Yaşamın tanımı yoktur. -Halikarnas Balıkçısı |
|
||||||||||
|
Kaç yaşında olduğumu hatırlamıyorum o zamanlar. Daha küçüğüm. Bir çöp kutusunda saklanacak kadar. Komşu kızıyla evcilik oynayarak, ten temasının seks olduğunu sanacak kadar. Ve seksin, ne olduğunu bilmeyecek kadar! Dini bütün bir insandı Babam. Annem de keza öyle. Diyarbakır’ ın, geceleri emniyet güçlerinden insanların bile yalnız başlarına giremediği labirent gibi sokaklarındaki evlerde yaşayan, pırpırım tohumu gibi kalabalık ailelerden birinin en küçük çocuğuydum. Evin küçüğüydüm ya, evin köpeğiydim aynı zamanda. Bakkala, kasaba bir iş çıktı mıydı? “Bazde, Letif!”* Komşudan bir şey istenecekse: “Bazde, Letif!” Bir yere haber gidecek? Bir şey taşınacak? Getir götür işi mi var? Sesleniş hep aynı: “Bazde Letif!” Sokakla ilgili işleri erkekler yapar ya!.. Ve ben de erkeğim ya!.. Üstelik, evin küçüğüyüm. Bundan daha iyi bir gerekçe? Kulağım alışmış artık o sese: “Bazde, Letif!” Bu koşuşlardan her zaman karlı çıkmanın hesabını yaptığımdan, özellikle alışveriş ile ilgili olanlara gönüllü zıplardım. Artan para üstünden ne kesinti yapacağımı, düşündüğüm için, seve seve atılırdım. E, sonuçta sakız alacaktım, içinden artistler çıkacaktı, onlarla kumar oynayacaktım, ütecektim herkesi ve hazinem olacaktı. Deste deste artistler.. içlerinden imzalı mühürlü bir resim çıkacak da, biz de onu seriye katacağız da, seriyi tamamlayacağız da, yazılı adrese göndereceğiz, onlar da bize bisiklet gönderecek! Sadece, Tipitip sakızı hiphop göndermişti. Üstelik, imzasız, mühürsüz seri biriktirerek. En çok o sevindirmişti bizi. Üstüne üstlük, gelen hiphop çok şıktı! Asortikti! Ancak, zengin çocuklarının sahip olabileceği türden. Sevincimizi ifade kelime bulunmazdı! Bir de, madalyonun öteki yüzü var: tüm paramızı, dişlerimizi çürüten sakızlara vererek içinden çıkan artistlerle oyun oynuyorum ya, böylece, kumarın ilk temelini atmış oluyordum, herkes gibi! Ta ki, on yedi yaşımdayken, barbut sonrası, bir arkadaşımla kavga ettikten sonra kumarı bırakabildim. Evde durmak, hem bizi boğardı, hem annelerimizi rahatsız ederdi. El-ayak altında kalacağımızdan, işlerini yetiştirmelerine de, engel olurduk. Biz de, annelerimiz de, sokağa çıkmamıza taraftardı. Uyanmamla beraber, eğer annem ve babam henüz uykudaysa, gizlice babamın şalvarına girerek, cebindeki desteden en küçük kağıt paradan bir tane çıkarıp, sokağa atardım kendimi. Hazineme katkı yapmam gerekiyorsa, sakız alırdım, yok eğer başka şey çekiyorsa canım, gidip ondan alırdım. Şayet, babamın cebine girebilmeyi başarmışsam, benden zengini yoktu! Cebimde, harçlığımın birkaç misli para var, Allah’tan ne isterim başka? Çatır çatır harcardım. Ola ki, gün içinde acıktım. Param da bitikse, hemen eve gelir, Annemin ısrarlarına rağmen, yemek yemeyi reddeder, Diyarbakır’ın tırnaklı ekmeğinden kesilen bir parça üzerine -ille de- salça sürülmesini ister, salçalı ekmeğimi elime alır almaz, sokağa fırlardım! Ekmek bitince, ağzımın iki kenarında kırmızı çizgiler, dolaşırdım umursamadan. Akşama kadar, Allah’a emanet oynar, gezer dururduk sokaklarda. Ola ki, burnum aktı! Hiç problem değildi. İlkin, “fırrn, fırrn!” diye çekerdim, baktım durmuyor akıntı, kol yeni ne güne dururdu? Akşama kadar pırıl pırıl parlardı elbisemin kolları! Bazen, evden uzaklara, hatta, şehir dışına çıktığımızdan, acıktığımızda birkaç metot denerdik: 1. Mezarlığa yakınsak, hemen oraya gider, yeni bir cenazenin olup olmadığını gözlerdik. Bir kalabalık varsa, şansımız var demekti. Orda kesinlikle cenaze olurdu. Hemen gider, helvanın dağıtılmasını beklerdik. Ekmek ve helva.. hem de aç karına. bal, bal! 2. Mevsimine göre sahipsiz bitkilerden faydalanırdık. Dut ve akasya ilk tercihimizdi. Böğürtlen de olabilirdi. Onların zamanı değilse, Delibardağan ve Qivar** otları yerdik. 3. Şayet Dicle’ye yakın birlerdeysek, hemen kıyıya gider, karpuz çalardık. Eğer bir bostana yakınsak, domates, patlıcan ve salatalık yer, karnımızı doyururduk. Eğer şehirden uzaklaşmamış ama yine de evden uzak bir yerlere gitmişsek, daha farklı metotlara başvururduk. 1. Birlikte olduğumuz arkadaşlardan, hangimizin bir akrabasının evine yakınsak, o kişi, o akrabasına gider, biraz nevale isterdi. 2. Düğün sesine kulak verir, davulun ya da cümbüşün sesini izler, düğün evini bulur, “açız,” der, ev sahibinin, -dağıtmışsa bile- düğün yemeğinden bize de vermesini sağlardık. * * * Amcamın oğlu vardı. Mahallenin delikanlılarından. Futbolu çok severdi. Koyu Galatasaray taraftarıydı. Tüm çocuklar da onu sevdiğinden, mahallede, Galatasaray’ın dışında takım tutan bir çocuk göremezdiniz. O zamanlar, televizyon yeni çıkmış. Mahallemizde, sadece iki evde var: biri, NATO’da çalışan büyük amcamın büyük oğlunda, diğeri de PTT’de çalışan komşumuz Mustafa Abilerde. Mustafa Abi de, hemen bizim evin karşısında otururdu. Bizim, korkuluksuz dama çıktığımızda, perdeleri örtülü değilse, evlerinin içini görebiliyorduk. Aydınhoo, Bonanza, Eden Adası, Güliver’in Serüvenlerini falan, hep onların televizyonundan izlerdik; ayaklarımızı damdan sarkıtarak, “düşmeyesiniz, haa!” tembihiyle, tek sıra olurduk. Neyse ki, televizyon uğruna düşen olmadı da, o zevkimize yasak konulmadı. Mustafa Abi de, perdeyi açardı, biraz da ses verirdi televizyona, değmeyin keyfimize! Ama bunun bir de maç zamanları vardı! Amca oğlum hepimizi örgütlerdi. O amigoluk yapardı bize, biz de fanatik Galatasaray taraftarı olarak, sesimiz kısılasıya tezahürat! Mustafa Abi koyu Fenerbahçeli. Sinirden köpürüyor! Artık dayanamayacağı raddeye gelince, hışımla örtüyordu perdeyi! Biz tabii, hep bir ağızdan “yuuuuuuh!” Susmak bilmezdik. Ta ki, protestomuzla, perdeyi açtırasıya kadar. Mustafa Abi perdeyi açınca bir alkış, bir alkış! Çok değil! Beş dakika ya geçerdi, ya geçmezdi. Yine aynı amigo, yine aynı taraftar, başlardık Fenerbahçe aleyhine tezahürata! Birkaç tekrarla, o gece Amca oğlumun egolarını tatmin ederdik, Mustafa Abiye de geceyi haram. * * * Yaz akşamlarının vazgeçilmez oyunlarının başında "gözmaca" gelirdi. Yani, "göz yummaca..." Bilindik adıyla "saklambaç." Akşamları, evden izin koparanlar arasında en küçükleri bendim. Bunun iki nedeni vardı. Birincisi, asiliğim, ikincisi ise büyükler arasında beni kollayıp, gözetecek akrabalarımın olması. Çoğunlukla benim oynamamı istemezlerdi. Onları yavaşlatıyordum. Ama ben de oynamak istiyordum ve böyle bir gerekçeyi asla gururuma yediremezdim. Sahip olduğumun iki misli efor sarf ederek çaba harcardım. İnattım ya, zorla kabul ettirirdim, kendimi. Hedefleri beni diskalifiye etmek olduğundan, öncelikle, elbirliğiyle ebe olmamı sağlarlardı. Sonra ben, hiçbirini ebeleyemezdim. Çünkü ebelediğimde, hemen bir başkası onun yerini alır, ebelenen kişi son sürat yerini değişerek, arka sokakları dolanıp ters istikametten çıkagelirdi. İki de yalancı şahit.. ben ebe olmaya devam... hiçbirşey kanıtlayamazdım. Sokakları aydınlatan loş ışığın beni yanılttığında diretirlerdi. İnandığımın arkasında sonuna kadar durmam bile fayda etmezdi. Dayatmalarını reddetmem, oyundan çıkmayı kabullenmem demekti. İstemeye, istemeye de olsa, söylediklerine boyun eğerdim. Bu durum, sinirimden ağlayıp, oyunu bırakasıya kadar devam ederdi. Onlar amaçlarına ulaşmış olurdu, bense içimden, bildiğim tüm küfürleri sayarak, salya-sümük evin yolunu tutardım. * * * Mustafa Abiyi biliyorsunuz. Maçların ertesi günü, tüm sinirleri gevşerdi. Biz de bunu fırsat bilerek, evde olmadığı soğuk ve yağışlı zamanlarda, televizyon izlemeye evlerine giderdik. Madem evde değilse, sinirinin gevşemesini beklemek niye? Diye, soracak olursanız, hemen söyleyeyim: eve gelirken, bizi evinde görmesi sakınca doğurmazdı da, ondan. Sağolsun Leyla Abla.. Leyla Abla, Mustafa Abinin Eşi... az katlanmadı iğrenç ayak kokularımıza. Damdan, televizyonu izlemek müsait olmadığında, evlerine giderdik gitmesine de, öyle çat-kapı "biz geldiiik," şeklinde değil! Kaleyi içten fethetmemiz gerekirdi. Yani, çocuklarını ayartmamız... Büyük kızları Arzu.. benimle yaşıttı. Ondan iki yaş küçük, bir de oğulları vardı: Hakan. Ne yapar, eder, bir punduna getirir, ikisini de kafalardık. Onlar da, annelerini ikna eder, böylece evlerine misafir(!) olurduk. Yine öylesi bir akşam, iki, üç kişi onlarda, televizyonun karşısındayız. Leyla Abla da, yaramazlık yapmayalım, diye tembih ettikten sonra, akşam yemeğini yetiştirmek için mutfağa girmişti. Pür dikkat, gözlerimiz ekrana kitlenmişken, birden elektrikler kesilmez mi? Ortalık zifiri karanlık. Her an elektrikler gelebilir ve televizyonu yakar, kaygısıyla, "Arzu, televizyonun düğmesine bas!" diye seslendi mutfaktan, Leyla Abla. Arzu, içimizde televizyondan en iyi anlayandı. Kulağımız seste, nasıl kapatacak, diye merakla beklerken, biri üzerime atladı. Aaa! Arzu bu! Nasıl mı tanıdım? Elbette ki kırçıllı saçlarından. Zaten, ondan başka da kız çocuğu yoktu orda. Benim de canıma minnet. Hemen tuş konumunu aldım. "Dur kız, yapma!" da diyorum. Leyla Abla bağırıyor ordan, "kudurmayın!" "Yapma!" diyorum ama, aslında buradaki "yapma!", "devam et!" anlamında. Fakat, aniden elektriklerin gelmesiyle toparlandık. O zamanlar, bu tür kesintiler çok normaldi. Olağanüstü durum, elektriklerin kesilmemesiydi. Çok değil, birkaç dakika sonra yine kesildi. Arzu yine üzerimde ve ben hemen tuş! Ama bu defa daha yüzüm yırtık. Ellerim daha özgür! Ne anlıyorsam?!... Nasıl olduysa, Arzu dudaklarımı öpmeye başladı. Sümüğü dudaklarıma bulaştı sandım. Midem allak-bullak oldu. Elimle, üstümdeki elbiseyle, elbisemin en az kirli olan kısmıyla da silsem, nafile.. o duygudan kurtaramıyorum dudaklarımı. Odanın içindeyiz, tüküremiyorum da... heryer karanlık, banyoya da gidemiyorum. Elektrikler gelinceye kadar sile sile dudaklarımı uyuşturdum. Ve yıllar sonra öğrendim ki, dudaklarıma bulaşan sümük değil, öpüşmenin ıslaklığıymış.... (*) : Koş, Latif! (**) : Türkçe sini bilmediğim, devedikenine benzer yayvan bir bitki.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © A.Latif İRVEN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |