Dünyaya geldiğinden, dünyada bulunduğundan, dünyadan gideceğinden hoşnut olan bir kimse görmedim. -Namık Kemal |
|
||||||||||
|
Henüz 18 yaşındaydı fakat yüzü gibi vücudu da neredeyse mükemmel bir güzelliğe sahipti. Vücuduna göre biraz uzun ve irice bacakları vardı. Buna rağmen her an kırılacakmış gibi duruyorlardı. Her adımda tembel tembel sağa sola süzülen kalçaları boyuna göre pek irice olmamasına rağmen vücuduna tam uyum sağlıyordu. Karnı bacaklarının bittiği yerden başlayarak vücudunun içine doğru kavis çiziyordu ta ki kaburgalarına kadar. (Onu mayoyla gören biri rahatlıkla kaburgalarını sayabilirdi.) Karnının içeriye doğru kavis çizdiği yerde belide yanlardan inceliyor ve o mükemmel güzelliğini biraz daha narinleştiriyordu. Göğüsleri pek o kadar dikkat çekmeyebilirdi ama içe doğru bükük karnı sayesinde vücudunun en öne çıkan kısmı olmuştu birden. Bu onu biraz daha çekici kılıyordu. Yanaklarından ve kulaklarının arkasından sarkan saçları uyuşuk uyuşuk omuzlarına doğru salınıyordu. Genelde hep sırıtır “Bakın benim gamzem ne güzel.” demek isterdi sanki. Vücudu hep çıtkırıldım bir vaziyette durur üflesen bin parçaya bölünecek hissi verirdi insana. Okul kıyafetleri çekici güzelliğine birazda gizem katıyordu. Geniş tabanlı , siyah , ilk okul çocuklarının giydiği ayakkabılardan giyerdi hep. Beyaz penye çoraplarını dizlerine kadar çeker sonrada diz kapaklarının altına doğru katlayarak (eteğini de belinden birkaç kat içeriye doğru bükerek) bacaklarının göstermek istermişçesine çoraplarıyla eteği arasında geniş bir boşluk bırakırdı ve genelde gömleğinin üst iki düğmesi hiç kapanmazdı. Papyon benzeri şekilde boynuna dolaması gereken kurdeleye daha düğüm bile atılmamıştı. Kurdeleyi gömleğinin yakasının altına sokar kurdelenin uçlarını da yakasından aşağı göğüslerine doğru sarkıtırdı. Bileğindeki nazar boncuklarından oluşan bilekliğin dışında hiç bir şey takmazdı. O bilekliği de büyük ihtimalle güzelliğine nazar değmemesi için takıyordu. Lise son sınıf öğrencisiydi. Güzelliği kadar mükemmel olmasa da kendine yetecek kadar düşünen bir beyni vardı ve kuşkusuz o okulun en güzel kızıydı. O sabahta her zamanki gibi erkenden kalkmış yatağının ayak ucundaki aynanın önünde – kendince dolu dolu - bir buçuk saat geçirmişti. O günde diğer her gün gibi sıradan bir gün olmalıydı okula giderken sokağın ana caddeyle birleştiği yerde onu bekleyen , istemese de okula kadar ona refakat eden , bir grup olacaktı. Tabi oda okulun önüne geldiğinde grubu eli boş göndermemek için onlara göz kırpıp kendini okulun ön kapısından içeri atacaktı. Bahçe kapısından okul binasına kadar olan yaklaşık 40 metrelik yolu , Çanakkale boğazına giren QUEEN Elizabeth’in Amirali gibi , zafer kazanmışlık duygusuyla kat edecekti. Çünkü okulun en güzel kızı olduğunu biliyordu. Bazen bundan nefret etse de çoğunlukla hoşuna giderdi. 40 metrelik yol boyunca okul camından dışarı sarkanlar , okul bahçesindeki ağaçların gölgesine sığınanlar , hafta sonu yapılan futbol maçının tartışmasını yapanlar ( ki genelde hepsi erkek olurdu) bir kaç dakikalığına taş kesilecek hepsi okulun en güzel kızının salınışını seyredecekti. Tabi bunların içine her Perşembe bir çift göz daha eklemek mümkündü. Bu gözler tarih öğretmeninindi. Yaklaşık 35 yaşlarında bekar bir öğretmendi. Her Perşembe okul bahçesinin nöbetçi öğretmeni o olurdu. Bazen okulun en güzel kızını görebilmek için diğer öğretmenlerle anlaşır onların yerinede bahçe nöbeti tutardı. Liseli genç kızlardan hoşlandığını anlamak için medyum olmaya gerek yoktu ve çok iyi biliyordu ki tarih öğretmeni kendisine bir kez dokunabilmek için hiç düşünmeden her şeyini feda edebilirdi. Birden irkildi. Birkaç saniyede kendini toparladı gecenin koyu mavi karanlığında işkence gören bir kadının çığlıklarını duyduğunu sandı bir an. Kafasını boğuk sese doğru yönelttiğinde masanın üstündeki alarmı çalan saati keşfetti. Odasında hayallere dalmış olduğunu birkaç dakika sonra anlayabildi. Saat kendisinindi ve çalan alarm okula gitme vaktinin geldiğin söylüyordu. Aceleci fakat soğuk kanlı tavırlarla siyah , geniş tabanlı ayakkabılarını giydi. Bunları neden giydiğini kendine hiç sormamıştı. Sadece seviyordu. Tıpkı her gün saçını taramayı , belli olmayacak kadar hafif makyaj yapmayı , refakati gruba göz kırpmayı… sevdiği gibi. Apartmanın basamaklarından ağır ağır inerken içinde nedensiz bir boşluk hissetti. Bir şey yapmayı unutmuş gibiydi. Durakladı. “Bilekliğim” diye haykırdı içinden. Sesi beyninde yankılanıyordu. Topukları üzerinde döndü , koşar adımlarla basamakları çıktı. Zaten normalden kısa olan eteğini birazda belinden katladığı için etek uçlarının bel hizasına kadar tırmandığını hissetti. Aynı koşu gösterisini okulda yapsaydı büyük ihtimalle etrafında salyaları akan erkekler olacaktı. Ama o an bunların hiç birini düşünmedi. Tek düşündüğü böle bir aptallığı nasıl yaptığıydı. İki yıldır kolunda o bileklik olmadan bakkala bile gitmemişti. “Uğursuzluk” diye fısıldadı. Evin kapısının önüne geldiğinde soluk alıp verişinin kontrolünden çıktığını anladı. Boğazından çıkan hırıltılar eşliğinde çantasının ön gözündeki anahtarlarını çıkardı. Birkaç saniye içinde evin anahtarını buldu ve evin kapısını araladı. Ayakkabılarını çıkarma ihtiyacı duymadan hızlı adımlarla odasına yöneldi. Her gün başında bir buçuk saat geçirdiği aynanın sağlı sollu komidinlerinin tüm çekmecelerini taradı. Bulamadı. Birden önceki akşamı hatırladı: eve yorgunlukla zor ulaşmış , saatini masanın üzerine fırlatmış , hızlı fakat yorgun adımlarla odasına koşmuştu. Odanın kapısının eşiğinde defterlerini elinden düşürmüş , toplamak için eğildiği sırada bilekliğini çıkarmıştı. Kısa bir duraksamanın ardından kalbi hızlanmaya başladı. İki yıldır her akşam bilekliğini çıkarır aynanın tam önüne koyar sabahları evden çıkmadan (bir refleks gibi farkında bile olmadan) bilekliği kolunda bulurdu. Başını isteksizce aynaya doğru çevirdi. Evet o masum mavi şey orada duruyordu. Tıpkı iki yıl boyunca her gece durduğu gibi. Yerinden kıpırdamamıştı. Peki ama o sabah neden bilekliğini takmayı unutmuştu. Şimdi bunları düşünmeye vakti yoktu okula geç kalıyordu. Koşar adımlarla apartmandan çıktı. Sokağın ana caddeyle kesiştiği yere gelmişti. Ama ortalıkta kimseler yoktu ve en garibi cadde filmlerdeki hayaletli kasabalar gibi sessizdi. Caddenin karşısına geçti ve yoluna devam etti. O an bu zamana kadar hiç hissetmediği ve hiçbir anlam veremediği şeyler hissetti. Hislerine bir ad takamıyordu. Bunun içinde fazla uğraşmadı sessizce yoluna devam etti. Yaklaşık 10 dakika sonra okuldaydı. Alışkanlık olmalı ki bahçe kapısının önünde durdu ve arkasında kimse olmamasına rağmen boşluğa göz kırptı. Okul bahçesi doluydu. En azından günün kalanını eskisi gibi yaşabilecekti. Kapıdan girerken saatine baktı. Dijital saatinin sağ üst köşesinde “22 May 2002 Thru” yazıyordu. Kafasını saatin ekranından kaldırdı hayretle etrafına bakındı. Bugün tarih öğretmeni ortalarda yoktu halbuki her Perşembe kendini kapıda karşılar Sanki herkesten önce o görmek isterdi kendini. Yüzüne tekrar o şaşkın ifade hakim oldu. Belli etmemeye çalışarak bahçe kapısından içeri girdi. Okulun 3. katında camdan sarkan bir çocuk dikkatini çekti. İlk defa camdan sarkan birinin hareket ettiğini görüyordu. Çocuk kendisiyle ilgilenmiyordu. Genelde bahçeye girdiğinde herkes taş kesilirdi ama bu sefer böyle bir şey olmadı. Dikkatini ağaçlara yöneltti. Ağaç gövdelerinin arkasında bi saklanan bi açığa çıkan kafaları fark etti. Onlarda kendisiyle ilgilenmiyordu. Ayrıca hafta sonu yapılan büyük derbinin tartışmasını yapan çocuklarda bir kez bile dönüp bakmamışlardı. Bir an kendini boşlukta hissetti. Sonra o tanımlayamadığı duyguyu tüm hücrelerinde hissetti. Ne olmuştu herkese neden kendisiyle (okulun en güzel kızıyla) ilgilenmiyorlardı. Bunları düşünürken o tanımlayamadığı garip hislerin beynine bir daha çıkmamacasına kazındığını hissetti. Birden olduğu yerde durduğunu fark etti. Daha okula varmasına yaklaşık 20 metre vardı. Tam olarak ne zaman durduğunu bilmiyordu yada neden durduğunu. Etrafına tekrar bakındı. Birden herkesin putlaşmış , okulun bahçe kapısına baktıklarını fark etti. Sanki orada ne olduğunu biliyordu ama bundan emin olmalıydı. Başıyla beraber tüm vücudunu bahçe kapısına doğru yönlendirdi. Evet düşündükleri doğruydu. Okulun bahçe kapısından içeri kusursuz bir güzellik adım atıyordu. O an tek şey düşündü. Kimdi bu? Süt beyaz teniyle kocaman bir pudra varilinin içine düşmüş gibiydi. Yüzüne ilk bakıldığında bembeyaz tenin üstünde dikkat çeken üç şey vardı. İlki simsiyah saçlarıydı. Saçları kulaklarının önünden omuzlarına iniyor oradan da göğüslerinin üstüne kadar süzülüyordu. Öğle güneşinin ışığı simsiyah saçlarından yansıyor saçlarının gece mavisi tonunda gözükmesine neden oluyordu. Yanakları düz ve pürüzsüzdü. Yüzündeki anlamlı sırıtış olmasaydı onun morgdan kaçmış bir hortlak olmadığına inanmamak zor olurdu. Yüzünde dikkati çeken ikinci şey saçlarıyla aynı koyuluktaki gözleriydi. Evet simsiyah gözleri vardı. Diğer dikkati çeken şey ise gözlerinden daha koyu olan kaşlarıydı. Kaşları inceydi ama bembeyaz tenin üzerinde simsiyah renkte olunca hemen dikkat çekiyordu. Yüzü sadece siyah ve beyazdan ibaretti. Bu haliyle siyah-beyaz televizyonlardaki kadın karakterlere benziyordu. Kıyafetleri de bunu doğrulamak istermişçesine siyah ve siyahın tonlarıydı. Siyah İspanyol paça pantolonu , üzerindeki siyah hırka ve hırkanın üzerinden omuzlarının arkasına attığı siyah şalı. Kimdi yada daha doğrusu neydi bu? Dişi kont Drakula’mı bir gerçek vardı ki Drakula olamayacak kadar güzeldi. Kendisindekinin aksine düzgün ve kalça ve göğüsleri vardı. Beli , bacakları ve kolları incecikti. Adeta elmastan yapılmış çok değerli bir heykel gibiydi. Ona bakarken sabahki düşünceler aklını doldurmuştu. Okulun bahçesine girerken kendini QUEEN Elizabeth’in Amiraline benzetmişti. Şimdi bu benzetmenin ne kadar yerinde olduğunu anladı. O koca gemi daha boğazın yarısını bile kat edemeden mayınlara yenik düşmüştü. Dahası o zamana kadar yenilgi yüzü görmeyen Amiral delirmiş ve kendi silahıyla intihar etmişti. “kendi silahınla intihar etmek” evet içinde bulunduğu durumu en iyi bu özetliyordu. Silahı güzellikti ve şimdi aynı silahla mağlup olmuştu. Dişi Kont Drakula’nın (Kontes Drakula) kendisine doğru geldiğini fark etti. Bir an ne yapacağını bilemedi. İstemeden de olsa birkaç adım geriledi. Kimsenin kendisini fark etmediğini biliyordu ama yinede korktuğunu belli etmek istemiyordu. Birden Kontes Drakula’nın omzunun üstündeki bir kıpırtı dikkatini çekti. O an gözlerinin yaşlarla dolu olduğunu fark etti. Gözleri yaşlarla doluydu ve orada ne olduğunu tam olarak göremiyordu. Gözlerini kıstı ve dikkatini topladı. Onlar! Her gün sokakla ana caddenin kesiştiği yerde bekleyen grup. Bugün kendisiyle gelmemişlerdi çünkü yapacak daha önemli bir işleri vardı. Kontes Drakula’yı okula getirmek. Bir an bayılıp yere yığılacağını sandı. Eğer öyle olsaydı kimse bunun farkında bile olmazdı. Tekrar içini o tanımsız duygu kapladı. Bu kez yaşadığı duygu yoğunluğu artmıştı. Bu seferki en şiddetli nöbetti. Caddede karşılaştığından yada okulun bahçe kapısında hissettiğinden daha şiddetliydi. Ama bu sefer bir fark vardı. Bu sefer duyguyu tanımlayabilmiş. Adını koymuştu. Yalnızlık. Evet bunca zamandır yalnızlık sancıları çekiyordu. Bu zamana kadar gittiği her yerde en güzel kız hep kendisiydi. Parmakla gösterilen hep o olurdu. Tüm gözler hep üzerinde olduğundan bu güne kadar hiç yalnızlık çekmemişti. Ama şimdi kendinden daha güzel bir kız vardı ve ona ait olan tüm bakışları çalmıştı. Bu duyguyu ilk yaşadığında neden tanımlayamadığını şimdi daha iyi anlıyordu. Çünkü 18 yıldır ilk defa bu duyguyu hissetmişti. İçinden haykırmak geldi. “iyi ama kime?” diye düşündü. Okuldaki yeni kıza mı? Tarih öğretmenine mi? Yada “kendisine mi?” O an kendine şu soruyu sorma ihtiyacı duydu. “Kimim ben?” Okulun en güzel kızımı? Hayır bugünden sonra değildi. O zaman kimdi. Bir an daha büyük bir dehşete kapıldı. “Adım ne benim?” Evet adını unutmuştu. Daha doğrusu hiç bilmiyordu ki. O hep OKULUN EN GÜZEL KIZI’ydı. Onun başka bir adı yoktu. Ama şimdi biri bu sahip olduğu tek ismi kendisinden çalmıştı. O zaman yeni adı neydi. Yada en eski adı. Aklı çok karışmıştı. Bugüne kadar ne zaman kendinden bahsedilse “okulun en güzel kızı” denmişti. Yaptığı her işi “O” değil de “okulun en güzel kızı” yapmıştı. İyi ama neden diye iç geçirdi. Şimdi nedenini daha iyi anlıyordu. Çünkü kendisi böyle olsun istemişti. Adının söylenmesi yerine “OKULUN EN GÜZEL KIZI” denmesi hoşuna gitmişti. Ama artık okulun en güzel kızı değildi. Artık kendisi bile değildi… Artık merak ettiği tek şey vardı. “Acaba Kontes Drakula’nın adı neydi?”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Fatih, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |