını daha çabuk unutur ? 20 evladı olan kişi bazen evlatlarının ismini bile karıştırıp unuttuğu oluyordur. Bunlardan bir evladını kaybetmenin üzüntüsü çok çok kısa sürer kanaatindeyim. Hemen olurmu öyle şey ; her evlat evlattır, aynı derecede sevilir diye itiraz etmeden şöyle bir tarafsızca, sakince düşünün lütfen. Burada 20 evladı olan baba diğer 19 evladı ile olayı çabucak unutabiliyor. O halde ölüm acısı bile subjektif ; yani kişinin konumuna göre değişebiliyor. Demekki ölüm acısı tamamen kişilerin egosunu tatminden başka bir şey değil. Tek çocuğu olan kişinin üzüntüsünün fazlalığının nedeni, yanlızlığı daha fazla hissedecek olması değilmidir? Yani, aslında üzülme, ölen kişi için değil, kişinin kendi yalnızlığına olan üzüntüsüdür. Ölüm olayını doğal bir olay olarak kabullenmek mümkün. Mademki “her canlı ölümü tadacaktır” neden isyan ediyoruz, ağlayıp, sızlanıp, feryat edip ortalığı velveleye veriyoruz. O yetmezmiş gibi adeta canlı yayın yapıyoruz, herkese duyurmak için. Çevreye kendimizi acındırarak acının hafifletileceğini zannediyoruz. Sesizce, nedametle kabullenmiyoruz bu acımızı. Kabullenmek ilahi güce teslim olmak değilmidir. Çevrenin, geleneklerin bizi ilahi güçten kopardığını hala farkedemiyoruz. Halbuki teslim olma duygusunu tam anlamıyla yaşarsak, bu büyük acıyı çok daha kolaylıkla ve kısa sürede aşacağımız kesin değilmi ? O halde yapılacak olan nedir. Ya bulunduğumuz çevreyi terkedeceğiz yada çevreyi umursamıyacağız. Bir diğer seçenek te çevreye yenililip acı çekme, ıstırap süresini uzatacağız. Tercih sizin bu üç seçenekten başka bir seçenek varsa onu uygulayın. Dileğim odurki acı, ıstırap, üzüntüsüz bir yaşam. Ne yaparsak yapalım herşey yolunda gitse de ölüm olayı ile ister istemez karşılaşacağız. Ölüm’ü de doğum gibi olağan karşılamayı öğrendiğimiz zaman (çok zor biliyorum) , ancak o zaman gerçek yaşamı öğreneceğiz sanırım. Tekrar etmekte yarar var “ Her canlı ölümü tadacaksa”, eğer buna inanıyorsak ; bu tatma olayını da kabullenmek zorundayız. Kabullenme acımız hafifletmekle kalmaz aynı zamanda üzerinin daha kolay örtülmesini sağlamaz mı ? Tüm olaylara çevre baskısına aldırmadan bu açıdan bakmaya ne dersiniz ?
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © sedat, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |