En bilge insanlar bile arasıra bir iki zırvadan hoşlanırlar. -Roald Dahl |
|
||||||||||
|
Çok eskilerde, uçsuz bucaksız Ormon ülkesinin başkenti olan Şalimar'da kral Hermentos bütün halkını bir araya toplayıp uzun bir konuşma yapmaya başlamış; - Ey sevgili halkım. Eski kralınız yani babam öldüğünden bu yana sizleri yönetmekteyim. Sanıyorum ki iyi bir yöneticiyim, hiç şikayet ettiğinizi görmedim, duymadım. Hiç isyan ettiğinize tanık olmadım. Sizlerin refahı ve mutluluğu için elimden geleni yaptım veya yaptığımı sanıyorum. Fakat ben öldükten sonra sizin kralınız olacak büyük oğlum yöneticilikden hiç anlamamakta, aklı fikri hep dağların taşların resmini yapmakta. Ortanca oğlum ise eylenceyi çok seven birisi. Küçük oğlum ise hem akıllı, hem becerikli. İnanıyorum ki ileride iyi bir yönetici olacaktır ama daha çok küçük. - Büyük oğlum Termon kral olduğunda, sanıyorumki sokaklar resimlerle, heykellerle dolacaktır. Hazinedeki bütün parayı sanata harcayacaktır, para kalmayıncada ağır vergilere sizi mahkum edecektir ve her şey sanat için diyecektir. - Ortanca oğlum Zermon kral olduğunda ise; her günü eylenmekle geçirecektir. Sizleri unutup sadece kendini düşünecektir. Yine büyük oğlum gibi hazine boşalınca ağır vergilere sizi mahkum edecektir ve dünyaya kaç kere geliyor insan deyip eylenmeye devam edecektir. - Küçük oğlum Cermon ise; of off daha çok küçük. -Ey halkım, ey Şalimar halkı, size tavsiyem beni üzmeyin, küçük oğlum büyüyene kadar ölmemem için dua edin. Deyip üzgün bir şekilde halkının şaşkın bakışları arasında, halkına seslendiği sarayın muhateşem görkemli balkonundan ağır ağır adımlarla içeri girer. Yanındakilere hiç bir şey demeden odasının önüne kadar yürür, kapının tam önünde durup yardımcılarına; -Biraz dinleneceğim. Sakın rahatsız etmeyin. Dedikten sonra, kapıyı yavaşca açıp içeri girer ve yine yavaşça kapıyı kapatır. Yavaş adımlarla düşüne düşüne yatağına doğru ilerlerken halkına yaptığı hizmetler gelir aklına ve yaptıklarının nasıl yok olacağını düşününce gözlerinden bir kaç damla yaş gelerek yatağına uzanır. -Tanrım, ne günah işledim, ne hata yaptımda bana bu iki hayırsız evladı verdin'der. Yaşlı bedeni daha fazla üzüntüyü kaldıramayıp gözleri yavaşca kapanıp derin bir uykuya dalar. Halkı ise duyduklarına çok üzülmüş bir şekilde sarayın bahçesinden yavaş yavaş ayrılıyorlardı. Hepsinin aklında başlarına gelecek talihsiz olaylar vardı. Hepsi küçük kralın biran önce büyümesini ve babası gibi iyi bir yönetici olmasını istiyorlardı. Bu düşünceler içinde her kes evlerine işlerine geri döndüler. Babasının bu konuşmasını duyan Termon çok öfkelenir. Krallık kendi hakkı olmasına rağmen babası ne demek istemişti, küçük kardeşimi kral olacaktı yoksa, babası küçük kardeşinimi kral olarak seçecekti yoksa, kafasında yüzlerce soru dolaşır Termon'un. Resim yapmanın nesi yanlıştı bir türlü bir anlam veremiyordu. Resim insana huzur mutluluk verirdi, sanatın nesi yanlıştı kral olmak için. Küçük kardeşi için akıllı ve becerikli demişti, kendiside becerikliydi, aklından bir şüphesimi vardı babasının acaba. Aklı çok karışmıştı Termon'un. Doluya koyar taşar, boşa koyar almaz. Aklı ermemişti bu işe bir kere ne yapsa işe yaramıyordu. Zermon'un ise umrunda değildi krallık. Zaten abisinin di krallık. Yüz yıllarca böyle olmamışmıydı zaten. Her zaman büyük çocuk kral olurdu. Onun için önemli bir şey değildi. Fakat babasının kızdığını anladığından, artık gizli gizli eylenmeye devam etmeye karar verdi. Cermon is daha 10 yaşında bir çocuktu. Babasının konuşmasından pek bir şey anlamadığı açıktı. Fakat abisi Termon'un neden kendisine ters davrandığını anlayabilecek kadarda büyüktü. Yaşlı kral Hermentos uzun bir uykudan uyanduktan sonra. -Urmon'un geleceği için bir şeyler yapmalı. Evet yapmalı, diyerek mırıldanmaya başladı kendi kendine. Ne yapsa da hem halkını hem çocuklarını mutlu edebilse. Düşündü düşündü fakat bir sonuca ulaşamamanın verdiği huzursuzlukla yatağından kalktı. Sarayın büyük bahçesine bakan pencereden dışarısını izlemeye başladı. Herkes işlerini yapıyordu her günkü gibi. Neredeyse güneş batacaktı. Sanki güneş dağların arkasında batmıyormuş da, dağlar sanki güneşin önünde yükseliyormuş gibi görünüyordu. Güneş dağların arkasında kaybolduğunda, dağların arkasından yayılan güneş ışıkları gökyüzünde belli belirsiz ışık demetleri oluşturuyorken dağların diplerinden başlayım bütün ovayı siyah bir karanlık ele geçiriyordu. Bu durum ne kadarda çok benziyordu halkının yaşayacağı duruma. Tek fark sabah olunca yeniden güneş doğacaktı her yer aydınlanacaktı. Gecenin karanlığı nasıl güneşin batışıyla nasıl bütün Şalimar’ı esir aldıysa, sabahın güneşi de bütün Şalimar’ı gecenin karanlığının tutsaklığından kurtaracaktı. Bu düşünceler içindeyken kapının çalışıyla irkilir. Kapıdaki baş danışmanı ve en iyi dostu Bersilis di, kapının arkasından. -Kralım akşam yemeği hazır, salona gelmek istemezseniz odanıza getireyim. - İyi olur Bersilis. Hiç keyfim yok. - Peki efendim hemen getiriyorum. Akşamın ilk karanlığı ile sarayın şamdanları yakılmaya başladı. Sıra kral Hermentos’un odasına gelmişti fakat içeri girmeye korkuyorlardı hizmetçiler. Kral kapı aralığından gelen ışığı fark edince durumu anlar, kapıyı açıp odasının da aydınlanmasını sağlar. Bu durumu az önce düşündüklerinle karşılaştırır. Dünyayı güneş aydınladır ama odasını bu şamdanlar. İşin tuhaf taradı aydınlanmak için hizmetçilerinin yardımına ihtiyacı vardır. Düşünsenize kos koca kral Hermentos bir kere bile şamdan yakmamıştı nasıl yakacağını da bilmezdi. Fakat aydınlanmak için hizmetçilerine ihtiyacı vardı. Belki kendide yapabilirdi ama yıllardır geceleri hep bu kişiler aydınlatmıştı. Çoğu zaman kendi odasını koridorları, sarayın en karanlık yerlerini hep bu insanlar aydınlığa kavuşturmuşlardı. Bu durum kendisine çok ilginç gelmişti. Aynı şekilde onu eğiten insanlarda onun hizmetçileriydi. Onu eğiten, onu aydınlığa kavuşturan bu insanlar nasıl olurda ondan daha alt bir seviyede olabilirlerdi. Bu tam bir çelişki değimliydi. Bu kuralları kim koymuştu. Kendisinin hiçbir özelliği yoktu, oda her kes gibi bir anne ve bir babanın çocuğuydu. Onu üstün kılan neydi acaba. Neden kralların çocukları kral olurdu bu kanunu kim koymuştu, hiçbir yerde böyle bir kanun okumamıştı. Kanunlarında da böyle bir madde yoktu zaten. Aslında bir kanunları bile yoktu, kendisi ne isterse o olurdu. Sözü kanundu, kral ne derse o olurdu. Nasıl olurda bunları daha önce düşünmemişti hiç, neden yıllardır bu soruları kendine hiç sormamıştı. Düşündükçe düşünüyor bunun sonu gelmiyordu. Kapı çalınıp yemeği gelene kadar böyle düşünüp durdu. Yemeği gümüş tepsiler içinde masasına hazırlanırken aklına bu kez de bu insanların yıllardır kendine yemek yaptıkları, karnını doyurdukları gelir. Neden ne uğruna benim kral doğduğum gibi onlarda bu işimi yapmak için doğmuşlardı acaba, onlarında mı babaları acaba aşçı, hizmetçiydi. Heyecanla. - Baksana evladım. Senin baban ne iş yapardı? Diye soruverdi. İçerdekiler şaşkın bakışlarla bir birlerine bakışıp durumu anlamaya çalışıyorlardı. Çünkü kral kendileri ile hiç konuşmazdı. Yoksa servisimi beyenmemişti. Bir kusurlarımı vardı acaba. Genç hizmetli titreyerek ve kekeleyerek. - Bahçivandı kralım. Bunu duyan kralın biraz morali bozulmuştu ama hemen öbür hizmetçiye dönerek. - senin baban ne iş yapardı? - Atlara bakar kralım. - Ya sen kızım, senin annen ne iş yapar? - Çamaşırcı kralım. Kralın morali oldukca bozulmuştu oysa ilk soruyu sorduğunda ne kadarda mutluydu. Hayatı boyunca nasıl olurda yalanlar üzerine yaşamıştı. Oysaki o her zaman bir insanın babası ne ise oğlu da o olur diye öğrenmiş. Bütün hayatıda bu temele dayalı olarak geçmişti. Hayatı çok katlı bir bina gibi en alttan zemin kattan göçerek teker teker bütün katlar onun üstüne iniyordu. Ezilmişti. Her şey yalanlar üzerine kurulmuştu. Bütün bir hayatı yalanmış meğerse. Ne kadar da üzücü bir durumdu bu. Yemeği boğzundan geçmiyordu bir türlü. Kendisinin kral olmasının tek kanunu babası kraldı. Peki bu insanlar neden babalarının yaptıkları işleri yapmıyorlardı. Bu sadece krallara özgü bir şeymiydi, hayır bu olamazdı. Krallarda herkes gibi bir insandı. Onlarda etten ve kemiklerden oluşuyordu. Onlarında canı yanardı. Onlarda, evet onlarda her şeyden önce insandı. Neden onların diğer insanlardan daha üstün olduklarını bir türlü anlıyamıyordu. İşin tersi bunca yıldır nasıl olurda bu sorularının cevabını kendine verebilecek kadar bilgili değildi. Oysaki kendisi ona öğretmenlik yapan hocalarında daha bilgili ve daha zekiydi. O her şeyi bilen bir kraldı, nasıl olurda bu sorular cevapsız kalabilirdi. O bir kraldı. Krallar her şeyi bilirdi. Yoksa budamı koca bir yalandı. Yalan, her şey yalanmış hayatında. Ona öğretilen her şeyin yalan olduğu gerçeği ne kadar da acıydı. Bu icini ne kadarda acıtıyordu. Artık yemek bir tat vermemeye başlamıştı kral Hermentos’a. Masadan kalkıp yatağına doğru sessizce ilerlerken Bersilis. - Kralım başka bir şey arzu edermisiniz? - Hayır Bersilis, düşünmek istiyorum, rahatsız etmeyin. Yatağına uzanıp yeniden düşünmeye başlar. O kadar rahatsız olmuşturki hayatının yalanlar üzerine kurulmasından, bu yalanların bir önce hayatından koparıp atması gerekiyordu. Yeniden hayatını ta temelden inşa etmeliydi. Teker teker bütün katları hızlı hızlı doğrunun üzerine sağlam bir şekilde kurmalıydıki bir daha yıkılmamalıydı. Oysaki iyi bir yöneticiydi. İyi bir kral. Acaba onunda kral olmasını onları yönetmesini halkı acaba istemişlermiydi. Ne kadar tuhaf kral Hermentos krallığından bile şüphe eder olmuştu. Aklındaki en önemli soru neden kral olmuştu, sonra neden halkı onun her dediğini yapmak zorundaydı, neden Ormon’un her karış toprağı onundu, bu topraklar üzerinde yaşayan her canlı neden ona itaat etmek zorunda idi. Krallık ne demekti ve gücünü kimden almaktaydı. Doğru olan neydi. Bunlar hiçde gözünde doğru gözüküyordu. Her ne kadar iyi bir hükümdarda olsa halkı onu istiyormuydu acaba, ya hizmetcileri, ona hizmet etmek istiyorlarmıydı. Yoksa onlarda benim gibi kandırılmışlarmıydı. Sen hizmetcisin hizmet edersin, sen demircisin sen demir eğersin mi denilmiş onlara. Neden halkı kendi istediklerini yapamıyorlar benim gibi, bir kral gibi. Neden özgürce istediklerini yapamıyorlar. Oysaki topraklarındaki kuşlar özgürce ucabiliyordu, kuşlarda kralın değimliydi. Kelebekler, böcekler, yabani hayvanlar her istediklerini yapabiliyordu. Otlar, ağaçlarda, çiçekler onundu, acaba çiçeklere bu bahar açmayın dese açmayacaklarmıydı. Bunu düşünme bile gülünçtü. “Demek ki kral Hermentos her şey senin değilmiş, her şey sana itaat etmiyormuş” diyiverdi kendi kendine. Peki halkım onlardamı benim değil acaba, onlara para vermedim, bir yerden satın almadım, tersine onlardan her sene vergi alırım. Ben doğurmadım, ben yaratmadım nasıl olurda onlar benim kölem olurlar, benim için çalışırlar, bana hizmet ederler. Bu nasıl olur, bir insan bir insana nasıl olurda kulluk eder. Buna mecbur eden şey nedir? Bu kadar zor bir soruydu. Saatlerce düşündü kral Hermentos. Ne mecburiyeti vardır bu halkın neden kendisinin her dediğini yapmak zorunda idiler. Acaba askerlerindenmi korkuyorlardı. Olamazdı askerlerde halkının içinden insanlar değimliydi zaten. Evet askerleride halkının bir bölümüydü sadece. Olsa olsa onlarda onlara söylenen yalanlara inanmış olabilirlerdi. Gördüklerini yapan insanlardı. Bir papağan gibi duyduklarını tekrarlıyorlardı sadece. Aynı kendisi gibi. Evet bir papağan gibi ne gördülerse, ne duydularsa onu tekrarlıyorlardı sadece. Bu doğru değildi. Hemde hiç doğru değildi. Kendisi kral olmasına rağmen kocaman bir ülkeye sahip olmasına rağmen, bu topraklarda yaşayan her şeyin tek sahibi olmasına rağmen, heybetli kral Hermentos bile özgür değilmiş. “ben bile bana söylenenleri yapmışım bu yaşıma kadar” diye söylendi kendi kendine. Ne kadar acıydı özgürlüklerin dağıtıcısı, özgürlerin özgürü kral Hermentos bile özgür değilmiş meğerse. Hallerini beyenmediği oğulları bile kendisinden daha özgürlermiş. İstedikleri şeyleri özgürce yapabiliyorlar. Şimdi bir demirci olmak istese olabilirmiydi, ya bir şair, ya bir ressam, hayır o kral olacaktı mecburdu. Çünkü kralın oğluydu ve kral oldu. Diğer insanlar ise mesleklerini, yapmak istedikleri işleri seçebilirdu. Bu ne kadar güzel bir şeydi ne kadar özgürce yapılan bir şeydi seçebilmek. Özgürsen seçebilirsin. Seçemiyorsan özgür değilsin demekti. Seçebilmek elinde olsaydı kral Hermentos’un ne olmak isterdi bilinmez ama ona seçtirilen hayat yaşamak istediği hayat değildi. Ömründen koca bir parçanın gitmiş olması bile hala bir şeylerin değiştirilemeyeceği anlamını taşımıyordu onun için. Ormon’nun kralı olarak bir şeyleri değiştirebileceği inancı vardı. Beklide krallığını son defa kullanarak bu durumu değiştirmek için bir şeyler yapmayı düşündüğü açıktı. Peki ne yapabilirdi ki. Ne yapıp da özgürlüğüne kavuşabilirdi. Halkını nasıl özgür, hür ve bağımsız yapabilirdi. Ülkesi bağımsızlık için çok mücadele vermişti. Yıllarca süren şavaşlardan zaferle çıkmıştı. Fakat bu özgürlük başka ülkelere karşı kazanılmış bir zaferdi. Ülkesinde ise halkı maalesef özgür değildi tıpkı kendisi gibi. Kendisinin hiçbir seçme hakkı olmamıştı, halkının da tabi. Bütün halkı, kendisi artık yapmak istediklerini yapabilmeliydi. Özgür, hür iradeleriyle neyi nasıl yapmak istediklerine karar verebilmeliydi. Yüz yıllardır böyle gelmiş böyle gider düşüncesi artık son bulmalıydı. İlerleme, gelişmede böyle olabilirdi ancak, yoksa yine aynı hatalara düşülecek, aynı sorunlar teker teker tekrar yaşanacak. Bu gidişe bir dur diyebilecek tek kişide kendisiydi. Lakin tek başınada sonuç almak imkansızdı, özgürlük her kesin olacağından halkından da büyük bir destek alması gerekiryordu. İşte bu çok zor bir işti. Kendisi bile bu gerçeği kaç yaşında anlamıştı, büyük bilgi ve tecrübelerine rağmen. Halkına öyle bir anlatmalıydı ki herkes anlasın, yalanlar içinde yaşamaktan kurtulsun, özgür ve hür olsun. Çabucak olacak bir iş değildi bu, iyice düşünüp öyle bir plan yapmalıydı ki her kes onu anlasın. Bu fikir kral hermentos’u çok neşelendirmişti. Üzüntüden ayakta duramayan, boğazından bir yudum yemek geçmeyen adam şimdi neredeyse şarkılar söyleyip dans edecek duruma gelmişti. Neşesini tarif edece bir kelime bulmak çok güçtü. Vaktin nasıl geçtiğini anlayamamıştı, sanki az önce dağların ardına gizlenen güneş, nasıl olurda Şalimar’ın uçsuz bucaksız ovasından tekrar doğmaya çalışıyordu. Nasılda zaman bir çırpıda akıp gitmişti. Daha önce hiç bu kadar güzel bir gün doğumu izlememişti. Sanki güneş onun için bir başka doğuyordu bu gün. Doğu penceresinin önüne bir sandalye alıp oturdu ve başladı güneşi izlemeye. İlk önce dağların tepeleri aydınlanmaya başlamıştı. Sonra yavaş yavaş aşağıya doğru inmeye başlamıştı güneşin ışıkları. Dağlar aydınlandıkça, güneşte sanki toprağı yarıp yukarı çıkar gibi ovanın gözüken en son noktasından hızla yükseliyordu. Fakat güneş bambaşka bir renkteydi, kırmızıya yakın bir renkle, insanın gözlerini almayan bir şekilde doğuyordu, aynı sonbaharda bazı günler güneşin batışı gibiydi. Kocamandı ama gündüz aydınlattığı kadar aydınlatamıyordu. Bu ilginç bir şeydi. Nasıl olurdu hem daha büyük ama daha az aydınlatıyordu. Şaşkın şaşkın bu olayı hem izleyip hem düşünmeye başladı. Fazlada uzun sürmedi, hemen kendine hayatına bağladı konuyu, büyük olmak her zaman iyi olmak değildi, kendide kral olarak halkına her şeyi verdiğini, iyi işler yaptığını, iyi bir yönetici olduğunu sanıyordu ama aslında hiçbir şey yapmamış olduğunun farkına varmıştı. Önemli olan ne mevki, ne makam, önemli olan yaptığın iş, verdiğin hizmet olmalıydı. Büyüklük veya küçüklük asla bir ölçü olmamalıydı. Yapılan iş hakkını almalıydı her zaman. İşte gerçek ölçü bu olmalıydı, emek. Verilen emek karşılığını almalıydı her zaman. Bersilis’de bütün gece uyuyamamıştı. Kralının üzüntüsü onu da çok üzmüştü. Saat ilerleyince erkende olsa kralının merak ettiğinden kontrol etmek için odasından çıkıp hızlı adımlarla kralının odasına doğru ilerler. Kapının önüne gelince hiç tereddüt etmeden kapıyı hızlı hızlı çalıp, - Kralım uyandınız mı? - Gel Bersilis, içeri gir. Bersilis kralının neşeli sesini duyunca şaşırmış kalmıştır. Beklide yıllardır. Kralının bu kadar neşeli olduğunu ne görmüştü nede duymuştu. Hemen içeri girip ne olduğunu öğrenmek ister. İçeri girip kapıyı örtmesiyle beraber kral Hermentos, - Bir sandalye alıp yanıma gel Bersilis. - Hemen geliyorum kralım. - Neden bu kadar erken kalktın Bersilis? - Gerçeği isterseniz kralım bütün gece uyuyamadım. Kral Hermentos Bersilis’in yüzüne bakarak hafifce gülümseyerek. - Biliyormusun Bersilis bende bütün gece uyumadım ama sana uykusuzluk hiç yaramamış. Çok dertli duruyorsun Bersilis bir sorunun mu var yoksa? Kralın gülümseyen yüzünü gören Bersilis, hüzünlü halinden mutlu haline geçivermişti bir çırpıda. Kralının sorusuna bütün güler yüzlülüğüyle. - Evet kralım bir sorunun vardı. Ama şimdi yok. - Neden Bersilis? - Benim için çok değerli bir şey vardı. Birkaç gündür onu bulamıyordum. Kaybettiğimi sanmıştım ama az önce kralım nerede olduğunu hatırladım. - Bu kadar değerli olan şey nedir Bersilis? - Sizsiniz kralım. - Benmiyim? - Evet sizsiniz kralım sizin gülümsediğini görmek beni bütün üzüntülerimden, bütün dertlerimden kurtardı kralım. Kral Hermentos bu sözlerin üzerine başka ne diyebilirdi ki. Bersilis’e dönüp sıkıca sarılıp. - Artık her şey bitecek. Her şey çok güzel olacak Bersilis. Gelecek güzel günlerin en güzel günü bu gündür, çünkü bu gün gelecek güzel günlerin habercisi ve ilk günüdür. Çok yakında her şey değişecek Bersilis. Tek sorunumuz var artık bunu nasıl değiştireceğiz. Bunun yolunu nasıl bulacağız. Senden tek bir isteğim var Bersilis? - Emredin kralım. - Emretmiyorum Bersilis, normal bir insan gibi bunu senden istiyorum. - Nasıl olur efendim. - Olur Bersilis neden olmasın bende senin gibi bir insan değimliyim, senin gibi yaşlanmıyormuyum, senin gibi yemek yiyip, su içip, nefes almıyormuyum? - Ama kralım. - Sus Bersilis krallık artık bitti. Senden sadece ne olursa olsun bu günkü gibi her zaman yanımda olmanı istiyorum. - Peki kralım. Her zaman yanınızdayım. Her zaman her yerde bütün kalbimle, bütün gücüm ve kudretimle sizinleyim kralım. - Hadi Bersilis şimdi şöle bahçede güzel bir kahvaltı yapalım ne dersin? - Emredersiniz kralım. Ben önden gidip hazırlatayım. Bersilis neler olduğunu anlayamamıştı ama kralının bu kadar mutlu görmek onu da çok mutlu etmişti. Kuşlar gibi uçarak kapıdan çıkıp merdivenlerden koşar adımlarla inip mutfaktakilere gerekli talimatları vermişdi. Sonra bahçeye çıkıp masanın yanında kralını beklemeye başladı. Beklerkende neler olduğunu düşünmeye çalışıyordu. Ne olmuştuda kralı bu kadar neşeliydi. Acaba nasıl bir şey bulmuştu bütün sorunları yok edecek. Çok merak ediyordu. Ama kralınada güveni tamdı. Kralı her zaman doğru kararlar alırdı, hatta hiç yanıldığını bile görmemişti. Yinede kralının sözleri Bersilis’in kafasında yüzlerce soru işaretine yol açmıştı. Neden kralı ona bu kadar yakın davranmıştı, bu alışılmış bir durum değildi. Neden krallık bitti demişti artık demişti. Bersilis’in sevinci kursağında kalmıştı sanki. Neden kralı böyle şeyler söylemişti acaba. Neler olup bitiyordu, hiçbir fikri yoktu. Çok iyi bilirdi ki bilgisizlik ne olursa olsun her durumda, her olayda insanı hata yapmaya sevk ederdi. Birden sanki kötü bir kabus görüp korkuyla uyanır gibi irkildi. En iyi seçeneğin kralının aklından geçenleri öğrenmek olduğunun farkına vardı. Kendine ne kadar soru sorsada, aklına ne kadar ihtimal gelsede tek bir doğru vardı oda kralının aklından geçenler. Tahmin etmek başka kapıları açmaktan başka bir işe yaramayacaktı. Kafasındaki bütün düşünceleri bir kenara bırakıp sessizce kralının gelmesini bekler. Hizmetçiler yavaş yavaş masayı hazırlamaya başlamışlardı bile. Onlarda şaşkındı. Kral çok uzun bir zamandır bahçede kahvaltı yapmamıştı çünkü. Bahçede kahvaltıyı sadece çok mutlu ve neşeli olduğu zamanlar yapardı. Fakat kralları uzun zamandır mutsuz ve hüzünlüydü. Bu değişikliği sebebini bütün saray halkı merak etmeye başlamışdı. Kralın bahçede kahvaltı yapacağı haberi bütün saray halkına büyük bir süratle kulaktan kulağa yayılmıştı bile. Sarayın her yerinde iki kişi bir yere gelse kral bahçede kahvaltı yapacakmış, oysa dün adam üzüntüden konuşmasını bile tamamlayamamıştı, diye fısıldıyorlardı bir birlerine. En çokta bu olaya kralın danışmanları şaşırmıştı. Bütün saray halkı bunun sebebini merakla bekliyordu. Fakat üç kişi vardı ki onlar ise bu işe hiçbir anlam verememişti. Kralın üç oğlu neler oluyor acaba, nedir bu neşenin kaynağı diye düşünüyorlardı. Birde babalarının dünkü konuşması akıllarına gelince kendilerine bu neşeden endişe çıkartmakda çok başarılı bir halleri vardı. Büyük oğlu Termon kendisinin kral olmasını istemeyen babasının, kesinlikle kendisin kral olmaması için bir çare bulduğunu düşünüyordu. Kesinlikle başka bir şey olamazdı başka ne kralı bu kadar sevindirebilirdi ki. Akşam yemeğine bile çıkmayan adam nasıl olurda bu kadar sevinçli ve neşeli olabilirdi başka taktirde. Krallık bir kere onun hakkıydı. Kesin küçük kardeşi Cermon’un kral olması için bir yol bulmuştu. Çünkü Zermon’un da kral olmasını istemiyordu. Bu akıl alır bir şey değildi. Yüz yıllardır kralın büyük oğlu kral olurdu. Bundan başka gerçek varmıydı ki, hayır yoktu. Kendisi nasıl kral olmuştu sanki. Oda bu şekilde olmuştu. En büyük olduğundan kral olmuştu. Bunun için bir şeyler yapmalıydı eğer babasına engel olmasa krallık elden gidecekti. Bir ressam zekasıyla ilk önce ne çizeceğine karar vermeliydi, yani ilk önce babasının ne düşündüğünü, bu işi nasıl yapacağını bilmeliydi ondan sonrası kolaydı. Çünkü çizemeyeceği bir şey yoktu. Gördüğü her şeyi çizen iyi bir ressamdı kendisi. Zermon ise her ne kadar bu duruma endişelense de hiç umrunda değildi. Çünkü bu durum sadece ona yarayacaktı. Abisi Termon kesinlikle bir şeyler yapacaktı. Cermon’a kesinlikle krallığı bırakmayacağından emindi. Bu uğurda her şeyi göze alacağı kesindi. Her ne olursu olsun krallığa en yakın aday kendisi olacaktı. Termon‘un taht kavgasına girmesi, ya Cermon’u saf dışı bırakacak, ya kendini, yada her ikisinide saf dışı bırakacaktı. Belki bu kavga babasını bile ortadan kaldıracakdı. Her ne olursa olsun kendisi krallığa bir adım daha yaklaşacaktı. Durum böyle olunca onun için yapması gereken bir şey yoktu. En iyi seçenek durup beklemek ve hiçbir şeye karışmamaktı. Avlanmak en eğlendiği şeydi ve avcılıktan öğrendiği bir kural vardı, av aramaktansa, avın geçtiği yere pusu kurmak en iyisidir. Oda pususunu kurup ona krallığın en yakın olduğu zamanı ve yeri beklemenin en iyisi olduğunu düşünerek uzun bir zamanda olsa beklemeye karar verir. Cermon ise akıllı ve zeki bir çocuk olduğundan, durumu kavramakta çek kalmaz fakat yapacağı bir şey yoktur on yaşındaki bir çocuğun. Karşı koyacak durumu yoktur. Direnecek, savaşacak gücü yoktur. Saray eğitmenleri de zaten küçük prensi uyarmakta geç kalmazlar ama Cermon her şeyin farkındadır zaten. Eğitmenler Cermon’a her seferinde zaten büyük abisi Termon’un krallığı konusunda birkaç kelime söylerlerdi. Bu böyle diğilmiydi zaten. Büyük çocuk her zaman kral olurdu. Peki neden babası bunu istemiyordu. Bu hep böylşe olmamaışmıydı. Kural buydu. Yoksa Cermon bazı şeyleri bilmiyormuydu. Karalığın nasıl yönetildiğini nasıl tahta çıkacağı her zaman ona öğretilmişti. Cocukca her halde babama öğretmemişler diye içinden hep böyle geçirirdi. Abisinden korkuyordu zaten. Abisi kendisini sevmediği gibi bir gün bir kötülük yapacağından da emindi. Onun için mümkün olduğu kadar abisine görünmemeğe çalışıyordu. Onu gördüğünde yolunu değiştiryordu. Cermon babasının sevincinden, üzüntüsünden çok kendisi için endişeleniyordu. Herkes kendi çıkarları, kendi menfaatleri için düşünüyor ve ona göre adımlar planlıyordu. Beklide koca sarayda tek bir kişi her kes için iyi şeyler düşünüyordu. Hepsini aynı sevgiyle seviyor, hepsine aynı özeni gösteriyordu. Anneleri için hepsi birdi, hepsini aynı severdi, ne bir eksik ne bir fazla. Onun için biri diğerinden daha üstün değildi. Onun gözünde hepsinin yeri aynıydı. Birinin canı yansa onunda yanardı. Birine keder bürüse onuda kederlendirirdi. O da biliyordu bu durumun nasıl kötüye gitmek üzere olduğunu fakat yapacak bir şeyi yoktu çocuklarına sevgisini vermekten başka. Bu durumdan en çok küçük oğlu Cermon’un etkileneceğini iyi biliyordu ve bu durumdan uzaklaştırmak en iyi çözümdü ona göre. Burada kaldığı sürece muhakkak başına bir gelecekti. Onun başına bir şey gelmeden buralardan uzaklaştırmalıydı. En iyi çözümün başka bir yere gitmesiydi. Sonbahar gelmişti, kışın gelişi de yakın en iyisi bunu bahane ederek daha güneyde bulunan İntakar’a gitmek olduğunu, ama bu bahane tek başına işe yaramazdı. Cocuğunun iyiliği için bir şey bulmalıydı. Kocası kesinlikle hayır diyememeliydi. Buda olsa olsa sağlığı ile ilgili bir şey olmalıydı. İlk önce Cermon’la konuşmalıydı bu konuyu sonrada sarayın hekimbaşısıyla. Kraliçe kendisi için özel olarak yaptırılmış Şalimar’ın en güzel binasında çocuklarıyla birlikte kalırdı. Buranın kralıda oydu. Burasını 7 yılda bir çok mimar çalışarak yapmışlardı. Dünyanın en güzel yeriydi burası. Etrafı gül bahçeleriyle çevrilmiş bir parfüm kutusuydu sanki. Rüzgar her zaman başka bir gülün kokusunu getirirdi insanın burnuna. Renk renk, çeşit çeşit çiçeklerde bu güllerin aralarına serpiştirilmişti. Görsel güzelliğinin, güzel kokusunun yanında insana huzur veren bir özelliğe de sahipti burası. Huzur vermesine huzur veriyordu ama kraliçe huzurlu olamıyordu. Küçük oğlu için çok endişeleniyordu. Aklından geçenleri uygulamak için hizmetçilerinden birini çağırıp Cermon’un yanına gelmesini söyledi. Fazla geçmeden Cermon annesinin yanına gelmişti. Hemen konuya girip bu işi bitirmek istiyordu kraliçe. Oğlunu mümkün olan en kısa zamanda buradan uzaklaştırması gerekiryordu. - Kapıyı ört ve yanıma gel Cermon. - Ne oldu anne. - Bak oğlum ben seni çok seviyorum ve senin başına bir şey gelmesini istemiyorum. Bu yüzden buradan gitmeliyiz. - Nereye gidebilirim ki anne. - Ben her şeyi düşündüm oğlum, intakar’a gideceğiz. - Ama nasıl? Babam izin vermez ki. - Sen sadece hasta olacaksın oğlum gerisi kolay. Ben her şeyi düşündüm. - İnsan durup dururken hasta olmaz ki. - Ben annen olabilirim, ama ormon’un kraliçesi olduğumu unutuyorsun sanırım. annen istemiyor hasta olmanı, kraliçe istiyor. - Siz nasıl istersiniz kraliçem. Sözleri biter bitmez bir birlerine bakarak gülüşmeye başlarlar. Sonrada bir birlerine sıkı sıkı sarılıp ağlarlar. Bu iki duyguda içlerinden gelmişti fakat gülmeleri ağlamalarından çok az sürmüştü. - Şimdi duyduklarını unut ve derslerine devam et. Ben her şeyi ayarlayacağım. Kimseye sakın bir şey söylemeyesin, bunuda sakın unutmayasın. Hasta olduğunda korkma oldumu canım. - Peki anne. Ama nasıl? - Şimdilik bunu sen bilme tamam mı? - Bunu annem mi ? yoksa kraliçe mi istiyor? - Tabi ki kraliçe. Cermon yüzünde gülümseme, aklında soru işaretleriyle derslerinin başına geri dönmek üzereydi ki Termon önüne çıkıvermişti. Birden küçük yüreğine korku düşüvermişti. Kalp atışları hızlanmış, eli ayağına karışmıştı küçük Cermon’un. Onun için zaman durmuştu sanki. Hele abisinin Cermon’a bakışları onu bir buzun güneşte yavaş yavaş eritip buharlaştırması gibi yok ediyordu sanki. Termon’un nefret dolu bakışları küçümseme bakışlarına dönüp, gidene kadar bu duylar içinde kalan Cermon derin oh çekerek yoluna devam etmek ister fakat ayakları onu götürmemekte ısrar eder. Bu durum annesinin planın ne kadar gerekli ve yerinde bir karar olduğunu düşünüp kafasındaki bütün soru işaretleri dağılır. Kraliçe hiç vakit kaybetmeden sarayın hekim başını huzuruna çağırır. Aklında sinsice bir plan olduğu açık fakat ne yapacağına da tam olarak karar vermemiş olması onu da endişelendiriyordu. Hekim başı gelene kadar odada bir oyana bir bu yana dolaşıp durdu. Hekim başı geldiğinde kapıyı kapatıp oturmasını söyledi. Bir süre sessiz kalan kraliçe. - Söyle bakalım hekim başı. Ben kimim? - Ormon’un kraliçesisiniz efendim. - Doğru söylüyorsun. Ben kraliçeyim ve dediklerim yapmasan veya söyleyeceklerimi başkalarına söylersen başına neler geleceğini de biliyorsundur o zaman. - Kraliçemizin sözleri emirdir efendim. - O zaman kulaklarını aç ve iyi dinle. Cermon’un hastalanmasını istiyorum. Krala bu hastalığın tek çaresinin olduğunu. Bu çaresinin de sıcak bir yerde kalarak geçeceğini söyleyeceksin. Şimdi bana bunu nasıl yapacağını anlat hekim başı. - Kraliçem bu nasıl olur. - Sana ne dediğimi anlamadın her halde. Sana kraliçe olarak emrediyorum. - Peki efendim. Zararsız bir zehirle hasta olmasını sağlayabilirim. Fakat bu zehiri hazırlamak için Şalimar’ın dağlardan bazı bitkiler toplamalıyım. Bitkileri topladıktan sonra birkaç gün içinde bu zehiri yapabilirim. - Ne gerekiyorsa yap. Kaybedecek vaktimiz yok derhal yola çık. En kısa zamanda bu işi bitir. Yoksa ne olacağını akıllı bir adam olarak biliyorsun. - Emredersiniz kraliçem. - Şimdi gidebilirsin. - Peki efendim. - Son olarak akıllı biri olarak, bir annenin çocuklarını korumak için neler yapabileceğini de bilirsin değimli? Hekim başı kafasını sallayarak kraliçenin ne kadar ciddi olduğunu anladığını ifade ederek odadan ayrıldı. Kraliçe ise hedefine bir adım daha yaklaşmanın verdiği bir keyif içerisine girmişti fakat tek korktuğu bu planı başka birinin duymasıydı. Eğer kral bunu duyarsa hiç de iyi olmayacak. Yaptığı her şey boşuna gideceği gibi her şeyide içinden çıkılması imkansız bir duruma itecekti. Endişesi keyfini kaçırmıştı. Yapacakda başka bir şey yoktu beklemekten başka. Daha dün çocukları beraber oyunlar oynuyordu sanki. Ne çabukta büyümüşlerdi. Ne zaman birbirlerine düşman oldulardı. Bunun sebebi sadece kralın sözleri ve davranışlarıydı aslında kraliçeye göre. Başka bir sebebi olamazdı bundan başka. Her zaman çocuklarına uzak durup, soğuk yaklaşmıştı kral. Cermon’a ise her zaman yakın davranmıştı. Onunla özenle ilgilenmişti. Bu ilgide abilerinin öfkesine neden olmuştu. Bütün olanların tek suçlusu kraldı kraliçeye göre. Kral ise keyifli bir sabah kahvaltısı yapıyordu. Sarayında olan bitenden habersiz. Onun tek bir amacı vardı, sarayında yaşayanların da hepsinin başka başka amaçları vardı halkının olduğu gibi. Yaşayan her şeyin, aslında canlı cansız bütün varlıkların bir amacı vardı. Amacı olmayan hiçbir şey yoktu. Zaten amacı olmayanın, dünyada var olması, olmamasından bir farkı olamazdı. Kral düşüncelerini bir kenara bırakmış kahvaltının güzelliğine, damağının tadına dalmıştı ki birden gözüne masanın üzerindeki bir tabak takılır. İçinde bir parça petekli bal vardır. Peteğin üzerindeki gözeneklerin hepsi aynıydı. Hiç biri farklı değildi. Biri diğerinin kopyasıydı sanki. İçleri balla doldurulmuş sonra üzerleri özenle kapatılmıştı. Kim bilir kaç tane arı ne kadar zaman uğraşmıştı bunu yapmak için. Ne kadar emek harcanmıştı. Ne kadar zorlanılmıştı kim bilir. Yılmadan vazgeçmeden ısrarla her sene balları alınsada, yine aynı işi her yıl yaparlardı bu arılar. Bütün yılın emeği birkaç dakikada ellerinden alınıveriyordu. Ama dedi kendi kendine, benim emeğimi kimse alamayacak, kurduğum düzeni kimse bozamayacak. Bu gün kahvaltımı süsleyen bu balı yapan arılara sözüm olsun. Herkes dünyaya ölmek için gelir, önemli olan dünyaya verdiğin emeğin sonsuza kadar yaşamasıdır. Bersilis ilk defa kralının isteği üzerine kralla birlikte kralın masasında kahvaltı yapıyordu. Şaşkınlığı her gecen dakika daha çok artıyordu. Hele kralın arada kendisi ile şakalaşması görülmüş şey değildi. Ne olmuştu da bir gecede bu kadar çok şey değişmişti, olanlara bir anlam katamıyordu, anlayamıyordu. Bir ara kralının sağlığından bile endişelenmişti. Artık merakını gizlemekte zorlanıyordu. Kendinle ne kadar mücadele etsede kralın ona karşı yakınlaşmasının verdi rahatlıkla. - Kralım size bir şey sorabilirmiyim. - Sor Bersilis. - Efendim ne olduda bu kadar neşelisiniz. Sizi bu kadar neşelendiren şeyin ne olduğunu sorabilirmiyim izninizle. - Tabi ki sorarsın. Ama bir cevap alamazsın. Çünkü daha bende bilmiyorum, daha doğrusu adını koymadım daha bunun. - Nasıl bir şey bu kralım. Yenilir mi, içilir mi, elle tutulur, gözle görülür bir şeymidir efendim. - Hiç biri değil Bersilis. Bu sadece yaşanır diyelim şimdilik. Bunun hakkında çok konuşacağız seninle. Beklide seninle birlikte adını koyarız nedersin? - Aman efendim, ne haddimize bizim sizinle birlikte isim koymak, ben sizin aciz bir kulunuzum sadece. Kral yüzünde güller açmış gibi Bersilis’e gülümseyip içinden; Ah Bersilis bir gün sende, benden bir farkın olmadığını anlarsın inşallah. Yoksa işim çok zor, diye geçirip. - Bir seferden bir şey olmaz Bersilis. Bu gün kraliçenin yanına gideceğiz. Akşam da orada kalacağım. Sen hazırlıkları yaparken bende biraz bahçede dolaşmak istiyorum. - Emredersiniz. Sarayın kocaman bir bahçesi vardı. Kraliçenin ki gibi çiçek dolu değildi belki ama burada da her çeşit meyva ağacı vardı. Ortasında küçük bir göl vardı. Gölde yüzen kuğular, ördekler vardı. Renk renk çiçeklerin yerine gölde yüzen renga renk balıklar vardı. Güllerin kokusu yoktu belki ama balıkların sudan sıçradıkları zaman gölde oluşan dalgaları izlemek de insana büyük bir zevk veriyordu. Ne kadar güzel olurdu o dalgaları izlemek. Bir noktadan başlar sonra büyüyerek bütün göle yayılırdı. Acaba aklındakilerde büyüyerek bütün halkına yayılabilecekmiydi. Kendisi gibi düşünenler çoğalıp bütün ülkeye sahip çıkacakmıydı ama sonu bu dalgalar gibi olmamalıydı karaya çarptığında yok olmamalıydı. Yada başka dalgalarla çarpıştığında parçalanmamalıydı. Buda bir dersti kral Hermentos’a. Şu bir aç günde nede çok ders çıkartmıştı kendine olaylardan. Sanki periler diyarından bir peri gelmişte sihirli değneğini kendine değdirmişti. Eskiden göremediği, bakıpda göremediği her şeyi görebiliyordu. Artık her şeyi anlıyordu sanki. Uçan kuşlarla bile konuşabilecek gibi hissediyordu kendini. “Evet” dedi kendi kendine “perinin sihirliği değneği değdi, şimdi bütün Ormon’da sıra.” Kral Hermentos gölün kenarına oturup gölün ışıltılı güzelliğini seyretmeye dalmış, dünyanın derdinden tasasında bir an uzaklaşmıştı. Hazırlıkların bittiğini söylemek için kralının yanına gelen Bersilis durumu fark edip bu huzurlu anı bozmak istemez. Kral gölü, Bersilis kralı izler. İkisi de kendi zihinlerinde bir kayık yolculuğuna çıkar. İkiside aynı kayıktadır fakat ikisi de farklı yönlere kürek çekmektedirler. Aynı dünyada, aynı ülkede, aynı şehirde hatta aynı evde yaşasalarda farklı şeyler düşünmeleri normal. Normal, normal olsada hedefler hep aynı değimli. Mutlu olmak tek hedef değimli. Mutlu olduktan sonra, ne olduğun, kim olduğun önemlimi, değil tabiki. Önemli olan tek şey mutlu olmak. Mutluluğu elde ederken başkalarının mutluluğuna engel olmamak da gerekli tabi. Kral Hermentos’da asıl mutluğun yolunu bulmuştu bu sayede. Artık halkının mutluluğu onu mutlu edecekti. Kral gördüğü pembe düşten uyanıp Bersilis’in oturmuş kendisini izlediğini görünce. Her şeyin hazır olduğunu anlayıp hayallerinden uyanıp hayallerini gerçekleştirmek için savaşmaya sıra geldiğini anladı. Bersilis ile birlikte güllü şatoya varmak için atlarına bindiler. Güllü şatoya vardıklarında ilk olarak. Termon ile konuşmak istedi. Odalardan birine geçti ve büyük oğlunun gelmesini bekledi. Kısa bir süre sonra Termon, Bersilis ile birlikte odanın kapısından içeri girdi. Bersilis’e dışarı çıkmasını ve bu odanın bulunduğu salona kimsenin girmemesini çünkü oğluyla önemli şeyler konuşmak istediği söyledi. Bersilis görevini yapmak için kapıyı kapatarak dışarı çıktı ve solonun iki başına birer muhafız koyarak kimsenin buraya girmemesi için tedbirini aldı. Termon olanlar karşısında şaşkın ve tedirgindi. Hatta tedirginliği, şaşkınlığından daha üstündü. Babası onunla bu şekilde hiç konuşmamıştı daha önce. Neden kimsenin bu konuşmayı duymasını istemiyordu. Aslında kendi kendine sorduğu soruların hepsine kendisi yine aynı şekilde cevap verebiliyordu. Tek sebep vardı babasının kral olmasını istemeyişi. Termon bu duygular içindeyken, kral çok ilginç bir şey söylemekteydi. Termon kulaklarına inanamıyordu. - Bir gün kral olacaksın Termon, bunu sende biliyorsun. Benim en büyük oğlum olduğun için krallık senin hakkındır. Lakin şu anda ben kralım. Değimli oğlum? - Elbette siz kralsınız. - Bundan şüphen varmı Termon? - Bundan şüphem olmadığı gibi kimseninde şüphesi olduğunu sanmıyorum. - Çok güzel. Eğer şüphen olsaydı, gün gelipde kral olduğunda seninde krallığından şüphe edenler muhakkak olacaktı. - Nasıl yani. - Seninde çocukların olacak bir gün, sende benim gibi yaşlandığında seninde çocukların senin krallığından şüphe edecekti, ama sen şüphe etmediğin için senden örnek alarak çocuklarında senden şüphe etmeyecekler. - Anladım efendim. - Aslında ben seninle başka bir şey konuşmak istiyordum Termon. - Nedir efendim. - Yaptığın resimleri gördüm geçenlerde. ne kadarda güzel şeyler yapmışsın. Hatta kendi kendime bu çocuk ne kadarda ilerlemiş bu işte dedim. Yalnız anlamadığım bir şey var Termon. - Nedir efendim. - Hep dağların, taşların, ırmakların, nehirlerin, çiçeklerin kısaca doğanın güzelliklerin resimlerini yapmışsın. Fakat bir tane bile insan resmi çizmemişsin. Bunun bir sebebi varmı Termon? - Aslında hiç denemedim efendim. Ben doğanın güzelliklerini çizerken mutlu oluyorum. Bu bana büyük bir zevk veriyor. Aldığım haz bana yettiği için insanların resimlerini yapmayı hiç düşünmedim. - Haklısın Termon. İnsanlar mutlu oldukları işleri yapmalı. Aksi takdirde mutsuz olurlar değimli. - Elbette. Sadece mutsuz olmaklada kalmazlar, işlerinde başarısız da olurlar. - Bak ne güzel dedin Termon. Gerçektende başarısız olurlar. O zaman söylermisin bana, mutsuz ve başarısız olacağın bir şeyi neden istiyorsun? - Bir gün kral olacaksın, o zaman böyle resim yapmakla uğraşamayacaksın. Buna vaktin olmayacak. Koskocaman bir ülkeyi yönetmek kolay değil. Biliyorsun günlerce saraya gelemiyorum, çoğu zaman birbirimizden ayrı kaldık. Sakın yanlış anlama en büyük olarak sen kral olacaksın. Benimki sadece neden mutlu olduğun işi yapmak varken mutsuz ve başarısız olacağın işi yapmak zorundasın? Dur ben söyleyeyim kralın en büyük oğlu olduğun için, değimli? - Doğru, bunun tek cevabı var oda söylediğiniz efendim. - Ne kadar acı değimli oğlum bir kral bile özgür olamıyor, istediğini yapamıyor, mutlu ve başarılı olacağı işi yapamıyor. Ne kadar acı. Sana bu gerçeği söylemek için çağırdım oğlum. Kral olmak özgür olmak değildir. Sen mecburen kral olacaksın bundan asla kaçamasın. Bunu maalesef zorla da olsa yapmak zorundasın. Bundan hiçbir kaçısın yok. Bunu şimdiye kadar kimseye söylememiştim oğlum bir tek sana söylüyorum. Ben asla kral olmak istememiştim. Bunu bilmeni istedim. Sana kötü davrandığımı sanıyorsun ama aslında seni çok sevdiğim için böyle yapıyorum. Senin mutlu ve başarılı olacağın işin başında görmek isterdim ama maalesef yapacak bir şey olmadığını bir türlü kabullenemedim. Bir gün sende benim gibi kral olmaya alışıp iyi bir yönetici olacaksındır muhakkak. Bunları sana söylemek istedim. Şimdi gidebilirsin. Termon bu konuşmada ilk önce kaybettiği her şeye kavuştuğunu, sonrada kavuştuklarının asla bulunmaması gereken şeyler olduğunu düşünmüştü. Gerçekten de babası haklıydı. Mecbur olmak çok zor gelmişti ona. Bu güne kadar özgürce yaşayan Termon bir gün özgürlüklerinden feda edip kral olacaktı. Sırf kralın oğlu diye kral olacaktı. Sadece mutsuz olmakla da kalmayacak aynı zamanda da başarısız olacaktı. Çünkü krallık nasıl yönetilir hiçbir fikri yoktu. Oysaki resim yapmakta ne kadar başarılıydı. Başarısının yanında da mutlu ve huzurluydu. Babası ne kadarda haklıydı. Onu ne kadarda yanlış tanımıştı. Oysaki o babasının kendini sevmediğini sanıyordu. Babası ise onu düşündüğünden ona karşı böyle davranıyormuş. Aklı şimdi daha da çok karışmıştı. Odasına bir an önce gidip bunu düşünmesi gerekmekteydi. Çünkü babası gibi onunda bütün hayatı üstüne çökmüştü. Bir enkazın altındaydı. Az öncesine kadar kral olmak için çabalayan Termon gitmiş yerine kral olmaktan kaçan biri gelmişti sanki. Hele birde bundan kaçışı olmayışı onu daha çok korkutuyordu. Yapacak hiçbir şey yoktu. Eğer varsa da o bunu bilmiyordu. Fakat bildiği bir şey vardı ki oda buna bir çare bulmak olduğuydu. Hekim başı ise hazırlıklarını tamamlayıp dağlara doğru dört muhafız ile birlikte hareket etmişti. Gideceği yer Salimar’ın en yüksek ve mağaralarla dolu dağıydı. Sadece bu dağın mağaralarında yetişen bir mantara ihtiyacı vardı, kraliçenin istediği zehiri yapabilmek için. Bu zehir öyle etkiliydi ki verilen kişi bir ay yatağından kalkamaz duruma getirirdi. Halsizlikten ve bitkinlikten insan yemek bile yiyemezdi. Bu zehrin nasıl yapıldığını kendisine de hocası öğretmişti. Başka kimse bunu bilmezdi. Hocası öldüğünden beri bu sırrı bilen tek kişi kendisiydi. Bir önce bu dağa gidip bu mantarları almak için dört nala atları sürüyorlardı. Uzun bir zaman yol aldıktan sonra yol bitmişti. Artık patikalardan devam ediyorlardı. Onlar ilerledikçe gök yüzünü kara bulutlar kaplıyordu. Yağmur yağacaktı. Bunu fark etmesine rağmen hekim başının yapacak bir şeyi yoktu. Birkaç saatlik yoldan sonra büyük mağaralardan birine girip koruna bilirlerdi ancak yağmurdan. Bir zaman daha gittikten sonra patikalarda bitmişti. Bundan sonrasını yürüyerek gitmeleri gerekecekti. Hemen vakit kaybetmeden atlarından inip eşyalarını yüklendiler ve muhazfızlardan birini atlara bakmak için burada bırakıp yola devam ederler. Fakat bulutlar daha fazla dayanamayıp yağmur olup yere düşmeye başlamıştı bile. Az bir yolları kalmıştı korunmak için girebilecekleri mağaralara. Koşar adımlarla ilerlemelerine rağmen yinede ıslanmaktan kurtulamadılar. Gök yarılmıştı sanki öyle şitdetli yağmur yağıyordu ki yapacak hiçbir şeyleri yoktu. Atların yanında kalan muhafız yağmurdan korunmak için bir ağacın altına sığınmıştı. Atlar düşen yıldırımların seslerinden çok ürküyorlardı. Ama onlarında yapabilecekleri bir şeyleri yoktu. Büyük bir şiddetle çok yakına düşen bir yıldırım atları o kadar çok korkutmuştu ki atlar bağlarını koparıp dört bir tarafa kaçışmaya başladılar muhafız öle kalmıştı atlarını yakalamak için kalkması gerekirken olduğu yerde hala duruyordu. Anlaşılan o atlardan da çok korkmuştu ki ayakları ona itaat etmiyordu. Öylece kalakalmıştı. Yapacak bir şey yoktu, yağmurun dinmesini beklemekten başka.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Sinan Yıldırım, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |