Öyle yaşamalısın ki ölünce mezarcı bile üzülsün. -Mark Twain |
|
||||||||||
|
Bu eski malikâneyi satın alırken yüreğimde büyük bir coşkuyla birlikte aklımda bin bir türlü plan vardı. Köylülerin dillerinde dolaşan ruh hikâyelerine de doğal olarak kulak asmamıştım. Şimdiyse burada, bu karanlık odada öylece tıkılıp kaldım işte. Korkudan tir tir titriyorum. Bulduğum günlüğü karıştırırken bir ipucu arıyorum. Kurtulmak için… Ondan… Vakti zamanında Ruth’a hayatı zindan etmiş bu adamın ruhu şimdi de benim peşimde. Her yerde resimleri hâlâ asılı olduğuna göre, Ruth ereğine ulaşamamış, yenilen olmuş, belli. Peki ya ben? Günahım neydi? Nasıl çıkacağım bu odadan? Resminin olmadığı tek odayı buldum ve yerleştim ama bu odada geçen birkaç saatten sonra ortalığı karıştırdığımda dehşet bir manzarayla karşılaştım. Oymalı ahşap sandığın içi ve dolabın üst rafı yığın yığın kemik doluydu. İnsan ve hayvan kemiğini ayırabilecek bilimsel vasıflardan yoksunum belki ama benim yöntemim de işe yaradı. Tüm kemikleri döküp önüme, yapboz misali yerleştirdim doğru yerlerine. Bilin bakalım ne çıktı! Tam yedi adet insan bedeni… Onlar da aynı şeyi yapmış olmalılar, resmin olmadığı tek odaya kaçmış… Ama işte ölümden kurtulamamışlar. Peki nasıl öldüler. Günlüğe tekrar bakmalı. ../../…. Öldün. İnanamıyorum. Sen yoksun! ../../…. Senden kurtulamadım değil mi! Ölümün, hırçın yağmurların kurak toprakları işgaline benzer bir ferahlık vermişti bana oysa. Tedirgin edici, iğne iğne batan, bir yara gibi incecik cızırdayan varlığından kurtulduğumu sanmıştım. Sadece ben mi? Tüm aile bireyleri ağlayacağım diye iyice zorlanmış, birkaç damla gözyaşı dökebilmek için ne de çabalamıştı. Başarabilenlerse, bu birkaç damlanın sevincine kapılmıştı da; gözlerindeki -dini yayınlardaki hızlandırılmış çiçek açışlarını anımsatan- gülümsemelerinin farkına dahi varmamıştı. Kepazelikti konu komşuya karşı. Biliyorduk. Bir cenazenin içten içe fokurdayan, bastırılmaya çalışılan ama yüreklerin orasından burasından istemsiz pörtleyiveren, atılamamış sevinç çığlıkları barındırması. ../../…. Ölümünün üzerinden dokuz gün geçti. Bugün, cenazedeki şekerlemeli havayı unutturabilmek gayretiyle, evdeki her odaya bir adet resmini astık. Bunu, kendimizi el âleme karşı aklamak için olduğu kadar, senin otoritenden kurtulmayı beceremediğimiz için de yaptık. Belki biraz da suçluluk hissi… Suçlu olacak yanımız yok; kazaydı beyninin löp löp dağılması akabinde ağdalı bir sıvının duvarlarımızı boyaması. Ama yine de birini kanlar içinde görüp de yüreğinin, pespembe ve akışkan bir şerbet kıvamında tatlı tatlı kaynaması, insanı biraz da olsa suçlu kılıyor işte. ../../…. Bugün tam üç ay oldu. Ölümünle gelen sevinç dalgası kursaklarımızda çakıl taşları gibi dizi dizi sıralandı. Bizi nefessiz kıldı. Çünkü ölümün, etkini silmek bir yana korkularımızı arttırarak – malum ruh hikâyeleri vs.- pekiştirdi. Ölümsüzlük? Böyle bir şey mi? Öyle ki, senden sonra düzen milimetrik şaşmalar dahi göstermedi. Kimse senin koyduğun bir kuralı bozup da yenisini koymaya cesaret edemedi. Günlük işler teklemeden ve tıpatıp sürüyor. Konuşulan konular dahi aynı. (Ölümünü hiç konuşmuyoruz – ölmemişsin gibi.) Hepimiz, sınırları kalın puntolarla çizilmiş hayatlarımıza devam ediyoruz. Tek bir çıkıntı, taşkınlık yok; ya da şöyle parlaklığıyla akıllara durgunluk veren bir huzme süzülemiyor o kalın surları aşıp da. Hizmetçi kadın tüm işlerini önceden belirlenmiş düzende yapıyor. Hâlbuki ben beş çayından sonra büyük salonda oturup nakış işlemek istiyorum. Akşam altıyı sen belirlemiştin, salonun toz alma saati olarak. Hepimiz odalarımıza çekilirdik o saatte - tabii misafirimiz yoksa. ../../…. Bugün, bir şeycik demeye cesaret edemeden, saat altıda salonda oturdum. Bu sessiz bir isyandı. Hizmetçi kadının öyle bir bakışı vardı ki… Sanılır, seni pek sever. Hepimiz gibi o da nefret ederdi hâlbuki senden. Korkuyor hâlâ, belli – bedeninin çürüme süreci yağmur yüklü bulutlar gibi ağır ve kasvetli otoriteni hafifletemedi. Gözleri dehşete bürümüş, cesim cesim açıldı. Hatta ağzını dahi açtı da, cesaret edip kelam edecek sandım. Son anda farkına vardı yaptığının, kapattı kara dudaklarını. Ama gözleri o korkunç bakışına devam etti. Elimdekini bırakıp sinirli hareketlerle yerimden kalktım, odama attım kendimi. Ama senden kaçış yok… İşte resmin… ../../…. Sen her yerdesin. Ruhunun bir delik bulup göklerden süzüldüğüne eminim. İzlendiğimizi biliyorum. Her şeyi gördün. Ardında bıraktığın rahatlama gayretindeki güruhtan yakınıp yakınıp da, kafasını şişirdin belki göksel meleklerin. Olur ya, dilekçeler verdin, şikâyetlerde bulundun. Moru ala, alı sarıya harmanlayıp denizin mavisine kan kırmızısı katıp karıştırdın oraları. Kavgalar ettin sakin mi sakin. (Hep sakindin. Ve bu hâlinle sinir bozucuydun.) Zamansız ölümünün bir şekilde telafisini istedin. Daha genç sayılırdın – ölmek için. (Bana sorarsan çokça geçkindi ruhun – yaşamak için.) Hem arkanda bıraktıkların ne yapardı sensiz. Bizi düşündün, ha?! Kinci ve inatçıydın da. Bir konuda seni reddetmek, hayat boyu sürecek bir belaya bulaşmak demekti. Oradakiler de anlamış olmalılar bunu. Onların durumu daha da vahim - sonsuz bela. Senden kurtulmak için de -işte bize hiç mi hiç acımadan- ruhunun sızıp yeryüzünde dolanmasına izin vermiş olmalılar. (Anlaşılmaz diyemem bu kötücül tutumları.) ../../…. O resimlerin ta kendisi olduğunu biliyorum. Göz hapsindeyim ya, gözlerim hapiste. Hep yerlerde sürünüyor bakışlarım. Senin olman gerekirdi ama işte ben bir hayalet oldum; başı hep öne eğik, evin içinde dolanıp duran bir ruhtan farkım kalmadı. Ne zaman kaldırsam kafamı pembe yanakların, kararlı dik duruşun ve kara bakan gözlerinle karşılaşıyorum çünkü. Odamda bile rahat değilim. Soyunamaz-giyinemez oldum; bakışlarından kaçmak için her seferinde banyoya gidiyorum. Hatta uyumaktan dahi korkuyorum. Savunmasız yakalanmaktan sana… Bu satırlar aracılığıyla onunla iletişim kurduğu hissine kapıldım. Resminin karşısına geçip de açıkça söyleyemediklerini, günlüğüne yazmış. Okuması için… Buradan sonra yavrucağız artık ciddi ciddi meydan okumaya başlamış. ../../…. Hep böyle gitmezdi. Senden kurtulmamız gerekiyordu. Bir daha ölemeyeceğine göre; bugün bir dizi emir verdim:- salonun tozu sabahtan – sekizle dokuz arası alınacak; çamaşırcı kadın perşembeleri değil, salıları gelecek bundan sonra; Ulrich uzaktaki köylü pazarından değil, yakınımızdaki semt pazarından yapacak alışverişi. (Bu değişikliklerin hiçbir geçerli ve yararlı sebebinin olmadığının farkındayım, ama böyle olacak. Sadece, değişecek.) Bunlar daha başlangıç, biliyorsun. İzlerken kahrolmak mı istiyorsun? Peki, izle öyleyse… İyi izle de yüzün kızarsın; yanaklarının pembesi katmer katmer çoğalsın. Çıkardım gömleğimi. Aynanın karşısında, ölümünün hemen ardından kestirdiğim saçlarımı tarıyorum. (Belime kadar uzanan kızıl saçlarımı ne kadar sevdiğini bildiğimden, hemen kestirdim onları. Sen, iplik iplik saçlarıma sinmiştin de sanki, kesip atıvermek istedim.) Sana bakmakta zorlanıyorum ama - utanıyorum hâlâ. Aslında olanca rahatlığımla, saçlarımı sakin mi sakin taramak, bakışlarımı kaygısız, rastlantısal olarak herhangi bir yere sabitleyebilmeyi istiyorum. Hatta bir ıslık bile tutturmak… Sen öldüğüne göre, sadece bir resim olduğuna göre çekinecek bir şey yok, diye düşünebilmek istiyorum. Şimdilik yapamıyorum. Aynaya baksam seni göreceğim, hemen arkamdasın, biliyorum. İzlediğini beni… Sakınımlı hareketlerimizin son bulmak üzere olduğunu anlatmak için sana, bunu yapmam gerekiyordu, biliyorsun. Beni bu şekilde izlemek, pembe uçlu küçük memelerimi, adalesiz düz sırtımı görmek ağır geldi değil mi? Direniyor musun? Demek blöf yaptığımı sanıyorsun. Göstereceğim sana ama gözlerim bir türlü tutturamıyor aynayı; hep sola sola, aydınlığa kaçıyor. Toplamaya çalışıyorum bakışlarımı, olmuyor. Çıplakken seninle göz göze gelemiyorum şu an için. Ama bir gün, o da olacak. Biliyorsun. İzle ve kahrol. Sonra da defol! Biçare Ruth meydan okumuş. Ama işte olmamış. Blöfü görmüş kinci ruh. Her yerde hâlâ resimleri asılı. Sadece bu odadakini kaldırabilmişler sanırım. Ve belki bu hareket ölümlerini getirmiş. Nasıl öldüklerine dair bir ipucu yok günlükte. Acaba, şimdi bana olduğu gibi, dışarıda korkunç fırtınaları anımsatan sesler varken, dışarı çıkmaya cesaret edemediler mi? Benim gibi… Ben… Olar gibi… Onlar…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Nergiz Şimşek, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |