Paranız varsa toprak alın. Artık üretmiyorlar. -Mark Twain |
|
||||||||||
|
Artık dayanamıyordu, hem üç gündür ona yazmamaya, hem de onsuzluğa… Onun uğruna giderek daha fazla şey yapmak istemeye devam etti, önce sakinleşmek için sabah kahvesini yaptı, balkona çıkıp kahvesiyle birlikte bir sigara yaktı, heyecandan buz kesmiş ellerini kahvesinin ilk yudumunu alırken ısıttı ve bir mesaj daha yazdı: “Aşkım, seni çok özledim, birazdan evden çıkıp sana geliyorum.” Mesaj her zamanki gibi iletildi, ama yine hiçbir cevap gelmedi. O ise acelesi yüzünden yanan boğazına da, çektikleri yüzünden yanan yüzüne ve yüreğine de aldırmadan kahvesini hemen içti, ciğerlerini bir an önce öldürmek istercesine sigarayı birkaç nefeste içip söndürdü, hiçbir manzarası olmayan balkonundaki sandalyesinden yine ayaklarını seyrederek kalktı, içeri girdi, onun en sevdiği kıyafetleri giyinip evden fırladı. Artık kendisi çok şey beklemese de adımları hâlâ bir şeyler bekliyor olacak sabırsızca hızlıydı. Bu sayede kısa sürede ve pek bir şey düşünemeden Ankaray durağına ulaştı, yüreğinde onda kalmaya gittiği günlerdeki heyecanın artıkları varken treni bekledi, gelen ilk trene binip hafızasına dövme gibi kazınmış o aynı adrese gitti. O aynı apartmanın aynı dairesinin otomatına bastı, ama apartmanın kapısını açan olmadı. Birkaç kez daha denedi, yine olmadı. Neyse ki o sırada apartmana doğru yönelen, elinde süpermarket poşeti tutan orta yaşlı bir kadın belirdi, o poşetlerin ağırlığından mı, yoksa yaşından mı zor yürüdüğünü anlamadığı şekilde apartman kapısının ve onun yanı başına geldi. O utanmıştı, ama kadın nedense gülümsedi, kapıyı anahtarıyla açıp ona yol verdi. Artık kendisini orada öyle yabancı hissediyordu ki teşekkür etmeye bile yüz bulamadı, muhtemelen yanakları kızarmışken bir tebessüm etmekle yetinip içeri girdi, heyecandan düşercesine bir alt kata indi, o aynı zili çaldı. İçeriden kapı zili dışında hiçbir ses gelmiyordu. Oraya gelebilmeye bulduğu yüzün cesaretiyle çalmaya devam etti, yetmedi, bir de telefonla onu aramaya başladı, derinden duyduğu, kendisine tanıdık gelen melodi üzerine zili çalmayı bırakıp dikkat kesildi, kulağını kapıya dayadı, doğru duyuyordu, içeride onun telefonu çalıyordu! Ona dair değil de en azından onu bir kez daha görmeye dair bir umutla kapıyı yumruklamaya başlamıştı ki omzunda hissettiği yabancı bir el onu durdurdu: - Hayırdır beyim, birine mi baktın? Sanki çok kötü bir şey yaparken yakalanmış bir çocuğun kocaman gözleriyle yavaş yavaş arkasına döndü; orta yaşlı, bıyıklı, gösterişsiz kıyafetli bir adam neyse ki ona düşmanca değil, sorduğundaki gibi içten bir merakla bakıyordu. Hemen onun bakışlarından cesaret alıp kekeleyerek “evet” dedi: - Ben burada oturan hanımın eski bir arkadaşıyım da… Ona ulaşamıyordum ne zamandır, onu görmeye gelmiştim… O adam sanki duymak istediği cevabı duymuşçasına gülümsedi: - Haa, anladım beyim. Ben de buranın kapıcısıyım. O hanım kızımız üç gün önce taşındı, nereye gittiğini de söylemedi. Allah günah yazmasın, garip bir hanımdı zaten, kimseyle konuşmazdı, evini olmayacak bir fiyata satılığa çıkardı, kimseye bir şey demeden çekti gitti. Adam konuşurken el hareketleriyle sanki onu o an uğurlamıştı, neyse ki karşısındakini öyle kolay uğurlayacak gibi görünmüyordu. Zaten o da o sözleri duydukça büyüyen gözlerle şaşakalmıştı, ne diyeceğini bilemeyip bir süre ani ve heyecanlı hareketlerle etrafa baktı, soğuktan buz kesmiş elleriyle ateşini düşürmek istercesine elini alnına koydu, sonra sayıklarcasına konuştu: - Ama nasıl olur, ben kendisinin cep telefonunu arıyorum, içeriden telefonunun sesi geliyor? Bu kez kapıcı şaşırmış görünerek onu kibarca itip kapıya bir iki adım daha yaklaştı: - Allah Allah, nasıl olur beyim, bir tekrar ara bakayım hele… Denileni yaptı ve tekrar aradı, evet, hâlâ o tanıdık melodinin sesi içeriden geliyordu. Kulağını kapıya dayayan o kapıcı da o sesi duyuyor muydu, yoksa bu onun alçakça umut veren sanrılarından mı ibaretti, anlamaya çalıştı. Neyse ki kapıcı kulağını kapıdan çekip ona döndü ve yine şaşkınca söylendi: - Hayırdır inşallah, dediğin doğru beyim, içeriden bir ses geliyor valla… Kendisine dair korkuyu ve iyimser umudunu yenince daha dehşetli bir korkuya kapıldı, “yoksa” deyiverdi, ama arkasını getirmeye cesaret edemedi, dehşet içinde bir kapıcıya, bir kapıya baktı, sonra sonunda konuşabildi: - Kapıyı açsak mı abi, anahtar falan var mı? Kapıcı daha sakin görünerek “var beyim var” dedi, sonra onun telaşı yanında iyice batan o aynı sakinlikle cebinden bir anahtar çıkarıp kapıyı açarken anlatmaya başladı: - Hiç anlamadım bu işi zaten beyim, akıl var, mantık var, böyle eski, yıkık dökük bir ev hiç 300,000 liraya satılır mı, bu civarda nerede görülmüş? Fakat söylenenleri duysa da zor algılıyordu o, çünkü içeride karşılaşmaktan korktuğu manzaranın korkunç ihtimaliyle tir tir titriyor, bir sağa bir sola hızla sallanıyordu. Derken kapıcı anlatmaya devam ederken evin kapısı, hemen sağdaki kapı hariç açık olan iç kapılarından bomboş odaları sergileyerek sonunda açıldı: - İşte beyim, ev gördüğün gibi, şu duvarların isine pisliğine, döşemelere bak, çok dedim, dinletemedim, o para buradaki evlerin en az üç katı dedim, kimse almaz, herkes güler dedim, dinletemedim. Zaten dedim ya beyim, Allah günah yazmasın, garip bir kızcağızdı. Oysa ona o ev ne de güzel görünüyordu! Yine bir tepki vermeden onun numarasını tekrar aradı; o tanıdık ses, kapısı kapalı olan odadan, onun yatak odasından geliyordu, hemen var gücüyle kapının koluna asılıp “ne duruyorsun” dercesine, biraz da bağırırcasına konuştu: - Buranın anahtarı var mı sende? Nasıl açacağız bu kapıyı… Kapıcının “yok beyim” demesiyle bir elinde hâlâ arama yaptığı telefon varken geri çekildi, var gücünü topladı, kapıcının sözünü omuz atarak kırdığı kapının gürültüsüyle kesip içeri daldı. Gördüğü manzara karşısında dehşetinden değil, yine şaşkınlığından kalakalmıştı neyse ki… Zamanında beraber kaldıkları o büyükçe odada artık hiçbir eşya yoktu, bir duvarlar tanıdık kalmıştı, o duvarlarda uzaktan okunmayan, onlarca, belki yüzlerce kağıt parçası asılıydı, bir de beraber çektirdikleri o fotoğraflar… Yine de ilk etapta hiçbirisine dikkat etmedi, kapının yanındaki duvarda bulunan prizde şarja bağlı duran, o tanıdık melodinin geldiği o tanıdık cep telefonuna yöneldi, ama döşemenin üzerinde onsuz çalıp duran telefondan da önce, telefonun yanına konmuş, mektup tarzı bir not dikkatini çekmişti, aramayı noktalayıp yere eğildi, notu aldı, duvarlar dışında bomboş odada gezinerek onun o güzel el yazısını okumaya başladı: “Hoş geldin bir tanem, eninde sonunda buraya gelip bu notu bulacağını biliyordum. Zekâna da hep güvendim, cesaretine de, odamızın kapısını kırmış olan gücüne de… Ama ben ne senin kadar zeki olmayı, ne cesur olmayı, ne de güçlü olmayı başarabildim. Belki bilmiyorsun ama ben sana da, kaderime de çoktan yenildim. Bizi mutluluğa taşıyacak çıkar yolu aklımla bulamadım, belki de o yolu bulmaya hiç cesaret edemedim, ya da buna gücüm yetmedi. Eninde sonunda olan oldu, ailemin beni zorla evlendireceği adama sonunda teslim oldum. İşte senin hiçbir mesajına cevap vermememin, hiçbir aramanı yanıtlamamamın asıl nedeni buydu bir tanem… Belki sen hâlâ anlamadın, çünkü asıl sevdiğim o tertemiz kalbinle yine bana kanmışsındır, biliyorum, ama senden kopmamın gerçek nedeni o çocukça bahane değildi, adı üstüne, onu sırf benden uzaklaşasın diye, ya da senden uzaklaşmak için bahane olarak kullandım. Aslında buna da, senden ayrı kalmaya da mecbur kaldım. Sana ne kadar teşekkür etsem az, çünkü bana rağmen beni haftalardır hiçbir gün yalnız bırakmadın, ben de buraya geldiğinde mesajlarını değil sadece okumak, ezberlediğimi sana göstermek için her bir mesajını, her bir cümleni kâğıda döküp duvarlarımıza yapıştırdım. Bir de birbirimizin kıymetini bilmediğimiz günlerden kalma fotoğraflarımızı… Her şeyin bittiği anda sana aslında ne kadar çok değer verdiğimi anla diye bunu yaptım. Ama iş işten geçti bebeğim, ben şimdi bedenen belki yakınlarda, belki çok uzaklardayım, ama ruhum çoktan öldü. Bana uzun süredir ilk defa mesaj atmadığın gün vaktin geldiğini anladım, tüm eşyalarımı sattım, evi de satılığa çıkardım, o nefret ettiğim adamla bir yerlere gittim. Nereye gittiğim önemli değil bir tanem, biliyorum, ben yine senin kalbindeyim, ya da en azından aklındayım. Benim için üzülme diyemeyeceğim, çünkü hep dediğim gibi, ben kendi intiharımı hazırladım, o adamla yaşayacağım koca bir ömre yaydım. Onunla her geçen gün tekrar ölmeye gidiyorum, ya da belki onu öldürmeye, belki de kendimi öldürmeye… Ama her halükarda artık yaşamıyorum, senin sevdiğin bunları yazdığım gün öldü bebeğim. Yine de sana son bir kez söylemek istiyorum, seni hep çok sevdim ve hâlâ çok seviyorum.” Notun sonundaki imzayı da hatırladı, ama gariptir ki gözlerinden damlayan bir damla yaşla bir imza da o attı o kâğıt parçasına… Sonra duvardaki sayısız kâğıt parçalarına yaklaştı, kendisine tanıdık gelen kendi cümlelerini tek tek okudu. Gerçekten de hepsi onun cümleleriydi ve hepsi ona dairdi, ya da mazide kalmış bir “biz”den geriye kalan onlara dair… O cümleleri okudukça, onları yazdığı anları, onları yazdırtan duyguları tekrar yaşadı, ama artık ağlamıyordu. O geveze kapıcıyı bile susturan o odanın görüntüsü onu da, gözlerini de susturmuştu. Artık hiçbir şey görmüyor, konuşmuyor, hissetmiyordu. Tek istediği son bir kez onun kokusunu duyabilmekti, önce elindeki notu, sonra duvardaki kâğıtları, sonra da duvarın kendisini kokladı. Haklıydı, her yer onun gibi kokuyordu, ya da ona hasret benliği her yerde onu kokladığını sanıyordu. Ama daha fazla dayanamadı, bir kendisine, bir duvarlara şaşkın şaşkın bakmakta olan kapıcıya dönüp fısıldadı: - Sağ olun, artık gitmeliyim. Zoraki emlakçılık rolüne soyunmuş kapıcı “iyi ama kapı” diyecek olmuştu ki, o, her şeyi yerli yerinde bıraktığı gibi kapıcıyı da olduğu yerde bıraktı, önce odadan, sonra o evden, sonra da o apartmandan çıktı. Bu gıyabında ziyaret her şeye rağmen yüzünde bir gülümseme bırakmıştı, çünkü belki de aylar sonra ilk kez kokusuna onun kokusunun karıştığını hissediyordu. O oda, o ev, o apartman, belki de o semt ve şehir buram buram o kokuyordu artık. Sarhoştu, alkolden olmadığını bilse de neden olduğunu bilmiyordu. Başı dönüyordu, yürürken sallanıyordu, bir yandan da bindiği Ankaray treni sanki sabit duruyordu da o tanıdık mahalle ondan uzaklaşıyordu, tıpkı onun gibi kopuyordu ondan, ama o yerinde sayıyordu. Aynı hissiyattaydı Ankaray istasyonundan evine yürürken de; sanki o, olduğu yerde duruyordu da dünya hızla dönüp onu ondan uzaklaştırıyordu. Ne de olsa imkânsız aşklarına tüm dünya karşı değil miydi? Onları tüm dünya ayırmamış mıydı? Daha fazla bir şey hissetmedi, düşünemedi, yürüse de uyuşuk kaldı, sonunda evine vardı, ya da evi ona geldi, içeri girdi, üstünü çıkardı, ev kıyafetlerini giydi, her zamanki gibi balkona çıkıp bir sigara yaktı, cep telefonunu eline alıp mesaj kısmına yazdı: “Aşkım, ben eve geldim.”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seyda Kesikoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |