Paul'un Peter hakkında söyledikleri, Peter'den çok Paul'u tanımamızı sağlar -Spinoza |
|
||||||||||
|
Bazı insanlar vardır, yanı başınızda denecek kadar size yakındırlar, ancak onu yeterince tanımadığınızı yıllar sonra anladığınızda, çoğu zaman geç kaldığınızı görürsünüz. Mustafa Erdal’ı tanımam için Küçük Menderes gazetesinin çıkması gerektiğini; onu bir gün gazetenin baş köşesine kurulduğunda anladım. İtiraf etmem gerekirse, önce bu işe bir anlam verememiştim. O güne kadar kendisini, yalnızca bir arzuhalci olarak tanımıştım. Ödemiş’e taşındığımız 1977 yılından bu yana, bu havzada yayınlanan dişe dokunur yerel bir yayın organının olmayışı, bu tanışmayı geciktiren temel etkendi. Ne mutlu ki, bu güzel insanı daha fazla geç kalmadan sizlere tanıtma fırsatını yakaladım. Onu, sizlere elimden geldiği ve kendisinin izin verdiği ölçüler içinde anlatmaya çalışacağım. Bir var...mış... Bir yok ...muş... Belleği zayıf bir toplum olduğumuz söylenir durur. Eğer sahip olduğumuz değerlere ilişkin bilgileri zamanında ve düzenli olarak kayda alabilseydik; bugün yaşadığımız bilgi fukaralığının yarattığı kargaşayı daha az hissedebilirdik. Özellikle soyadı yasası çıkarılmadan önce dünyaya gelen bir çok kişinin tam ve doğru nüfus bilgilerine sahip olmadığı tartışılmaz bir gerçektir. Ödemiş’in eski adıyla Camiikebir, bugünkü adıyla Bengisu Mahallesinde ve şimdiki Kasaphanenin kuzeyinde, dokuz odalı, büyük avlusunda sıra sıra dut ağaçları dikili Beşikçi Şerif oğlu Mehmet Erdal’ın evi vardı. Küçük Mustafa işte bu evde, söylenenlere göre 1929 yılında doğmuş. Yıl ..muş olduğuna göre gün ve ay da ..mış olsa gerek! Küçük Mustafa nüfus cüzdansız, baba tarafından dedesi olan Beşikçi Şerif’in oğlu Mehmet Erdal’ın evinde büyür. Mustafa Erdal’ın doğum yılları, Ödemiş’in Koca Doktoru Mustafa Bengisu’nun Belediye başkanlığı zamanına rastlar. Dr. Bengisu şehrin imarı için ne gerekirse yapmaktadır. Bu arada piyango Beşikçi oğluna da vurur. Belediye evlerini istimlak kararı almıştır. Uzun yıllar, acı tatlı türlü anılarla paylaştıkları bu evden ayrılmak, başta Mustafa’nın anası olmak üzere tüm ev halkını derin üzüntüye boğmuştur. Anası, Koca Doktora ilenmektedir. Ancak küçük Mustafa, şehirde yapılanlara o küçük aklıyla, evdekilerin aksine sevinmektedir. Çünkü Belediye Lüpbey’den fenni su ve elektrik getirmiş, daracık, herkesin birbirinin nefesini dinlediği sokakları açmış, şehir gerçekten modern bir görünüm kazanmıştı. Ancak tüm bu güzellikler, Beşikçi ailesini sevindirmeye yetmiyordu. Aile bir anda evsiz kalmıştı. 1936’daki istimlakin ardından, ailecek Tekke Mahallesinde 3-4 dönümlük incir bahçesindeki yıkık dökük ahır dam bozuntusu eve taşınmak zorunda kalırlar. İki gözden oluşan bu evin bir odasında aile bireyleri, diğerinde ailenin öteki önemli ferdi „Kıroğlan“ eşekleri barınıyordu. Bazan kendini eşekleriyle kıyasladığında, onun kendisinden ne kadar şanslı olduğunu düşünür, hemen ardından Kıroğlan’ın taşıdığı 150-200 kiloluk yükler aklına gelince de, haline şükrederdi. Nüfus Cüzdanıyla Tanışma Yıl 1936. İncirler çoktan sergiye konmuş, küçük Mustafa kendisinden beklenenin üstünde bir gayretle incirleri toplamada gayret göstermiş, babasının övgüsünü hak etmişti. Bir gün babası; „Mustafa, seninle bugün hükümete gideceğiz.“ dediğinde, bir anda içine küçük bir korku düşmüş:“ Ne kusurum var ki, hükümetten çağrılıyorum?“ diye düşüncelere dalmıştı ki, babası konuşmayı sürdürdü: “Artık kocaman çocuk oldun. Senin de okula gitme yaşın geldi. Sana da artık kafa kağıdı almamız gerekiyor.“ Kafa kağıdının ne menem şey olduğunu sorduğunda, babasından doyurucu yanıt alamamıştı. Küçücük dam evinden çıkıp, gözüne dev gibi görünen Hükümet konağına geldiklerinde, ister istemez içine gene bir kuşku düşmüştü. Ya içerde onları alıkoyarlarsa, diye geçiriyordu aklından. Ancak babasının onun ellerine sıkı sıkıya sarılması, onu bu kuşkularından uzaklaştırabilirdi. Dönemin Kaymakamına yakınlığı herkesce bilinen Ödemiş eşrafından Hafız Süleyman Sönmez, büyük iş yapan kişilere özgü bir kurumla, gelen her kişiye yaptığı gibi, nüfus cüzdanını vermeden önce, küçük Mustafa’yı iyice süzüp;“ Demek bizim ufaklık da okula gidecek ha! Gözleri de cin gibi maşallah, inşallah okur da, büyük adam olur.“ diyerek, iltifatlar eder. Sayfalarını heyecanla karıştırsa da, kafa kağıdının ne anlama geldiğini çözmek o gün için olanaksızdır, fakat önemli bir şey olduğu Hafız amcasının sözlerinde saklıdır. Demek büyük adam olmak için bu şey gerekir, diye aklından geçirir ve onu sıkı sıkıya elinde tutar. Zafer İlkokulu Günleri Mustafa’nın nüfus cüzdanını çıkartan babası, ardından onu Zafer İlkokuluna götürür. 1 Eylül 1936’da okulla tanışır Mustafa. Nüfus cüzdanıyla birlikte yeni bir hayat başlamaktadır onun için. Mustafa daha ilk günden itibaren, arkadaşlarından farklı olduğunu, gerek davranışları, gerekse derse olan aşırı ilgisiyle öğretmeni Şefika Barlas’a kanıtlamıştır. İlk 20 gün içinde Mustafa okuma yazmayı sökmüştür. Bu durum okul için gerçekten olağanüstüdür. Öğretmeni onu elinden tutup, gururla tüm sınıfları gezdirir; nasıl okuduğunu tüm öğrencilere kanıtlamaktadır. Okulun diğer öğretmenleri Sadık Yamaç, Kazım Barlas ve müdür Sami Bayındır kendisini öperek, tebrik ederler. Yıllar su gibi akar.. Mustafa artık dördüncü sınıftadır. Her yıl olduğu gibi bu yılda o, sınıfın en çalışkanıdır. Ancak yok yoksulluk onu da derinden etkilemekte, okula nalınla, kimi zaman arkası kesik eski pabuçlarla gelip gitmektedir. Yıl 1938... 10 Kasım, saat 9.05.. Öğretmenler derslere girmemekte, herkes pür dikkat kesilmiş, kulaklar tetikte, Ankara’dan gelecek bir haberin bekleyişi içindeler.. Günler öncesinden Atatürk’ün ağırlaşıp, komaya girdiği duyulmuştur. Bir ara öğretmenleri Şefika Barlas gözleri yaşlı, sınıfa girer: „Çocuklar, Babamız öldü!“ der. Tam o sırada, arkadaşlarından Suzan şaşkınlık içinde sınıftan fırlar ve bir koşuda okulun karşısındaki evlerine gider. Şefika Hanım bu davranışa bir anlam veremez. Kısa bir süre sonra tekrar koşarak sınıfa giren Suzan: „Benim babam ölmemiş öğretmenim!“ diye, sevincini dile getirir. O yıllarda Atatürk’e duyduğu hayranlık ve sevgiyi, onun ansızın gelen ölümünün yarattığı hüzünle pekiştirmek zorunda kalır. Mustafa 5. sınıfa geldiğinde, öğretmenlerinin olmadığı anlarda derslere girip, arkadaşlarına ders vermektedir. O yılın sonunda tüm öğretmenlerinin ortak kararıyla Zafer İlkokulundan pekiyi dereceyle mezun olur. Ancak parlak bir öğrencilik hayatının ardından, yoksulluğun getirdiği hüzün dolu günler başlar onun yaşamında. Acılı Yıllar... Atatürk’ün ölümünün yarattığı şok geçmemiş, millet henüz yas tutmaktaydı. Yıl 1939..Sonbahar tüm hüznüyle kendini hissettirmekte, sarının her tonundaki yapraklar sokakları, yaz yorgunu tarlaları örtmekteydi. Herkes hasadın hesabını kitabını yapmaya, gelecek kışın nasıl geçeceğini tahmin etmeye çalışmaktaydı. Beşikçi ailesinin Ödemiş’teki evlerinin yıkımının ardından taşındıkları bahçedeki incirler henüz meyve verecek durumda değildi. Babası Bademye’de, o dönemin sayfiye yeri kabul edilen Hacı Musa Kuyusu yakınında bir incir bahçesi icarlar. Halkın en büyük zevki, bu mevkide, çukur bir yere inşa edilmiş, zemini toprak, tavansız, çatısındaki bedevrelerin aralıklarından güneş ışığı sızan yaz kahvesinde çay yudumlayıp, haberleri dinlemekti. Kahvenin, bugünkü ölçülerle 37 ekran TV. büyüklüğünde ve birer kiloluk pillerle çalışan bir radyosu vardı. Radyo beş zırıltı yapar, bir ses verirdi. „Harp çıktı, çıkacak!“ sözleri büyük küçük herkesin dilindeydi. Mustafa bu sözleri duyduğunda irkilir, merak dolu gözlerle durumu kavramaya çalışırdı. Babasının Ödemiş’ten gelirken üç kuruşa satın aldığı 28 sayfalık, Hakkı Tarık Us’un gazetesini içercesine okuyor, olanlara bir anlam vermeye çalışıyordu. Bir gün, ülkenin tek radyosu Ankara’dan şöyle bir haber geçildi: günlerden 1 Eylül 1939, saat 20.15, spiker Nurettin Artam:“ Aziz dinleyiciler günün siyasi manzarası şöyle görünüyor; bugün Alman orduları Danzig’e taarruz etti.“ Bu haber kahveye bir bomba etkisi yaptı. Bir anda tüm sesler kesilmiş, dışarıda yalnızca uzaktan geldiği anlaşılan köpek ulumaları duyulmaktaydı. O sırada, babasının yanında çay içmekte olan Mustafa’nın belleğine spikerin sözleri kalın harflerle kazınmıştı. O günkü şaşkınlığını hâlâ hatırında tutabiliyordu. Çünkü o günden itibaren, savaşın bitimine dek sürecek „karne devri“nin başladığı kısa zamanda anlaşılacaktı. Yaşam herkes için olduğu gibi onlar için de her geçen gün zorlaşıyordu. Ev halkının nüfus cüzdanları her gün Belediye mührüyle mühürlenmekte, böylece eve ekmek alınabilmektedir. O günlerde hükümetin elindeki buğday stoklarından Yunanistan’a yollaması, bunun yanında halkın yiyecek arpa bulamayışı, bakla, üstü keneli gibi içi kurtlu börülceyle günlerini geçirişi...Saç üstünde darı unundan yapılan bazlamalar. Yarı aç, yarı tok ve ilaçsız geçen günler. Halkın İnce Hastalık dediği veremden ölümler, sıtmadan tir tir titreyip, kirli yorganlar altında yatılan günler...Halk adeta ha bugün, ha yarın savaşa gireceğiz diye bahis tutuştuğu, Alman bombalarının ensemizde hissedildiği, Alman ordusunun Trakya’ya dayandığı günler...O yılların bıraktığı bu unutulmaz etkiler, herkesin olduğu gibi, Mustafa’nın da mevcut hükümet ve partiye karşı nefret duymasına yol açmıştı. Yeterince ekmek bulamayışın yanı sıra, hükümet savaşta alınan sivil savunma tedbirleri dolayısıyla petrol lambalarıyla aydınlanmaya çalışan halkın lambasını kırmızı kağıtla kapatmaya zorlamaktaydı. Sanki petrol lambası çok ışık çıkarıyormuş gibi! Çoğunun zeytin yağından „çırakma“ yapıp yaktığı; serçe parmağı kalınlığında mumlarla aydınlanılmaya çalışılan yıllar...Halk bölünmüş, kimi koyu Almancı, kimi İngilizi savunmakta bulur çareyi. Gazetecilik Yılları... Bugünkü Vakıflar Bankasının bulunduğu yerde, Yahudi asıllı, İtalyan bir mimar tarafından planları çizilen Merkez Oteli’ni, dönemin zengin Aksekilileri yaptırmıştı. Aynı semtte Yıldız Oteli ve Tayyare parkında bugünkü Çin tarzı T.H.K. binasını da inşa eden bu mimar, bir süre sonra intihar etmişti. Mustafa Erdal’ın babası dayısıyla birlikte Merkez Otelini müstecir olarak çalıştırmaktadır. Yıl 1944... Kendisinden 8-10 yaş büyük Urfalı Burhan Esen’le arkadaş olurlar. İkisinin ortak hobileri vardır. Her ikisi de delicesine okumaya tutkundurlar. Burhan Esen P.T.T.’de memur olarak çalışmasına karşın, basına ve gazeteciliğe büyük ilgi duymaktadır. Mustafa’yı yaşıtlarından farklı kılan yönse, her ne suretle olursa olsun mutlaka her gün az ya da çok bir şeyler okuyor olmasıdır. Bu alışkanlığını, bugün 70 yaşına gelmiş olmasına rağmen büyük bir keyifle sürdürmektedir. Burhan Esen, Mustafa’yı otelde ziyaret eder. Bir süre günün gelişen olaylarından söz ettikten sonra, ansızın Esen;“ Duvar gazetesi çıkaralım mı?“ diye sorar. Bilmez ki, bu soru her ikisinin de kaderini çizen sorudur.. Çini mürekkep, kırık uçlu divit ve kağıt onların matbaasının ilk malzemeleridir. Harıl harıl, büyük bir hevesle hazırladıkları 10-15 örnek sayfayı şehrin uygun yerlerine yapıştırma. Bu, ilk duvar gazetesinin adı da „EFE“ dir. Bir buçuk aylık yoğun bir çalışmanın ardından matbaaya geçilir. O dönemin tek matbaası Faik Arkant’ın yerinde aralıklarla 1947’ye dek Efe yayınını sürdürür. Bu gazetecilik çalışmasının ardından Mustafa Erdal siyasi hareketin içinde bulur kendini. Bu faaliyet 1965 yılına, Ege bölgesinin büyük bölge gazetesi Ege Ekspres’e muhabir olarak girinceye kadar sürer. Buradaki çalışmaları da yoğun bir şekilde, köşe yazıları, röportajlar ve haberlerle, sözün kısası büyük bir koşuşturmayla sürer gider. O dönem Ege’de Ege Ekspres’in popülaritesi, bugünkü Yeni Asır ve Hürriyet’ten çok fazladır. Ege Ekspres birinci hamur kağıda baskı yapar. Bu gazetede eski dilde musahhih yeni dilde düzeltmen dediğimiz, Nazillili Gani Dikmen ile gazetenin genel yayın müdürü Suat Zeki Eryalman onun çok yakın arkadaşlarıdır. Nazilli hakkında bir kitabı da bulunan Gani Dikmen’i, Aydın Beyi için söylenen şu güzel dizelerle rahmetle anıyoruz: „Başını kaşımaya ermezdi eli kelin, Su elin, çeşme elin, tekne kelin.„ 1967 yılında yayın hayatına hazırlanmakta olan Günaydın gazetesi, Mustafa Erdal’ın Ege Ekspres’teki yazılarını ve diğer çalışmalarını izler ve beğenir. Kendisine birlikte çalışma teklif ederler. Ancak Erdal çalıştığı gazeteden ve arkadaşlarından da memnundur. Günaydın gazetesi ısrarla teklifini dördüncü kez mektupla bildirir. Böylece 22 yıl sürecek olan Günaydın macerası başlar. 1970 yılında da, yedi ay „Yeni Ödemiş“ adıyla Ödemiş’te bir gazete çıkartır. Ancak bu çalışması gerek tarımsal faaliyetleri, gerekse diğer gazete çalışmaları nedeniyle sekteye uğramış, gazetenin faaliyetini durdurmak zorunda kalmıştı. 1968’de Küçük Menderes bölgesi kadrolu muhabiri olarak sürdürdüğü aktif gazetecilik yaşamını 1989’da gazetenin Asil Nadir’e satılmasına dek gayretle sürdürdü. Her gün haber peşinde koşar, koşar, koşar... Küçük Menderes’li Günler Elbette okuduğunuz bu yazı, basın emekçisi sayın Mustafa Erdal’ı bütünüyle tanıtmaya yetmez. Prensip olarak insanları sağlığında, gereken ölçülerde tanımada toplum olarak eksikliğini çektiğimiz için, elimi bir önce tutup, bu güzel insanı okurlarımıza tanıtmayı bir meslek onuru olarak görev kabul ettim. Onun bilgi dağarcığından çıkıp, her Küçük Menderes’le bize ulaşan yazıları elbet salt bizim okuyabildiklerimiz değildir. Onun, sırasını ve gününün bekleyen daha nice yazıları daha var! Bu arada beni sevindiren şey; Küçük Menderes’te yayınlanmış olan „Toplu İğne“lerinin kitaplaşmış olmasıdır. Böylece yazılı belleğimize bir yapıt daha kazandırıldı. Ayrıca sevindiğim diğer husus, yaşamında yalnızca ilkokul eğitimi almış bir insanın, eğer isterse neler yapabileceğinin en güzel örneğini bize Mustafa Erdal göstermektedir. İçinde yaşadığımız toplumda maalesef bu örnekleri çoğaltabilecek düzeyde çalışmaları yapamadığımızı görerek üzülmekteyim. Eğitimde önemli bir kaynak ta, canlı kaynaklardır. Bugün, birden çok yüksek okuluyla akademik bir yapıya kavuşmakta olan Ödemiş’te, deyim yerindeyse Kelaynak kuşları gibi nesilleri birer birer tükenmekte olan bu güzide insanları bularak, onlara hak ettikleri değeri verebilmeyi bilmeliyiz. Bir başka yazımda belirttiğim gibi, bir kenti güzelleştiren yalnızca o kentte varolan yapılar değil, onun içinde yaşayan insanlardır. Daha çok çağdaş bir kent yapısına sahip Ödemiş’te yaşamış, eserler vermiş ve bugün ebediyete göçmüş yazar ve şairleri de gün ışığına çıkarmak hepimizin sosyal bir borcu olsa gerek. Bugün Küçük Menderes’in başyazarı olarak, biz gençlere yaşam ve meslek dersi veren Mustafa Erdal, huyu ve meşrebi itibariyle ön plana çıkmak istemiyor olsa da, bu mesleğin getirdiği doğal zorunluluklardan ötürü, bizim için, Küçük Menderes yazanları için bir Burhan Felek’tir. Gençliğinde ufak tefek şiir denemeleri de yapıp, 1950’li yıllarda Ufuk, Olay gibi dergilerde yayınlamış olmasına karşın, bu işi sürdüremeyeceğini anlayıp, yazarlığa yönelmiştir. Çünkü ona göre; „Şair, hisleri ile yoğuran kişidir. O, başka âlemlere gitmesini bilir. Bu, şairlere Allah’ın verdiği ulvî bir yetenektir.“ Sevgili Mustafa Erdal’a, bu yazım vesilesiyle nice sağlıklı, uzun ömürler, kaleminin ise akıcı ve işlek olmasını dilerim... Not: Mustafa Erdal’ı yakından tanımak istiyorsanız, lütfen, www.kucukmenderes.gen.tr sayfasına gidiniz.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © ömer akşahan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |