"Bir kitabın kaderi okuyanın zekasına bağlıdır." -Latin Atasözü |
|
||||||||||
|
Arkadaşlarımla ‘dönmeyi dönme’ oyunu oynayacağız. Aslında bu bir oyun değil de, hani çocukların yaratıcılığının ürünü bir oyalanma. Adı oyun oluyor. Oyun şöyle: bir sokaktan girip, geri dönmeden, başka bir sokaktan start verilen yere dönmek. Üç kişiyiz. En kestirme ‘dönmeyi kullanacağız. Dönmeyi yarıladığımız yerde, yaşıtım olan bir çocuk, aniden boynuma bir şey vurarak kaçtı. Peşinden koşmaya çalıştım önce, tutana aşk olsun! Nasıl da kaçıyor! Arkadaşlarım da benim peşimden koşmaya başlamıştı. Kaçan çocuğu yakalamaktan ümidi kesince durdum. Arkadaşlarımın gözlerinde bir korku, “ulaaaan, boğazın kan olmiiş!” dediler. O an, ılık bir şey hissettim boynumda. Elimi sürdüm. kan! Kim tutar beni? Avazım çıktığı kadar ağlıyorum. Boğaz bu, tehlikeli yer. Hem de kan akıyor. Hiç susar mıyım? Arkadaşlarımdan biri, hemen koşup anneme haber vermeye gitti. Bulunduğum yerde çöktüm kaldım. Hani, Annem gelirse, biraz daha acısın bana da, intikamımı alsın hesabı... çocuklar işte.. en iyi duygu sömürüsünü yaparlar. Sadece Annem değildi gelen; akrabalarım, mahalledeki tüm gençler. Bir sürü insan toplandı orda. Ortalık, ana-baba günüydü. Herkes boynumu, boynumdaki kanı konuşuyor. Meğer boynuma jilet atmış o çocuk. Annem yaa... boynumdaki kanı görünce, jileti atan çocuğun babasına ait bakkal dükkanına bir hücum etti ki, babası neye uğradığını şaşırdı. Terazilerinin kefesini, babasının yanında oğlunun kafasına geçirdi. Annemle gurur duydum. İntikamımı alıyordu. Ağlamayı kestim. Artık daha rahattım. Kendimi yere atmam gereksiz bir girişimdi. Üstüm boş yere tozlandı. bilsem, kanı görünce Annem hiddetlenecek, hiç yere atmazdım kendimi. Olan olmuştu. Bir şey daha öğrenmiş oluyordum. Annem, jiletçi çocuğun kafasını kefeyle yardıktan sonra, biraz da babasıyla kavga edip dükkandan çıktı. Zavallı adam, korkudan gıkını çıkaramadı. O, ne olduğunu anlamaya çalışırken, oğlunun kafası yarılmıştı. Bir iki tokat da kendisi attı çocuğuna, öyle gönderdi eve. Annem yanıma geldi. Boynumu ancak o an incelemeye başladı. Kesiğin üzerinden elimi kaldırınca, benden beş yaş büyük amcamın oğlu, gözleri yuvalarından çıkacakmış gibi, sesini de yükselterek hayretle: “ulaaaa, cigeri görüniiii!” demez mi?! Tam sakinleşmişim. ağlamayı kesmişim.. Annemin, intikamımı almasının gururuyla dolmuşum... amca oğlumun söyleyeceği laf mıydı, bu da? Onu duyunca, gırtlağımın çıkarabildiği en yüksek oktavla: “vuaaaaaaaaaaa,” diye zırlamaya başladım. Yedi mahalleden sesim duyulmuştur, kesin! Öyle ya, ‘ciger görüni!..’ Ne demek ya, ‘ciger görüni?’ Ölüyorum demek... Bir insanın ‘cigerinin görünmesi,’ kabullenilecek bir durum mu? Hem de boynumdaki kesikten... Taa, ciğerim görünüyorsa, demek ki kesik ölümcül! Belki de hastaneye bile yetişemeyeceğim. ‘Cigerim görüni’ ya, ben öldüm! O dakikadan sonra beni susturabilene ödül verilmeli. Kimse de akıl edemiyor, ‘boynumdan ciğerimin görünemeyeceğini söylemeyi!’ E, tabii nerden bilsinler o lafı duyunca koptuğumu! Hemen hastaneye götürdüler beni. Ciğerin göründüğü boyun kesiğimi iki dikişle kapattılar. Artık, kimse ciğerimi göremeyecekti. Olay, başkalarınca kapanmıştı ama benim için değil! Jiletçi çocuğun babasının dükkanı vardı ya, o zamanlar bakkallar sebze ve meyve de satıyorlardı. Dolayısıyla, her sabah Hal’e gitmeleri gerekiyordu ve dönüşleri bizim sokaktan olurdu. Ben de bunu bildiğimden, çocuğun yolunu gözlerdim. Birkaç defa denk geldim. Fakat tazı gibi koşuyordu. Yetişemiyordum. Bir gün, babasının, Hal dönüşü kapımızın önünde kalp krizi geçirip öldüğünü duydum. O günden sonra karışmadım kendisine. Zaten kısa bir süre sonra da taşınıp İstanbul’a gittiler. * * * Okullar açılıyordu. Hepiniz yaşadığınızdan bu duyguyu, heyecanımı tahmin edebiliyorsunuzdur. İçim içime sığmıyordu. Geçen yıldan, Abimi okula kaydettiğimizde, beni almadıkları için çok üzülmüştüm. O gün gelmişti ve artık ben de önlük giyecek, çanta taşıyacak, defter, kalem sahibi olacaktım. Bana ait. Bana özel. Gazoz kapaklarım gibi... kibrit kutularının ‘mal’ diye tanımladığımız, ön ve arka yüzleri gibi... rengarenk misketlerim gibi. Tamamen benim! Naylon önlüğümü giydirdi Annem. Naylon yakalığımı taktı. Ah o yakalık, bir günde, ense kısmı simsiyah olurdu... Köşeleri yuvarlak kahverengi çantamı hazırladı. Her şeyimi kahverengi seçerdi Annem: kiri kapatsın! Haksız da değildi hani! Öyle çabuk kirletirdim ki elbiselerimi... En sevdiğim renk olmuştu, kahverengi; şartlandırılmaktan. Daha sonra nefret edecektim o renkten. Çantam da, kalın, düğmesine basınca “çıt!” diye açılan modelden. Çok da şıktı hani... gerçi bir yıla kalmadan, tabure olarak kullanacağımdan, içe göçürtecektim ama o an için çok beğeniyordum. Okula gitmek için evden çıktık nihayet. Annem, her zamanki gibi, sıkıca tutmuş elimi. Biraz uzaktı okul ama olsun. Okuldu sonuçta. Hani okul çıkışlarında, eve yetişene kadar, çişimin yarısını donuma kaçırmamı saymasak, uzak olması önemli değildi. Okulun bahçesinde bir kalabalık, bir kalabalık. Megafonlar, öğretmenler, anne-babalar, çocuklar.. bir sürü insan doluşmuş okulun bahçesine. Bir de direk var: beyaz. Tepesinde de bayrak. Ama o bayrak neden dalgalanmıyor da, sarkık duruyor diye kızıyordum. Madem ki her zaman rüzgar yok, o halde neden resimlerde hep dalgalanan bayrak gösterirlerdi? Sonra, televizyonun açılıp kapanma zamanlarında da okunan İstiklal Marşında dalgalanan bayrak vardı. Oradaki asker bayrağı göndere çektiği zaman, rüzgar çıkar, tepeye ulaşan bayrak dalgalanmaya başlardı. Bu okuldaki bayrak neden sarkık ve kıpırtısızdı? Takılmıştım işte. Sonra, okula girmeye başladı herkes. Biz de Annemle girdik içeri. Birilerinden birşeyler sorup durdu, Canım Annem. Türkçe bilmediğinden, yamru yumru öğrendiği birkaç kelimeyle, bir turist gibi derdine derman bulmaya çalışıyordu. Kürt öğretmenlerden biri karşımıza çıktı da, yardımcı olup sınıfımı gösterdi bize. Sınıfın kapısı kapalıydı. Herkes içerdeydi. Kapıyı vurdu annem. Çok güzel bir öğretmen açtı kapıyı. Gençti, güzeldi, gözlükleri vardı. Güler yüzle karşıladı bizi: “Buyrun?” “Öğretmen Hanımefendi, oğlumu getirdi ben,” dedi Annem. “Adı ne?” “Avduletif ilven.” Bu söyleyiş tarzı, en Türkçe’ye yakın olanıydı. Annem, belki de ilk defa telaffuz ediyordu, soyadımızı. Adımı Kürtçe seslerle telaffuz etmesi normaldi de, soyadımızı farklı söylemesi alışık olunmayan bir tepki doğurabilirdi. ‘Kadına bak, soyadını bilmiyor doğru dürüst!’ diyebilirlerdi. Ama bu öğretmen çok güzeldi ve üstelik güler yüzü eksik olmuyordu. Masasının üzerinden büyük bir kağıt aldı. Ona baktı: “Tamam, benim öğrencim. Bırakın, gidin siz,” dedi. Annem, onsuz yapamayacağımı bildiğinden, beni teskin etmeye çalıştı: “Ana heyran, ez anka derım, biski dıné ewé Ferit ji were hında te.” ( Anne Hayran, şimdi gidiyorum, biraz sonra Ferit yanına gelecek) Amcamın oğlu Ferit... Onu da okula kaydetmişlerdi. Fakat kendisini başka bir sınıfa vermiş olmalarına rağmen, sırf yalnız kalmayacağıma inanmam ve ağlamamam için Annem avutmaya çalışıyordu beni. Benden “tamam” yanıtı aldıktan sonra: “Eti senin, kemiği benim, Öğretmen Hanım,” dedi Annem. “Tamam, iyi günler,” dedi Öğretmenim ve Annemi göndererek, kapıyı kapattı. Bana da bir yer göstererek, oturmamı söyledi. Gittim, oturdum sırama. Vıcır vıcırdı içerisi. Öğretmenim de çok güzeldi. Ama benim aklım Annemin söylediklerinde kalmıştı. “Eti senim, kemiği benim,” demişti. Bu ne anlama geliyordu? Annem beni çok sever, benim için her şeyi yapar! Neden öyle söylemişti peki? Kurbanlık bir koyun gibi etim ve kemiğim ayrılacak mıydı birbirinden? Neden etimi öğretmene vermişti? Neden beni gözden çıkarmıştı? Herhalde kemiğimi de alıp, mezara götürecekti! Anneme ne yapmıştım da, çok sevdiği küçük oğlunun etini hiç tanımadığı bir öğretmene veriyordu? İnsan eti yenilmiyordu da, öğretmen etimi ne yapacaktı? Polis onu hapse atmaz mıydı, böylesi bir durumda? Sahibim Annem olduğundan, Onun söylediğine polis de itiraz edemez olsa gerek ki, bu kadar rahat verebiliyordu etimi. Bu düşünceler içinde, sessiz sedasız, sırama yapışmış gibi kıpırtısız oturdum, durdum. Bir yandan etimi ne zaman ayıracaklar, diye bekliyorum. Bir yandan da, Ferit gelecek diye. Bazen kapı vuruluyor, birileri geliyor ve ben her kapı vurulduğunda, Ferit’i, Babası elinden tutmuş sınıfa sokacak diye bekliyorum. Okul dağılana kadar yerimden kalkmamıştım. Etim de ayrılmamıştı kemiğimden, Ferit de gelmemişti yanıma. Herkes eve gitmeye başlayınca, Annem kapıda göründü. Onu yeniden görünce ne kadar sevinmiştim, anlatamam. Dünyalar benim olmuştu. “Haydé Avdıletif, em derın mal,” "(haydi Abdullatif, eve gidiyoruz)demişti Annem. Eve gidiyorduk. Anlaşılan, Annem beni gözden çıkarmamıştı. Hâlâ en küçüğü, en sevdiğiydim. Sevince gark olmuş şekilde Annemin elini tuttum. Yolda giderken, bir sürü soru sordum. En çok da, Ferit’in neden gelmediğini?.. “Yarın gelir,” dedi Annem. Yarınlar hep geldi ama Ferit bir türlü bizim sınıfa gelmedi. Onu başka, beni başka sınıfa vermişlerdi. Çok sonra bu gerçeği kavramıştım. * * * Komşumuzun kızı vardı, Asuman... çok erken gelişmeye başlamıştı memeleri. Bizler de, her fırsatta bir kerecik olsun dokunabilmenin yollarını arardık. Amca oğlum Ferit’in başının altından çıkardı bu tür girişimler. Hoşumuza giderdi ve biz de payımızı almaya çalışırdık. Bunu başardığımız zaman ise, “Anneeeee!!!” diye feryat etmesi, topuklarımız kalçalarımıza değecek şekilde kaçmamıza neden olurdu. Bir kerecik olsun itiraz etmemesi, bağırmaması için elli dereden su getirir, gönlünü almaya çalışırdık. Kendimize göre taktikler geliştirirdik. En çok da, “Beş taş” oyunu oynayarak... yalnız olduğunu, oyun oynamak için bize ihtiyaç duyduğunu bildiğimiz an, ‘şart’ koşardık. Bazen kabul görür, oyun öncesi bir iki dokunmalık imkan tanırdı; bazen de oyun sonrası için “olur” alırdık. Yine, öylesi bir kurguyu tasarladığımız bir günde, evlerinin önünde Beş taş oynuyorduk onunla. İkimiz vardık. Sokak girişindeki ilk evdi onlarınki. Diyarbakır sokaklarında, kadınlar serini bulduklarında, işleri de bitmişse, evlerin önüne kurulur, kimi çocuğunu emzirir, kimi elindeki şişle kazak örer, karşılıklı dedikodu faslı yaşanırdı. Şimdilerde bu görüntülere nadiren rastlanır. Tam olarak bilemiyorum ama belki de bu sebeple olsa gerek, Asuman’ın babası da evlerinin önüne, boydan boya bir yükselti yapmıştı. Biz de, o yükseltiye oturmuş, karşılıklı Beş taş oynuyorduk Asumanla. Birden silahlar patlamaya başladı. Genç bir adam, takım elbiseli... sokağa girdiği gibi, silah sesleri de akabinde duyulmaya başlandı. Yolun karşısındaki Renault marka bir otomobilden, birileri takım elbiseli genç adama ateş ediyordu. Adam da onlara... iki ateş arasında kalmıştık. Kurşunlar kulaklarımızın dibinde vınlıyordu. Hemen Asumanların evine girdik. Metal kapıyı da ardımızdan kapadık. O da yetmez gibi, bir üst kata çıktık. Merdiven boşluğunda, sokağa bakan küçük bir pencere vardı. Önü, ince demir parmaklıklı. İki parmaklığa tutunarak, ayak uçlarımı duvara sürte sürte pencereden bakmaya çalıştım. Takım elbiseli adamın şakağı kanlanmıştı. Yalpalıyordu. Sallanarak, Asumanların evlerinin karşısındaki iş hanının sürekli kapalı olan kepenklerinden birinin altına bir şey attığını gördüm. Ve sonra sokağa doğru yürümeye çalıştı. Dışarı çıkmaya korkuyoruz. Henüz ortalık yatışmamıştı. Bunun için de en az yarım saatlik bir zamana ihtiyaç vardı. Beş taş oyunumuz yarım kalmıştı ama verilen bir vaadi unutmak mümkün değildi. Birileri can derdindeyken, ben kirli emellerimi gerçekleştirmeyi kurgulamaya başladım. Tam Asumana yanaşıp elimi uzatıyordum ki, Asuman durumun farkına varıp, “Anneeeeeee!!!” diye bağırmaya başladı. Silah seslerine kapıyı açmayan annesi, kızının feryadına hemen yanıt vermiş, kapıyı açmıştı. Tabii ben, kapı kolunun sesini duyduğum gibi, basamakları nasıl atladım, kapıyı nasıl açtım, eve nasıl gittim, bilmiyorum. Çatışma sonrası, takım elbiseli adam, başındaki sıyrıkla sokağa girmiş, kapı önünde dedikodu faslına oturan, ancak çatışmayla birlikte kapının içine saklanan küçük amcamın hanımını görünce, elindeki iki tabancayı saklamasını rica ederek, kendisine uzatmış. Amcamın hanımı korkudan reddetmiş tabii. O da bir iki sokak gitmiş ki, polisler yetişip silahlarıyla birlikte yakalamışlar onu. 12 Eylül öncesi olduğundan, ve bizler de bu tür çatışmalara aşina olduğumuzdan, sadece “ölen var mı?”yı merak ederdik. Eğer ölen varsa, hemen cenazenin başına gider, polisler gelesiye kadar izler dururduk. Yara nerden açılmış? Nasıl bir yara? Ne kadar kan akmış? Hâlâ akmaya devam ediyor mu? Akıyorsa, kanın hareketini incelerdik. Vurulan kişi ölmemiş de, henüz can çekişiyorsa, nasıl can verdiğine bakar, sonra da bunu kocaman açılmış gözlerimizle başkalarına anlatırdık. Anlatırken, detayları kaçırmadığımız gibi, bir de abartmaya çalışırdık. Bu olayda ölen olmamıştı ve polisler, sadece boş kovan için sokağı gözden geçirdiler bir süre, daha sonra topladıkları kovanlarla birlikte çekip gittiler. Görgü tanığı bulmaları çok zordu. “tanımıyorum. şu tarafa koştular. parkeliydi .. takım elbiseliydi vs...” türünden yanıtlarla geçiştirilirdi polisin soruları. Bir görgü tanığı, aynı zamanda “ispiyoncu” sıfatı alacağından ve “ispiyonculuğu da yanına kalmayacağından(!),” çok iyi tanıdığı biri de olsa olayı yapan, korkudan “tanımıyorum,” derdi. Ortalık yatışmıştı. Hava kararmaya başlamıştı. Gündüz yaşanan olay sadece akşam sofralarına muhabbet konusu olmuş, herkes, çatışmada kimsenin ölmediğine seviniyordu. O ana kadar da sırrımı kimseyle paylaşmadım. Karanlık çöker çökmez, gidip elimi kepengin altından sokarak, oraya atılan şeye dokunmaya çalıştım. Metal bir nesneye değdi parmaklarım. Hemen avuçlayıp çıkardım ve beni kimsenin görmediğine emin olduktan sonra, aldığım şeyi cebime koyarak eve doğru yürümeye başladım. İçeri girer girmez, yalnız kalacağım aydınlık bir yer bulmaya çalıştım. Herkes damda olduğundan, iki odamız da boştu. Sürekli kullandığımız girişteki odaya girdim. Işığa uzandım, parmak uçlarıma basarak yetişebildiğim düğmeye dokundum ve cebimdekini çıkardım. Bir şarjördü bu. İçi dolu, sekiz adet kurşun bulunan bir şarjör. Pırıl pırıl parlıyordu. Benim gibi biri için iyi para demekti ama nasıl pazarlayacaktım? Birkaç gün sakladım şarjörü. Göründüğünde alınacağını biliyordum. Sokağımızın karşısında, yolun öteki tarafında çıkmaz bir sokak vardı. Sokağın hemen girişindeki apartmanın sahibinin oğlu sonradan arkadaş olmuştu bizimle. Cebinde her zaman çok para olurdu ve biz de o paraların hatırına arkadaş olarak kabullenmiştik kendisini. Paralıydı ya, ona satabilirdim şarjörü. Kendisini görür görmez konuyu açtım. “Amcama söyleyeyim, o alır,” dedi. Bir gün sonra haber geldi. Şarjörü alıp gitti ve geri dönünce, piyasa fiyatının yarısını teklif etti. Kabul ettim ben de. Bir süre sonra paralarla geldi. Bir sürü param olmuştu ve aklıma ilk gelen, güvercin satın almaktı. Pazar sabahını sabırsızlıkla bekledim. Cumartesi akşamından yatağa girince, sabah erkenden uyanıp, pazara gecikmemeye şartladım kendimi. Nasıl oldu bilmiyorum, uykudayken saat dört .. beş .. altı. dedim ve altı yla birlikte hemen gözlerimi açtım. Saate baktım ki, saat tam altı... herkes uyuyordu. Sessizce kalkıp ayakkabılarımı giyindim. Her zaman pijamamız olmazdı ve o gün de pantolonla uyumuştum. Üstümü değişmem gerekmiyordu. Ayakkabılarımı giyindikten sonra, işin en zor kısmına gelmiştim: sokak kapısını sessizce açmak! Bir hırsız gibi, ceviz kapının arkasındaki çengeli kaldırdım. Ses çıkmamıştı. Sonra yavaşça diline dokundum. Bu kısmı da gayet başarılı geçti. Dışarı çıktım ve kapıyı çekince, dilin yuvasına oturmasından ses çıkmıştı. “Ew kiye?” (Kim o) dediğini duydum Babamın. Sokağa çıkmışım artık. Kim tutar beni? “Ezım (Benim) Baba!” diyerek, koşarak uzaklaşmaya başladım. Ardımdan ne söylendiyse, bilmiyorum. Ama tahmin edebiliyordum. Büyük ihtimalle, henüz erken olduğunu, eve girmemi istiyor olmalıydı. Pazara yetişmiştim. Harika güvercinler vardı. Uzun uzun hepsini izleyip, fiyatlarını sorduktan sonra, iki tane alabildim. Dişi ve erkek diye aldığım güvercinlerden biri meğer daha yavruymuş. Kandırılmıştım. Ama olsun, sonuçta güvercinlerim olmuştu. Eve getirdim getirmesine ama bu kez işin en zor kısmı başlıyordu. Uğursuz, sayıldığı için, Annem de, Babam da güvercin beslememize izin vermiyorlardı. Abimi çağırdım. Güvercinlere O da çok sevinmişti. Birlikte, gizliden gizliye dama çıkarabildik onları. Karton kutudan çıkarıp, kanatlarını bağladık. Başkalarında gördüğüm için, bu işi iyi yapıyordum. Ve dama bırakıp izlemeye başladık onları. Kilerden, öğütülmek için bekleyen buğdaydan biraz alarak önlerine attık. bir tasın içine de su koyduk. Ama güvercinler su içmek isterlerken, tasın kenarına bastıklarında, tas devriliyordu ve hem su dökülmüş oluyordu, hem de ses çıktığı için damda birilerinin olduğunu anlıyordu Annemler. Tasın çıkardığı sesin ardından, ne kadar da sessiz insem avluya, yeniden su doldurmaya, Babam anlamış olmalıydı ki, son dama çıkışımın ardından kendisi de peşimden çıkmıştı. Güvercinleri görür görmez: “Zu van kevoka bıbın jı vır!” (Bu güvercinleri çabuk götürün buradan!) dedi. Tepemizden kaynar sular dökülmüştü. Korkudan gıkımız çıkmadığı gibi, sevincimiz kursağımızda kalmıştı. Güvercinleri götürmemiz gerekiyordu, öyle yaptık biz de. Götürüp başkasına sattık.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © A.Latif İRVEN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |