Ben bir öğretmen değil, bir uyandırıcıyım. -Robert Frost |
|
||||||||||
|
Rahmetli Babam Mehmet Yozcu’ya Ş A R K B Ü L B Ü L Ü Ilık bir Temmuz akşamı idi. Güneş, iyice batmış, hava kararmaya yüz tutmuştu. Gemi, her zamanki Kıbrıs seferlerinden birini daha yapacaktı. Son yolcular da Mersin Gümrük Kapısı’ndan çıkmış, Yeşilada Gemisi’ne binip salonda veya güvertede kendilerine bir yer bulmuşlardı. Yolcular, hayli kalabalıktı. Geminin salonu tamamıyla dolmuş, pullmanlar tutulmuş; hatta güvertede bile yer kalmamıştı. Yer bulamayanlar, yerlere çarşaf ve battaniye sermişler, sıkışık ve birbirlerine karışmış bir şekilde oturuyorlardı. Bazı gençler, gruplar halinde güverteye çıkmış, geziniyor; kendilerince eğlenerek yolculuğun tadını çıkarmaya çalışıyorlardı. Akşam olduğu için acıkanlar, yanlarına aldıkları yollukları masalara açmışlar, karınlarını doyuruyorlardı. Güvertedeki bu masalardan birinde oldukça yaşlı, başında fötr bir şapka olan gözlüklü, iyi giyimli bir beybaba oturuyordu. Herke s gibi o da yanına aldığı yolluğu masaya sermiş, akşam yemeğini yiyordu. Elinde birkaç tane iri domates, iki-üç tane salatalık, biraz peynir, biraz da zeytin bulunuyordu. Ekmeğini elleriyle ikiye böldü. Yanında oturan hiç tanımadığı yol arkadaşına: - Buyur, Allah ne verdiyse yiyelim. Aç karnına bu uzun yolculuk çekilmez, dedi. Yol arkadaşı de kendi gibi yaşlı, yalnız biriydi. Kıbrıs’a bavul ticareti için gidiyordu. Gazimağusa’dan aldığı hediyelik eşyaları, Adana’da satacak ve üç-beş lira ekmek parası kazanacaktı. Elinden başka bir iş gelmediği için bunu çaresiz olarak yapıyordu. Bu işi de ona genç bir komşusu öğretmişti. İlk önce onunla gelmiş, alış veriş yapmış ve aldıklarını Adana’da iyi bir ücrete satmıştı. Biraz para kazanmıştı. İlk geldiğinde hayli sıkıntı çekmiş, önce utanmış, korkmuş fakat sonraları alışmıştı. Gerçi kendisi için çok zor oluyordu ama gene de işi yapmayı öğrenmişti. Hayat şartları kendisini bunu yapmaya zorluyordu. Çalışmasa geçim yapamayacaktı. Para kazanamayacak ve karnını doyuramayacaktı. Bu yaşta kimseye de el açacak değildi. Onurlu biriydi. Yol arkadaşı Beybabaya: - Sağol gardaş! Allah senden razı olsun, dedi. Hayırdır, sen de mi bavulcusun? diye sordu. Beybaba: - Biz, o işi zamanında çok yaptık, dedi. Yol arkadaşı: - Eee! Nereye gidiyorsun? Gezmeye mi? Beybaba: - Yok. Evime gidiyorum. Ben Kıbrıslıyım. Gazimağusa Güvercinlik Köyü’nde oturuyorum. Adana’da oğlum var. Öğretmen. Torunlarımı çok özledim. Onları ziyaret ettim, dedi. Yol arkadaşı: - Allah bağışlasın, dedi. O da çıkınından bir şeyler çıkardı. Masaya serdi. Beraberce yemeğe başladılar. Biraz sonra beybaba, sağına soluna bakmaya başladı. Masanın altına bir göz attı. Bir şey arıyordu. Ayağa kalktı. İlerde kapının hemen sağında duran buzdolabına gitti. Su içecekti. Bardak olmadığı için içemedi. Masaya geri döndü. Arkadaşına: - Susuz yemek yiyemem. Bir pet şişe veya kola şişesi aradım, bulamadım, dedi. Tekrar yerine oturdu. Bu esnada, hemen yanlarındaki masada oturan gruptan bir bey de bu beybabayı yakından izliyordu. Adamın hareketleri, bir şey araması dikkatini çekmişti. Saatlerce kendi halinde masada oturuyor, bir şeyler atıştırıyordu. Beybabanın su aradığını anlamıştı. Onu Kıbrıs’tan tanıyordu. Kıbrıs küçük bir yer olduğu için genelde herkes birbirini tanırdı. Bir ada ülkesi idi. Her gün aynı kişiler, aynı yüzler mutlaka birbirini görürdü. Konuşmasalar dahi uzaktan da olsa birbirlerini tanırlardı. Bu da öyle bir durumdu. Bu beyin yanında gemi kaptanı ve iki tane de şık giyimli, alımlı iki bayan bulunuyordu. Gemiye binip güverteye geldiklerinden beri bu masada oturmuş sohbet ediyorlardı. Bu arada gemi kaptanıyla da tanışmışlar, sohbeti derinleştirmişlerdi. Bey, yanındaki kadınlardan birine: - Şu amcaya yardımcı olalım. Galiba su arıyor. Kendini uzaktan tanıyorum. Gazimağusalı. Güvercinlik Köyü’nden. Çok iyi bir insandır. Çevresinde sevilen biridir. Ayrıca şairdir de. Güzel şiirler söyler, dedi. Bayanlardan biri Beybabanın şair olduğunu duyunca onunla yakından ilgilendi. Oturduğu yerden kalktı. Bir kola şişesi buldu. Şişeyi, çeşmede bir güzel yıkayıp temizledi. İçine su doldurarak Beybabanın yanına geldi. Su dolu şişeyi masaya bıraktı. Beybabaya: - Şair, şişe aradın bulamadın. Buyur sana su getirdim. Kana kana iç, dedi. Beybaba çok şaşırmıştı. Döndü, kadına baktı. 40 yaşlarında, etine dolgun, bakımlı ve alımlı bir kadındı. Üstelik de esmerdi. Tek parça askılı bir elbise giymişti. Doğrusu, olgun ve çok güzel biriydi. Gençliğinde olsaydı, hiç durmaz, bu kadına evlenme teklifi ederdi. Kadına: Şişe aradığımı gördünüz Şair olduğumu kimden duydunuz? Masama da pek çok şeref verdiniz Şöyle oturmaz mısın Şark Bülbülü? diye duygu yüklü bir dörtlükle cevap verdi. Kadın, gülerek arkadaşlarına döndü: - Gelin arkadaşlar, bakın burada Vatan Şairi Namık Kemal’i buldu dedi. Diğerleri de masaya geldiler. Merhabalaşıp, tokalaştılar. Masaya sıkışıp hep birlikte oturmaya başladılar. Kadın, beybabaya: - Şair, beni ne öv, ne de kara, Sana vereceğim büyük bir para, dedi. Beybaba güldü. Biraz da mahcup olmuştu. Kadına döndü: Şair değilim, sadece sezerim, Mecnun gibi hep dağları gezerim, Bir güzel görsem kendimi üzerim, Neredir memleketin Şark Bülbülü? Kadın, Beybabanın kendisine böyle hitap etmesinden çok hoşlandı. Gülerek: - Şiirlerinle ara bul. Nereli olduğumu ancak öyle söylerim, dedi. Beybaba, kadını inceden inceye süzerek düşündü. Konuşmasından bir Akdeniz Bölgesi insanı olduğunu çıkarmıştı. Kadının hareketleri, konuşması çok rahattı. Oldukça serbest davranıyordu. Giyimi oldukça moderndi. Buğday tenliydi. Şaire göre bu özellikleri taşıyan biri mutlaka Akdeniz insanıydı. Çünkü Akdeniz insanı sıcakkanlıydı. Hoşsohbet ve insancıldı. Bu kadın da öyleydi. Kadın Kıbrıs ağzı kullanmıyordu. Demek ki Kıbrıslı değildi. Olsa olsa Kıbrıs’a gezmek için, tatil yapmak için gidiyordu. İstanbul taraflarından da olamazdı. Çünkü İstanbul Türkçesi kullanmıyordu. Ses tonu oldukça gür ve toktu. Deyim yerindeyse biraz da kaba bir ses tonuna sahipti. Olsa olsa Adanalı veya o taraflardan olurdu. Beybaba fazla düşününce kadın: - Arhadaş, ne duruyorsun? Hadi söylesene, seni bekliyoruz, dedi. Beybaba gülümsedi. Kadının nereli olduğunu anlamıştı. Çünkü “Arhadaş” diye hitap etmişti kadın. Bu tür konuşmayı da sadece bir yörenin insanı konuşurdu. Düşüncesinde yanılmadığından emindi. Rahat bir şekilde kadına döndü: Sana derim sana şu güzel gelin, Nerde çektirdin, ne incedir belin, Kıbrıs’a dönmüş, bak gidiyor yolun, Misafirim olman mı Şark Bülbülü? Kadın güldü: - Nereli olduğumu bulursan söz, bir kahveni içmeğe gelirim, dedi. Kadının güzelliği, Beybaba’yı iyice kendine çekmişti. Gözleri kadının beline gitti. İçinden: - Ah bu kadın keşke 50 yıl önce karşıma çıksaydı, diye düşündü. Kadına nereli olduğunu hemen söylemeyecekti. Biraz şiirle vakit geçirip, gönül eğleyecekti. Bu yüzden ilçelerden dolaşmaya karar verdi: Elbistan, Afşin, Göksun mudur ilçen? Ay gibi ne de güzelsin bir bilsen. Neden kapatılmış şu beyaz gerden? Gerdeni açmaz mısın Şark Bülbülü? Kadının yüz rengi deşiverdi. Ne söylüyordu bu yaşlı adam böyle? Sinirlenerek ayağa kalktı: - Gâvurun şairi, beyaz gerdan açılır mı hiç? dedi. Neredeyse adamın gırtlağına yapışacaktı. O ana kadar sessiz kalan ve fakat büyük bir merak içinde olayları izleyen gemi kaptanı kadına döndü: - Sen benim dünya ahret kardeşimsin. Yanlış anlama. Bunlar şairdir. Gönül adamıdır. Şairlerin içinde hiçbir kötülük olmaz. İçlerinden nasıl geliyorsa öyle konuşurlar. Bu onlara bir Allah vergisidir. Şiirleri, şairlerin kalbinde olgunlaşan meyveleridir. Bu meyveleri onlara Hak bahşetmiştir. Bu nedenle şairler açık sözlüdür. Sözlerini hiç esirgemezler. Müsaade edin, şairimiz sözlerine devam etsin. İnci danesine benzeyen dizelerini ardı ardına dizsin. Şairleri konuşmayan toplum geri kalır, aydınlığa erişemez. Buyurun Beybaba. Lütfen siz devam edin, dedi. Kadın, yumuşamış, yüzünün rengi yerine gelmiş ve hafif bir tebessümle yerine tekrar oturdu. Siniri dağılmıştı. Beybaba, sözlerine devam etti: Pazarcık, Andırın güzel harmanı, Hak eline vermiş özel fermanı, Şair, olsun sana adak kurbanı, Bir bıçak çalmaz mısın Şark Bülbülü? Bu sözleri masadakiler gülerek karşıladılar. Diğer kadın da burada söze girdi: - Nasıl Sevim Hanım? dedi. Kadın: - Vallahi Karacaoğlan’ın adı çıkmış. Çağımızın Karacaoğlan’ı da bu Beybaba, dedi. Böylece, Beybaba artık kadının adını da öğrenmişti. Hemen: Sevim’in ağzından söz bal akıyor, Açmış gerdanı sanki mis kokuyor, Kara kader seni de mi yakıyor? Bir de sen ötmez misin Şark Bülbülü? Kadın: - Hah! İsmimi de buldun. Artık nereli olduğumu da bil bakalım, hünerini görelim, dedi. Beybaba: Sevim’i dersen ne güzel bir gelin Kabarmış, kına istiyor ak elin, Bildim, Kahramanmaraş senin ilin, Beni doğrular mısın Şark Bülbülü? Kadın: - Vallahi bildi. Pes doğrusu, dedi. Heyecanla elini cüzdanına götürdü. İçinden bir miktar para çıkardı. Şairin eline tutuşturdu: - Bahşişini al Şair. Aşk olsun, senin gibi birini ilk kez gördüm. Vallahi bir benzerin yok. Gerçekten büyük sanatçısın. Buyur. Bunu fazlasıyla hak ettin, dedi. Beybaba, parayı almadı. Kadının eline geri verdi. Gözü parada değildi. Kadına: Paran ile beni tav edemezsin, Uçarcı da olsan av edemezsin, Bu güzelliği hiç pay edemezsin, Sen benim olmaz mısın Şark Bülbülü? Kadın: - Ayol ben evliyim. Benim eşim var. Nasıl senin olurum. Yıllar önce olsaydı belki. Ama çok geç karşılaştık, dedi gülerek. Beybaba: Söyle Şair Yozcu, dağlar dumansız, Bir güzel yakaladın pek zamansız, Yaşın yetmiş oldu, beden dermansız, Kardeşim olmaz mısın Şark Bülbülü? Kadın, sevinçle ayağa kalktı. Duygulanmıştı. Şairin ellerinden öptü. Şair de onu alnından öptü. Diğerleri de ayağa kalktılar. Çok güzel, çok anlamlı, belki de bir daha hiç göremeyecekleri bir gece yaşamışlardı. Tokalaştılar. Gemi kaptanı: - Şair, parayı alsaydın gücüme giderdi. O zaman sanatçılığını protesto ederdim. Gerçekten şairmişsin. Tebrik ederim. O büyülü mısralarınla bize unutulmaz bir akşam yaşattın. Çok teşekkür ederiz. Ne zaman yolculuk yaparsan gel buyur. Misafirim ol. Senin gibi değerli, gönül insanlarımıza kapımız her zaman açık. İyi geceler diliyorum, dedi. Beybaba: - Teşekkür ederim. Çok naziksiniz, dedi. Vakit epey ilerlemişti. Vaktin nasıl geçtiğini anlamamışlardı. Geminin hareket saati yaklaşıyordu. Kaptanın gitmesi gerekiyordu. Hep birlikte kalkıp güverteden inerek salona geçtiler. Şair ile yol arkadaşı, masada kalmışlar, kaldıkları yerden sohbetlerine devam etmişlerdi. Ara ara önlerindeki yiyeceklerden atıştırmaya başladılar. Biraz sonra da bulacakları bir köşede uzanıp sabaha kadar uyumaya çalışacaklardı. Çünkü sıcak bir yaz gecesinde yapılacak olan bu uzun yolculuk, bu yaştaki insanlar için hiç de kolay olmasa gerekti. Güzel Bir Dünya Öyküler 1997 Gazimağus
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hakan Yozcu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |