Yedi iklim dört köşeyi dolandım / Meğer dünya her tarafta bir imiş. -Dadaloğlu |
|
||||||||||
|
Ve hikâyeci, sesini karanlığa teslim etti… Gözlerinde mutluluk şarkıları duyduğu dinleyicilerine buğulu bakışlarla baktı, sustu. Her sima zihninde şekil buldu; her kahkaha kulaklarında sesle buluştu; her gülücük kalbinde soldu. Anlattığı mutluluk hikâyeleri içini dağladı; kime, neyi, neden anlatıyordu? Bu insanlar, anlattığı mutluluk hikâyelerini, neden büyük bir açlıkla dinliyordu? Hepsi de, açlıklarını içten bir tebessümün ardına mı saklıyordu? Belki de hikâyeci, hikâyelerini kendine anlatmaya başlamıştı. Kelimelerin ardı gelmedi. Kelimelerde gülen bakışlar Hayalciye kilitlendi. Kuşlar dallardan semalara yükselince, anladılar ki, hikâyeci devam etmeyecek. Hepsi hikâyeciye uydu ve sustu. O an, hikâyeci ile diğerlerinin konuştuğu andı. Konuşma uzadıkça uzadı; konuşma uzadıkça insanlar hayalcinin karşısında çaresiz kaldı. Çaresizlik ardından huzursuzluğu getirdi. Dayanamadı, kanı damarlarında deli akan biri, büyük bir kinle sordu: “Açtığın parlak ufukları, sessizlikle kapatmaya, aydınlanan dünyaları karartmaya ne hakkın var?” Hikâyeci kelimelerin geldiği tarafa yöneldi. Her kelime kurşun niyetine sarf ediliyordu. Bu kurşunları tanıyordu, bu kurşunları atan delikanlıyı da. Kurşunun kullanılmadığı dönemlerde oklarla ulaştırmıştı nefretini hikâyecinin gönlüne, genç bir kadının suretinde… Gözleri buğulandı hikâyecinin. Kalbini hedef alan kurşunlara karşı duramazdı. Yapacak bir şey yoktu. O da hikâyelerinde yaptığı şeyi yaptı, gülümsedi! Artık hikâyeler anlatmıyor, anlattığı bütün hikâyeleri yaşatıyordu. Arkalardan başka bir ses yükseldi. Onu her defasında büyük bir minnetle dinleyen, hikâyeciye her zaman şükranlarını sunan kadın sesin kaynağıydı. Yüzünde minnet adına, iyi niyet adına hiçbir şey kalamamıştı. Senelerin güzelliği neredeydi? “Konuşsana! Niye hayatımıza girdin ve şimdi neden susarak hayatımızdan çıkıyorsun? Hikâyelerinle bizi büyüledin, bizi kendimizden geçirdin. O kadar parlaktı ki her şey tek bir soru soramadık sana. Bize hikâyeleri anlatan kimdi? Şimdi susan kim? Onlar nereden ve neden geldi? Neden hayatımıza girdi? Konuşsana!” Hikâyeci anladı ki, şu an bulunduğu yer, sorular cevapsız kaldığı müddetçe geldiği dünyadan farklıydı. Oysa şimdi… Birçok güzelliğe sahip bu yer, geldiği fakir dünyalardan, karşısında duran bu gösterişli insanlar, geride bıraktığı fukaralardan farksızdı. Zaman ilerledikçe insanların hesaplaşma arzusu artıyordu. Eğer o zamana kadar çekip gitmedilerse, o da alacaklı olduklarına inandıkları içindi. Hiçbirisi alacağını bir başkasına bırakmazdı. Bırakmayacaklardı! “Önünde sonunda insanların gerçek yüzünü görürsün!” dedi hikâyeci kendi kendine. Artık hikâyecinin de sesi ılık değildi. Karşısında kıyafetleri üzerlerinden çalınmış, çırılçıplak insanlar duruyordu. Giysileri olmadan, hepsi ne kadar çirkindi. Ve hiçbiri bu çirkinliğin farkında değildi, hiçbiri gözler önünde duran ayıplarını kapatabilecek bir ağaç yaprağına ihtiyaç duymuyordu. Hikâyeci derin bir nefes aldı ve içi nefretle doldu. Nefret göğsünde şişti, ağırlaştıkça ağırlaştı. Göğsünde ağırlaşan kütle yüreğine dokundu, sol tarafı sızladı. Gözlerini kapattı ve birkaç saniye sonra gözlerini açarken rahatladığını hissetti. Verdiği nefes sevgiye bulaşmıştı… Yapabileceği tek şey vardı: Geçmişte yapılanın aynısı. Zavallı bedeninde şekillenen hayatı, koca dünyada şekillenen tarihi anımsatıyordu. Gülümsedi. Hayat onun için tekrarlardan ibaretti. Nefret dolu bir nefes daha aldı ve hemen ardından nefesi nefretten kurtuldu. Zaten nefret değil, hayal kırıklığı idi havadan aldığı. Hayal kırıklığına ve belki de bir umudun daha tükenmesine edilen isyan… Anlattığı mutluluk hikâyelerini hatırladı, her zaman küçük bir tebessümle başlardı. Yüzünde küçücük bir tebessüm belirdi. Yeni dinleyiciler umutlandılar, zafer şarkıları söylemeye başladılar gizlice… “… her öykünün sonu, bilinmeyen ufuklarda yazılı… Her umut gözyaşlarıyla, boğazda düğümlenen hıçkırıklarla başlar… Yaşanan anlar küçük mutlulukları, geçici yıkıntılarıyla vardır… Sonra Son yaşanır, ellerinde kalanlarla yaşarsın Sonları…" Gözleri maşuklarının üzerinde gezinde bir müddet ve sonra devam etti: “Bir gece yarısı karanlık bir sokaktan geldi, yeşil kırlara. Ne adı vardı ne de geçmişi. İsmi, onların onu çağırdığı sözcüktü; geçmişi onların ona layık gördüğü. Bir ateş başında ısınamazdı, ısınacağı bir evi olmamıştı. Huzur dolu bir uyku uyuyamazdı, yatağına huzur dolduracak biri olmamıştı. Yuvalar, onun için, dallardaki kuşların yuvasıydı, ötesi olamazdı. Hepsinden önemlisi bunları hiç kimse anlayamazdı. Her şey zıddı ile vardı ve o diğerlerinin zıddı idi! Şehirler onun memleketiydi, güneşler onun için doğardı, geceler onun için susardı ve yollar onun için uzardı. Evi, yâri, varlığı, başlangıcı ve sonu yollardı… Uğradığı hanlarda eline bir demet çiçek sıkıştırırlardı. Mutlu olduğu anlar o anlardı. Sonra çiçekleri uzun uzun seyrederdi. Zaman ilerledikçe çiçekler değişirdi, an gelir diken olup çıkıverirlerdi. Atamazdı. Çiçek ya da diken, ne fark ederdi. Onlar değerliydi, onlar vermişti, onların verdiği tek şeydi. Aldıklarından sonra, vermeyi öğrenirler, dikenleri verirlerdi. Sevinirdi Adsız; elindekilerle divane yürürdü. Gönlü susuzluktan yanıp kavrulurdu, bir damla su bulamazdı yollarda. Yine de umutsuzluğu hiç tanımamış, umutsuzluğun anlamını hiç bilmemişti. Her son yeni bir başlangıç demekti, bunu ondan daha iyi kim bilebilirdi! Yeni duraklar eskilerinin hatıralarını saklardı. Her dikeni karşısındakilere sunardı. Sunulanlar dikenliklerinden utanır, insanlara verilirken kahkaha çiçeklerine dönüşürdü. Dikenleri nasıl utandırdığını bir tek kendi bilirdi Hikâyeci. Herkes bilmesi gerekeni bilirdi. Kimse onu bilmezdi…” Hikâyeci durakladı, ilk defa yorulmuştu. Elleri acıyordu. Devam etmedi. Kalabalığın bakışlarına ilk kez aldırmadı. Sessizce kalktı ve kapıya yöneldi. Kapıyı açarken iki damla yaş indi gözlerinden. Bir damlası kapının bir yanına düştü, diğeri soğuktan üşüyen toprakla buluştu. Biliyordu ki, o damladan başka bir şey kalmamıştı içeride ve o damlayı da görmeyeceklerdi. Yorgun değildi, adımları olabildiğince hızlıydı. Fincanlara doğan hilal, gökyüzünde karanlığın bahtını aydınlatıyordu. Gideceği yere pusula karar verdi: Hilali izledi. Düşünecek ne vardı! En iyisi kendini yola teslim etmekti. İyi ki O vardı. Yollar onu O’na ulaştıracaktı. Her şey O’nun adınaydı, her şey O’nun aşkınaydı. O, sonları bilen tek kişiydi. Tek aşkı O, şu an yürümesinin sebebi O, yolları öğreten O, yolların sonunda ulaşacağı O… Huzurun karşılığı O’nu düşünmekti. Gece sakindi, nehir onun zıddı. Durmak istemiyordu, gidilecek çok yer, yürünecek çok yol vardı; ama nehir onu durdurmaya kararlıydı. Sesini coşturdukça coşturdu, her haykırış diğerinden daha kuvvetli yükseldi. “Anlaşıldı!” dedi Yolcu ve durdu. Nehrin söylediklerini anlamaya çalışırken, arkasından soluk soluğa birinin yaklaştığını fark etti. Karanlıkta bir yüz aradı. “Yaşına göre çok hızlısın. Yetişemeyeceğimi düşünmeye başlamıştım.” Zayıf bir kız çocuğu nefes nefese karşısındaydı. Kemikleri çıkmış dizlerini ovalıyordu; yüzünde yorgunluğun verdiği acı okunuyordu. Göğsü rahatlayınca, gövdesine doğru eğdiği başını kaldırdı, sağa sola hareket ettikten sonra, Hikâyeci ile göz göze geldi. Hemen bir tebessüm belirdi yüzünde. Yanakları toplandı, gözleri kayboldu, o kısık parıltı içtenliği anlatıyordu. Kaşları… “Niye sessizce gittin?” Yorgun dizlerini sıcak toprağa değdirdi, Hikâyeci de ona eşlik etti. İşte O… karşısın duran O’ydu. Hikâyeci gözlerini O’ndan ayırmadı. “Bugün ikizlerin doğum günüydü. Onlar için hikâye anlatmanı isteyecektim, bu benim onlara hediyem olacaktı ama beklemedin. Sonra… neden gittiğini merak ettim.” Hikâyecinin yüzüne baktı, cevap vermesini bekliyordu; ama Hikâyeci sularla konuşuyordu. “Bugünkü hikâyelerini neden yarım bıraktın? Yoksa seni küstürdüler mi?” Hikâyeci yüzdüğü sulardan çıktı, yüzünde açan güller küçük kızı buldu. “Hikâyelerim yarım değildi.” Kız omuzlarını silkti ve yüzünde şekillenen masumiyet dünyaları doldurdu: “Yarımdı işte! Ben tamamını dinlemek istiyorum…” Neyi, kime ve nasıl anlatacaktı? Anlatabilse, anlatılacak o kadar çok şey vardı ki, belki de bugüne kadar hiçbir şey anlatmamıştı. Hepsinden önemlisi anlatmasını isteyen bir çocuktu! ‘Çocuklar hikâyeleri ciddiye alır…’ diye düşündü. ‘Hikâyeleri ciddiye alırlar ve hayal kurarlar, sonra hayallerin gerçekleşmesini çok isterler ve gerçekleşmesi için dua ederler. Gün gelir istediklerini istememiş olmayı isterler, ama… hep ‘amalar’ vardır. O… o işte, elindeki hazinenin yeni sahibi. “Hikâyeci cebinden bir topaç çıkardı ve yere bıraktı. Güneş, gölgelerin katili olmuştu. Susadığını fark etti. Güneşin ılıklaştırdığı akarsuya eğildi. ‘Denize atılan şişeler, onları ya bulurlar ya bulmazlar. Belki bir kıyıya ulaşır şişelerin, belki insanlar bulur şişelerini, ama ya açarlar ya açmazlar.’ Şanlısındır, şişelerden biri, bir elde mutluluktan dans eder, ama dansın devamı gelir mi, bilinmez. Umutsuzluğa yer yoktur gönlünde; bilirsin, her şeyin bittiği ana umudun bittiği andır. Bir gün biri doğar; o gün neşelerle doludur. Sen de katılırsın onların neşesine, ama kısa sürer neşen. O zaman hikâyeleri kendine anlatmaya başlarsın, ta ki bir çocuk gelip de hikâyelerindeki hayalleri isteyinceye kadar. İşte o gün senin sesin ona karışır, ellerinde acı hissedersin ve onlar, o sırada, doğdukları günün şerefine kadeh kaldırırlar. Sen son mirası bırakır, arkana bakmadan gidersin, son kez! Beklediğin bir şey yoktu, kaybettiğin bir şey de olmaz. Adın yoktu, geçmişin yoktu, geldiğin yer yoktu; kimse hatırlamaz, kimse anmaz seni ve sen kirlenmeyeceğinden emin bir şekilde gidersin. Gittiğin yer… yolları en kısa olan yer…” Hikâyeci ellerinde acı hissetti, dikenler… çiçekler, ellerinden süzülen damlaların rengini almıştı. “Bir gün gelir, biz kız çocuğu yanında kalmak ister. Gözlerine bakarsın. Ve gözlerin aydınlanır. Ve anlarsın ki, onun da kaşları karadır…” Coşkun bir su sesi yankılandı. Kız suya baktığında Hikâyecinin gözlerini gördü, onun da kaşları karaydı. Her doğum gününde nehir çağladı, herkes Hikâyecinin sesiyle mutlu uykulara dalana kadar… Her doğum gününde Hikâyecinin sesi duyuldu, yeni bir hikâye başlayana kadar…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2025 | © Ayşegül Doğrucan, 2025
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |